Atatürk Döneminde Türk Ekonomisinin durumu genelde iki aşamada incelenmektedir:
1) 1923-1932: Özel sektöre dayalı kalkınma dönemi,
2) 1933-1938: Devletçilik dönemidir.
Atatürk’ün Ilımlı Devletçilik, Karma Ekonomi, Planlı Devletçilik ve Devletçilik gibi adlarla anılan Kemalist Ekonomi Modeli’nin özellikle İktisat Bakanı Celal Bayar dönemindeki başarılı uygulamaları sonunda genç Türkiye Cumhuriyeti çok önemli bir ekonomik kalkınma hamlesi yapmıştır. 1923-1930 arasındaki kısmi kalkınma döneminin ardından, 1929 Dünya Ekonomik Krizi’ne rağmen, 1932-1938 arasında tam anlamda bir ekonomi mucizesi gerçekleşmiştir[1].
1) 1923 – 1932 DÖNEMİ:
Bu dönemde Cumhuriyet Hükümetlerinin iktisat politikası, özel sektöre dayalı tedbirlere dayanır. Devlet eli ile doğrudan doğruya yatırım yapmak istemeyişleri bu devrin temel özelliğidir. Devletin iktisat politikası, özel sektörü ve özel yatırımları hukuki ve ekonomik tedbirlerle teşvik etmeyi ana hedef olarak seçmiştir. 1923’de hükümet İzmir’de bir iktisat kongresi toplamıştır[2].
Ekonomide Mustafa Kemal dönemi 17 Şubat 1923’te İzmir’de başlar. Bu tarihin başlangıç olması, İzmir İktisat Kongresi’nin o gün açılmasından değil, Mustafa Kemal’in orada yaptığı açılı konuşmasının çarpıcı özelliklerindendir. Kongre, Cumhuriyetin kuruluş dönemi için ilk Türk iktisat Kongresi olmuştur. Kongre gruplara göre düzenlenmiştir: Çiftçi Grubu, Tüccar Grubu, Sanayi Grubu ve İşçi Grubu benimsedikleri ekonomik esasları ortaya koymuşlar ve bunlar teker teker oylanmıştır. İstanbul’un ticaret (ve sermaye) çevreleri, “Ekonomi bizden sorulacaktır!” sözünü henüz Milli Mücadele 1922’de Ankara’nın amaçladığı seyir içinde sonuçlanmadan söylemeye başlamışlardır. Dış temaslarını, İstanbul’da, savaş sonrası dönem için dışa açık bir İktisat Kongresi toplamak üzere sürdürmüşlerdir, Ankara yönetimi, Lozan görüşmelerinin ilk aşaması sırasında öne geçmiştir. İstanbul’un bu girişimini İzmir İktisat Kongresi’ne çevirerek, yaşanan sürecin özünde siyasal olduğunu ve ekonominin siyasetten koparılamayacağını göstermiştir. Kongre bir başarıdır. Ama ekonomik olmaktan önce siyasal başarıdır. Çünkü Lozan görüşmelerinin özellikle ilk döneminde, neler getireceği belli olmayan 1923 yılında bir tür iktidar boşluğu havası yaygındır. Rejimin ve iktidarın henüz adı konulmamıştır. Kongrenin başarısı, yani siyasal başarı Mustafa Kemal’e aittir. Kongreye riyasetle değil hitabetle ve siyasetle egemen olmuş ve damgasını vurmuştur. Uzun açılış konuşmasında önce Osmanlı’nın tüm geçmişi ile hesaplaşmış (yani, “geri dönüş yok!” demiş) ve “Yeni iktidar bizleriz!” diye bitirmiştir[3]. “Bizler”in kimler olduğu henüz kesin değildir. Ama Mustafa Kemal Kongrede yeni iktidar biziz” demektedir. İzmir, Mustafa Kemal için kongrelerin sonuncusudur. 1923 yılında süren iktidar boşluğu havası ise, 29 Teşrin-i evvel’de (Ekim) son bulacaktır.
