“Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı kat’î, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”
*****
Prof.Dr. Hasan AYDIN
Mustafa Kemal’i Türk ulusunun Atatürk’ü yapan iki temel eyleminin olduğu söylenebilir: İlki, Kurtuluş, Bağımsızlık ve Özgürlük Savaşı’dır. İkincisi ise aydınlanmacı bir temele dayanan Cumhuriyet’tir. Atatürk ve arkadaşları, Kurtuluş Savaşı ile kapitalist 1. Büyük Paylaşım Savaşı (1. Dünya Savaşı) sonucu Batılı emperyalistlerce bölüşülen Osmanlı mirasından, anti-emperyalist bir mücadele ile Türklerin yeniden devletleşmesine olanak sağlamışlardır. Bu konuda Atatürk’ün askeri ve siyasi dehasının kilit bir rol üstlendiği açıktır. Kurtuluş Savaşı ile Anadolu’dan atılmak istenen Türk varlığı Anadolu’ya perçinlenmiş, Türklerin bağımsızlıkçı karakteri yeniden tüm dünyaya duyurulmuştur. Atatürk, bir öder olarak, Samsun’dan Amasya’ya, Amasya’dan Erzurum’a ve Sivas’a, oradan Ankara’ya geçip, son Osmanlı meclisini toplayarak, umutsuz bir halka önder olmuş, onlarla birlikte büyük bir tarih yazmıştır. Kanımca, kapitalist-emperyalist dünyaya karşı verilen en büyük zaferlerden birisine imza atmıştır.
Aydınlanmacı Cumhuriyet ise zaferi taçlandıran ve kalıcılaştıran asıl eylemidir. Atatürk sadece Kurtuluş Savaşı’nı kazanmakla kalmamış, eskimiş düzeni değiştirerek, yepyeni bir düzen-devlet kurmuş, temeline ise Aydınlanmacı tohumlar yerleştirmiştir. Osmanlı’nın Tanzimat sonrası gelişen düşünce ve eylem birikiminden yararlanmakla birlikte, Tanzimat’tan beri Osmanlı’da yan yana olan yeni eski ikiliğini kaldırmış, Osmanlı döneminde sözü edilen ama yapılamayan pek çok yeniliği, yeni düzen içine taşımayı başarmıştır. Bu açıdan, Atatürk ve Cumhuriyet’le gelen yenilik ve aydınlanma, Osmanlı’daki yenlik hareketlerine oranla daha kararlıdır, daha sistematiktir. Tüm kurumlar laik bir temele oturtulmaya ve kurumların taşıyıcısı olan yeni bir insan modeli ve yeni bir ekonomik-toplumsal yapı inşa edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Tüm devrimler ve yenilikler adım adım, teosentrik (Tanrı odaklı) bir paradigmadan kurtulup, hümanist bir paradigmanın inşasını amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu aslında hümanist aydınlanmanın Türk toplumunda meyvesini vermesi olarak yorumlanabilir. Falih Rıfkı Atay, Atatürk Ne İdi? adlı eserinde, Atatürk bir bilgin, bir felsefeci, maliyeci veya bir ekonomist değildi, Cumhuriyet’i ve devrimler çağını başlatmak, memleketi ve milleti gerilikten kurtarıp, bir yeni çağ devleti ve toplumu olmaktan alıkoyan bütün engelleri yıkmaktı dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
“Atatürk’ün tezi ne idi? Tanzimat’ın yapamadığı yapılmadıkça, medreseden yetişme şeriatçıların vicdanlar üzerinde egemenliği yıkılıp laik bir devlet sisteminde dünya işlerini yalnız akıl yolu ile çözüp çevirmedikçe, dini sadece Tanrı ile kulu arasında bir vicdan işi olarak bırakmadıkça, baştaki istibdat yıkılsa bile, Tanrı adına toplumu hükmü altında tutan geri medrese şeriatçılığının yarattığı yığın despotluğunu önlenmedikçe, insanı laik ve müspet ilimlere dayanan eğitimle değiştirmedikçe toplumu değiştirmeye, ilerlemeye, kalkındırmaya, vicdan ve kafa hürriyeti yolunda siyasi siyasi hürriyete kavuşturmaya, rejimi devamlı ve kararlı bir hürriyet rejimi yapmaya imkan yoktu. Bila kayd ve şart hâkimiyet-i milliye Atatürk devrimciliğinin tek amacı idi.”
Cumhuriyetle/Atatürk’le gelen hümanist aydınlanma ne yapmıştır?