“Uzun gafletlerle ve derin lâkaydi (umursamazlık) ile geçen asırlar bünye-i iktisadiyemizde (ekonomik yapımızda) derin yaralar” açmıştır. “Bir milletin doğrudan doğruya hayatı ile alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Türk tarihi tetkik olunursa inhitat esbabının (gerileme nedenlerinin) iktisadi mesailden (ekonomik sorunlardan) başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır… Şimdiye kadar hakiki manasiyle millî bir devir yaşamadık, binaenaleyh millî bir tarihe malik olamadık.” Mustafa Kemal, geçmişle ilk kez çok berrak ve geçmişin askeri başarılarında herhangi bir sığınma noktası olmayacağını vurgulayarak hesaplaşırken kesin bir çizgi çeker. Bütün bu askeri seferlerin günümüze herhangi bir ulusal kazanç ve birikim getirmezken, bizi iktisadiyatla (ekonomi dünyası ve düşüncesiyle) ilgilenmekten alıkoyan niteliğini kuvvetle vurgular[4]:
“Mesela, Fatih İstanbul’u zaptettikten sonra, yani Selçuki saltanatıyla Şarkı Roma imparatorluğuna tevarüs eyledikten (miras yoluyla sahip olduktan) sonra Garbi Roma İmparatorluğu’na da konmak istedi. Bunun için de bütün milleti bu hedefe doğru sevketti. Mesela, Yavuz Selim, Fatih’in açtığı garp (batı) cephesini tesbit ile beraber (kımıldatmaksızın) Asya İmparatorluğu’nu birleştirerek büyük bir İslam İttihadı (birliği) meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman her iki cepheyi tevsi etmek (genişletmek) bütün Bahr-ı Sefidi (Akdeniz’i) bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi (kurmak) gibi şahane bir siyaset takip etmek (izlemek) istedi ve bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı. Osmanlı Hakanları asıl olan ( … ) noktayı unuttular. Bütün ef’al (eylem) ve harekâtlarını hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilat-ı dahiliyeyi (iç düzeni) siyaset-i hariciyeye (dış siyasete) uydurmak mecburiyeti hâsıl olunca zaptettikleri mahaldeki anasırı (yerlerdeki unsurları, yerel halkı) olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde (tutma zorunluluğunda) kaldıktan başka, onlara ‘istisnalar’ (ayrıcalıklar), imtiyazlar (öncelikli haklar) bahşettiler. Diğer taraftan, ‘unsur-u asliyi’ uzun seferlerde, fütühat (fetihler) meydanlarında dolaştırdılar ( … ) bu suretle kendi kendini tahrib etmiş (yakmış) oluyorlardı.[5]”
Mustafa Kemal için, her şeyin can alıcı noktası burasıdır. Sadece Kongrenin değil, gelecek yıllarda geçmişi değerlendirecek olanların da atlamaması gereken nokta buradadır:
“Bu itibarla ‘millet’, yani ‘unsur-u aslı’ kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini istihsal (yaşamının asıl nedenini elde edebilmek) için çalışmaktan mahrum (yoksun) bir halde bulunuyordu… Bu tacidarlar (yönetici beyler) milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar (yerinmiyorlar), ( … ) ecnebileri memnun etmek için ‘unsur-u aslinin hukukundan, menabi-i iktisadiyesinden’ (aslı unsurun haklarından, ekonomik kaynaklarından) birçok şeyleri ‘atiyye’ (ödül) olarak onlara bahşediyorlardı…
Millet eviyle ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden memnu (yaşamının asıl nedeniyle uğraşmaktan alıkonmuş) olarak diyar diyar dolaştırılıyorken, bu diyarlar halkı birçok imtiyaza malik olarak çalışıyor, yani Fatihler ‘unsur-u asliyi peşine takarak kılıçla fütühat yaparken, zaptolunan memalik (ülkeler) ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle (özerkliklerle) sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı.
Fakat efendiler, ‘alelacele fütühat yapanlar sabanla fütühat yapanlara’ binnetice (sonuçta) terk-i mevki etmeye (yerlerini bırakmaya) mahkümdur!”
Mustafa Kemal’in ‘unsur-u asli’si halk sınıflarıdır. Üretici kitledir. Mustafa Kemal’in ağzından, “unsur-u asli” yüzyıllarca kendini esas işinden, yani, üreticilikten yoksun bırakanlarla hesaplaşmaktadır. Fethedilecek şey topraktır; ama kılıçla değil sabanla fethedilecek topraktır. “Saban tutan el, kılıç tutan eli mutlaka yener[6].”
“İSTİKLAL-İ TAM”
Geçmişle hesaplaşma sadece Osmanlı hakanları ile değildir. Onların yarattığı zemin üzerinde büyüyen dış dünya güçlerine dönüktür. Ve o hesaplaşma 17 Şubat 1923’e kadar gelmektedir:
“Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri (istilacıları) unsur-u asli ile beraber ‘sabanın önünde mağlup’ olup ric’ata (geri çekilmeye) başladıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiye-i Şahane (padişahın ikramı) olarak ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dâhilindeki gayrı müslimlere verilen her şey hukuk-u müktesebe (kazanılmış hak) telakki olundu ( sayıldı). Ecnebiler bununla iktifa etmediler (yetinmediler), hergün bunu tevsi (genişletmek) için çareler aradılar ve buldular. ..
Ecnebiler bir taraftan anasır-ı dâhiliyeyi (içerideki gayrı müslimleri) teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet ve Millet aleyhine ‘yeni imtiyazlar’ alıyorlardı. Bu tazyikat-ı mütemadiye (sürekli baskı) altında zaten fakir düşmüş olan anayurdu ve unsur-u aslî, devlete verebilecek parayı güç tedarik edebiliyordu. Fakat tacidarlar, saraylar, bab-ı aliler debdebeyi idame (gösterişli yönetimi sürdürmek) için paraya muhtaçtılar. O çareler de ‘harici istikrazlar akdi’ (dış borç sözleşmesi) oluyordu. Fakat istikraz şeraitini (borçlanma koşullarını) o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamağa başladı. Düyun-u Umumiye belasını başımıza çöktürdüler.
Bir devlet ki, tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rüsum vb tanzimi hakkından menedilir; bir devlet ki, ecnebiler üzerindeki hakk-ı kazasını tatbikattan (yargılama hakkını uygulamaktan) mahrumdur. O devlete müstakil (bağımsız) denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahalat (dıştan karışmalar) bundan daha fazladır. Milletin ihtiyacat-ı iktisadiyesinden (ekonomik gereksiniminden) olan mesela şömendöfer (demiryolu) inşası, mesela fabrika yapmak için devlet serbest değildir! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa (yapmaya girişirse) behemehâl müdahale olunurdu (mutlaka dıştan karışarak durdururlardı). Hayatını teminden aciz olan bir devlet ‘müstakil olabilir mi?’ Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, ‘Türk milleti esir vaziyetine’ getirilmişti… İstiklal-i tam (tam bağımsızlık) için şu düstur vardır: ‘Hâkimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir’ (Ulusal egemenlik ekonomik egemenlikle taçlandırılmalıdır)… Yegâne kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır. Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle terviç edilemezse (süslenemezse) semere, netice payidar (kalıcı) olamaz[7].”