Kant’ın Aydınlanma Nedir? adlı yazısındaki özleminde dile gelen söyleme paralel bir biçimde, geçmişin (Osmanlı’nın) kul anlayışından bireye, din odaklılıktan laik odaklılığa, ümmetten ulusa, dini hukuktan ussal-laik hukuka, din egemen eğitimden laik eğitime, din temeline oturan ekonomiden ussal-bilimsel temele oturan bir ekonomiye, dogmatizmden eleştirelliğe vb. geçiş yapmaya çalışmıştır. Kuşkusuz tüm faaliyetlerin mihenk noktası, geçmişten gelen ikilikleri ortadan kaldırmak, laik temelde yapılanan bir eğitim sistemi, yeni bir insan anlayışı ve modern bir toplum inşa etmektir. Bu yeni anlayışın ipuçlarını, Atatürk döneminde yapılan yasal düzenlemelerde ve uygulamalarda açıkça gözlemlemek olasıdır.
Düzenlemelere tümel olarak bakıldığında, Türk toplumunun yeni bir siyasal yapıyla örgütlenmeye çalışıldığını, hedef olarak demokratik bir yapının arzulandığını, modern bir eğitim sistemi inşa edilmenin öncelendiğini, tüm toplumsal yapının laik bir hukuk sistemiyle örülmeye çalışıldığını, kadın haklarının geliştirilmesinin istendiğini, devlet eliyle açılan sanayi kurulularına bakılırsa, yeni bir ekonomik sistemin uygulanmaya konulmak istendiğini söylemek mümkündür. Yine toplumun zenginleşmesi için kapitalist bir yapı inşa edilmek istendiği; bu yapı aracılığıyla kişilerin feodal bağlardan kurtulup kendi başına ayakta duran bireyler haline getirilmek istendiği belirtilmelidir. Tabii halkı bir bütün olarak tarikat ve şeyhlerden kurtarılmanın da arzulandığı açıktır. Bu dönemde, köklü karşı çıkışlar olsa da uygulamalarda büyük ölçüde kararlı durulmuş; bilgelik ve cesaret erdeminin gerekleri yapılmış, asla taviz verilmemiştir. İnsanı feodal yapının ve feodal kurumların kulu ve kölesi olmaktan kurtarmak; aklını işletmesini sağlamak, daha hümanist bir yapıya adım atmak için, halkın farkında olmadığı için talep etmediği değerler, kurumlar inşa edilmeye çalışılmıştır. İnsanın insanlaşmasının, toplumun yenilenmesine, çıkarlarına ters düştüğü ve iktidarlarını yok ettiği için karşı olanlarla mücadele edilmiştir. İnsanlaşmak, modernleşmek kolayca gerçekleşen bir şey değildir; emek ve çaba gerektirmektedir. Atatürk devrimlerine ve yeniliklerine bir bütün olarak bakıldığında, sosyo-kültürel alanda, Kopernik devrimine benzer bir devrim yaratmaya çalıştığı söylenebilir. Nitekim bilgi ve değerleri göksel kaynaklarda ve kutsal metinlerde arayan bakış açısını terk edip, dinamik ve eleştirel bir zemin olan dünyevileşmeye yönelmiştir. İlhamını gökten aldığını söyleyen bir bakış açısından halktan alan bir bakış açısına dönüş yapılmıştır. Bu yönüyle inancı, bireyselleştirmeye çalışmıştır. Bunu görmek için, sanayileşme, yönetsel yapı, kadın hakları, siyaset, hukuk, bilim, eğitim vb. alanında yapılan köklü değişimleri, eskiyle kıyaslayarak anımsamak yeterlidir. Yapılanların yeterli olmadığının Atatürk de farkındadır ve faaliyetlerinin ekseni olarak aklı ve bilimi göstermektedir. Bu bağlamda 1933’de Cumhuriyet bayramı açılış konuşmasındaki sözleri oldukça manidardır:
“Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı kat’î, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında belki gayelere tamamen erişemediğimizi, fakat asla taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir. Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”
Peki, Atatürk’ün yaptığı devrimler ve yenilikler başarılı olmuş mudur? Halk tarafından benimsenmiş midir? Buna tümüyle evet demek olanaksızdır.
Türk Aydınlanmasının karşısında bulunan, çıkarları ve erkleri sarsılan güçler, Atatürk döneminde boş durmamışlar, daha o dönemlerde emperyalist güçlerle işbirliği yaparak kazanımların altını sürekli oymaya çalışmışlardır. Bu anlamda yaşanan isyanları, yaşanan anomileri anımsamak gerekir. Bu süreç 1945’li yıllarda çok partili siyasal yaşama geçişle ve siyasal yüzümüzü ABD’ye döndürmekle aralıksız perçinlenerek sürmüştür ve bu süreç kesintisiz hala artarak devam etmektedir.
Bu süreçte neler mi yapılmıştır?
Bu süreçte, sürekli aydınlanmanın direği olan laik eğitim sistemi delinmiş; feodal yapıyı ve dogmatizmi desteklediği için kapatılan tarikatlar, tekke ve zaviyeler, cemaat adıyla yeniden diriltilmiş, hatta sivil toplum örgütü unvanına kavuşturulmuş; insan ürünü olan bilgi ve değerleri kutsal kitaplarla ilişkilendiren anlayışlar, insanı ürettiklerine yabancılaştıran söylemler, yeniden boy vermiştir. Yine vicdana indirgenen, tanrı ile insan arasında öznel bir bağa dönüştürülmeye çalışılan din, siyasal alanda geçer akçe olarak kullanılmaya başlanmış, insanların dinsel duyguları siyasal olanın malzemesi haline getirilmiştir. Yani din sömürüsü, öznel alan sömürüsü yoğunlaştırılmış; ticarileştirilmiş, paraya ve oya tahvil edilmeye çalışılmıştır. Hatta neo-Osmanlıcılık hayalleriyle, geçmiş dönem idealize ederek geleceğe model olarak sunulmaya başlanmıştır. Sanki Osmanlıyı Cumhuriyet aydınlanması yıkmış gibi bir sanı oluşturulmuştur. Cumhuriyet aydınlanmasına yönelik, karamalar o denli yoğunlaşmıştır ki, Cumhuriyet’in aydınlanma ve uygarlık projesi, toplum mühendisliği olarak nitelenmeye başlanmış; devrimler yaşama geçirilirken yaşanan anomiler ve kimi olumsuzluklar, devrimlerin ve dayandığı ilkelerin geçersizliğinin kanıtı olarak sunulmaya başlanmıştır. Tarihsel koşulları hiçe sayan bakış açılarının ürünü olarak kimi Marksistler, Atatürkçü aydınlanmayı küçük milli burjuva devrimi olarak niteleyip küçümserken; liberaller, devrimleri, halk talep etmeden yapıldığını bahane ederek üsten inmeci ve anti-demokratik olarak nitelemişler, İslamcılar ise, dini bireyle Tanrı arasında bir bağ olarak gören laikliği, dini değerleri yok etmekle suçlamışlardır. Bu bağlamda, isyanların bastırılışı, harf devrimi, kılık kıyafet devrimi vb.ye meydan okumalara verilen tepkileri bayraklaştırmışlardır. Hatta devletin adını ve yurttaşlarına Türk denilmesini bile eleştirmeye yönelmişlerdir. Bunlara, Cumhuriyet’in ulus devlet inşası bağlamında dil birliği, kültür birliği, ülkü ve inanç birliği oluşturmak için yaptığı kimi devrimlerin, çeşitli kesimlerce kasıtlı olarak yapılmış bir asimilasyon olarak sunulmasını da eklemek gerekmektedir. Bu savlar, son on yıllarda o denli çoğalmıştır ki, Cumhuriyet’in aydınlanmacı değerlerine ilişkin topyekûn savaş açıldığı gibi bir izlenimin uyamaması imkânsızdır.
Bu savlar haklı mıdır?
Bu savlar, büyük ölçüde anakronizm doludur; hümanist Cumhuriyet aydınlamasının değerlerini, günümüz dünyasının postmodern değerleriyle eleştirmeyi ereklemektedir. Bu eleştirilerin, eleştirilerde kullanılan postmodern değerlerin temellendirmesini içerdiği söylenmez. Sade eleştir ve yıkma odaklı olduğu izlenimini uyandırmakta, alternatif bir yeni değerler dizgesi önermemektedir. Bu tartışmalar, çoğunda haklılık payı olmamak, tarihsel gerçekleri saptırmakla birlikte, olağan karşılanabilir; ancak sorun şudur:
Aydınlanmacı, hümanist-laik değerler oturmadan, bu değerler yerleşmeden, bu değerlere yönelik, etnik, dinsel, cinsel vb. postmodern saldırı, sorunludur. Bu saldırlar, laik ve demokratik temelde yapılanan özgürlük, barış, kardeşlik, hoşgörü vb. getirmemekte; daha çok etnik, dinsel, mezhepsel, cinsiyetçi vb. çatışmaya ve ayrışmaya neden olmaktadır. Daha da kötüsü, öznel olanın, öznel yaşamı ilgilendiren hemen her şeyin devlete ve kamusal olana taşınmasına yol açmaktadır. Devletin tarafsızlığının simgesi olabilecek laik ve hümanist değerleri gözden düşürmektedir. Birlik ve beraberlik ruhunu yok etmektedir. Türkiye, Atatürkçü hümanist aydınlanmadan uzaklaşmakla, ayrışmakta, ayrışma ve çatışmaya doğru sürüklenmektedir. İnsanları birbirine bağlayan bağlar zayıflamaktadır.
Tüm bunlara rağmen umutsuz olmamak gerekir; çünkü yapıldıkları dönemde, alt yapısı olmayan Cumhuriyet’in hümanist aydınlanmacı değerlerinin, tarihsel süreçte, şu ya da bu biçimde kimi alt yapıları oluşmuş ya da oluşturulmuş gibi gözükmektedir. Aslında içinde yaşadığımız dönemdeki toplumsal tartışma ve kırılma noktalarında çoğulcu bir sesle karşılaşmamız anılan saptamamızın bir uzantısıdır. Yani bunun cumhuriyet aydınlanmasının içkin bir sonucu olarak görmek de olasıdır. Çünkü Cumhuriyet aydınlanması, tebaadan bireye, kişiye geçişi arzulamıştır. Fakat burada sağduyu çok önemlidir; sağduyu yittiğinde, durum her an tersine dönebilir. Böylesi tartışmalar ne saltanatın olduğu Osmanlı’da ne de yeni kurulan Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yapılabilirdi. Saltanat döneminde imkânsızdı; saltanat kutsanmıştı; Cumhuriyet’in ilk yıllarında da yapılmazdı; Cumhuriyet’in değerleri yeni inşa ediliyordu. Demokrasiyle devrim bir anda yürümemektedir. Buna rağmen bu tartışmaların temelinin, Cumhuriyet’in, laiklik, insan hakları, kadın hakları, demokrasi ve çağdaşlaşma gibi olgularla atıldığı açıktır. Toplum, tüm engellemelere rağmen Cumhuriyet’in aydınlanmacı değerleriyle belli bir olgunluğa ulaşmıştır.
Gittikçe olgunluğu artan Türk toplumunun nesnel temelde geçmişinin muhasebesini yapması kaçınılmazdır. Bunu engellemek toplumun sağlıklılaşmasını engellemeye çalışmak demektir. Ama bu muhasebenin anakronizme düşmeden, tarihi tarihsel zeminine oturtarak ve tarihsel koşul ve belgelere bağlı kalınarak yapılması gerekmektedir. Hatta bu muhasebeye yönelenlerin, bakışlarını olumlu ve olumsuz olana diyalektik bakarak şekillendirmeleri gerekmektedir. Bu anlamda her dönemi, o dönemin ufku içinde değerlendirmek kaçınılmazdır. Bu tarihsel bakışın nesnel dayanağıdır. Bugünün değerlerinden yola çıkıp geçmişi eleştirmek, yargılamak ve buradan bir öteki çıkarmak, ulusun kurucu değerlerini ve kurucu liderini altüst etmeye çalışmak anlamsızdır. Ancak sağduyulu, belgeye dayalı, anakronizm içermeyen, eleştirel bir bakışla, geleceğe daha umutla bakabilir; birleşerek, özgürlük, laiklik ve demokrasi temelinde sürekli aydınlanmayı toplum olarak ilkeleştirebiliriz. Toplumun, emekle kazanılmış aydınlanmacı değerlere sahip çıkması, Cumhuriyet’in laik ve hümanist değerlerinde uzlaşması ve bu özden yola çıkarak daha fazlasını talep etmesi gerekmektedir. Eğer salt eleştiri ile yetinilir, geleceğe ilişkin yeni umutlar yaratılamazsa, toplumun kendisine moral yaratması olanaksızdır. Tarih elbette önemlidir; ancak ‘tarihi olan’ insanın ve toplumun geleceğini çalmamalıdır. Türkiye’de tarihin, anakronizmle, Türk toplumunun düşünsel açıdan parçalanması, kin ve düşmanlık için kullanılması yaygınlaşmaktadır ve bu kötü sonuçlar doğurabilecek bir tutumdur. Bu yüzden Atatürk’ün de dediği gibi, hayatta her şey için, maddiyat için, maneviyat için yaşamda başarı için, en gerçek yol göstericinin bilim ve fen olduğunu unutmamak gerekmekte; her daim kurucu özden yola çıkarak yeni bilgilere ve değerlere uzanmak gerekmektedir. Bu devrimcilik, diğer bir deyişle sürekli aydınlanmanın olmazsa olmazıdır.
———————————-
Kaynak:
https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Hasan-Aydin/ataturk–devrimler-ve–elestirilerin-elestirisi–21076