Mustafa Kemal yaklaşılan, fakat henüz erişilememiş noktanın tam bağımsızlık olduğunu vurguluyor. Yolun yarısına erişilmiş, belki yarı yol geçilmiştir. İki ilke ortakça benimsendiği için buraya erişilmiştir: Misak-ı Millî’nin özü ve Teşkilat-ı Esasiye ile benimsenen değişmez haklar. Bunları birilerine hatırlatmak istercesine konuşmasında yinelemektedir. Birileri, olsa olsa Kongreye katılanları, katılmayanlarıyla ilk birikimin sahipleridir. Önemli ağırlıkları vardır. 1919’da başlayıp 1922 sonbaharında bir zaman kesiti bitmiş ya da bitmekte gibidir. İlk birikim varlıkları korunmuştur. Ancak, tam güvence, tam bağımsızlıktadır. Oraya da “birlikte” ilerlemek gerekmektedir. Neler getireceği belli olmayan 1923 yılının ve Lozan sürecinin başında vurgulanan budur. Çünkü kazanılan askeri zaferden sonra yeni zaman, bazıları için yoldan dönme zamanı da olabilir. Askeri zaferi mutlaka ekonomik zaferle taçlandırmak şarttır. Unsur-u asliyi sabanın sahipliğine yerleştirmek gerekmektedir. Dış dünya ile hesaplaşmanın sonu yaklaşmıştır, az kalmıştır:
“Konferanstaki muhataplarımız (karşımızdakiler) bizimle üç dört senelik değil, üçyüz ve dört yüz senelik hesabatı rü’yet ediyorlar (hespları görüyorlar) ve hala muhataplarımız ‘Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığını’ ve ‘bugün yeni Türkiye’nin’ mevcudiyetini, bunu kuran milletin çok azimkâr imanlı ve celadetli (yaman) olduğunu İstiklal-i tam ve hâkimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakârlık yapamayacağını’ hala anlayamamışlardır. Bu yüzden İtilaf Devletleri (İngiltere, Fransa ve müttefikleri) düçar-ı tereddüt oldu (tereddüte düştü). İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. ‘Bu millet için tereddüt devirleri çoktan geçmiştir’[8]…
Biz kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Her medeni milletin malik olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız meşrudur, bize lazımdır.
Görülüyor ki, bu kadar kat’i (kesin) ve yüksek bir zafer-i askeriden (askeri zaferden) sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan meneden esbab (nedenler) doğrudan doğruya esbab-ı iktisadiyedir (ekonomik nedenlerdir), mülahazar-ı iktisadiyedir (ekonomik düşünce tarzlarıdır). Çünkü bu devlet bu millet ‘hâkimiyet-i iktisadiyesini’ (ekonomik egemenliğini) temin ederse (sağlarsa) o kadar kuvvetli bir temel üzerinde yerlemiş ve teali etmeye (yükselmeye) başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olmayacaktır[9]”
İzmir İktisat Kongresi’nde grupların istekleri hemen tümüyle somut önerilerdir. Geçmiş yıllarda yaşanan birikimin ürünleridir. İşçi, çiftçi, tüccar ve sanayici olarak Türklerin ekonomi ile tanışma döneminin izlenimleri ve dersleridir. Zengin bilgiler taşımaktadır.
İzmir İktisat Kongresine katılan 1300 delege, tüccar, işçi ve köylü sınıflarına mensuptular. Müzakerelerin sonunda Kongre bir -Ekonomi Politikası- tesbit edip, bunun ışığında hükümete bir rapor sunmuştur. Bu politikanın ana esasları şu şekilde özetlenebilir:
1°) Kredi müeseselerinin kurulması ve sanayiin teşviki için gerekli kanunların çıkarılması. Millî sanayiinin korunması için gümrük vergisinin artırılması.
2°) Millî ürünlerin ulaşımı için demir ve deniz yolları ulaştırma ücretlerinin azaltılması.
3°) Mühendis yetiştirmeyi hedef alan teknik eğitimin genişletilmesi[10].
Hükümet, kongrenin raporunu ana hatlarıyla kabul etti ve uygulamaya koydu. Hükümetin desteğiyle iş Bankası kuruldu. Bu banka özel sektör sanayii yatırımlarına yardım gayesi ile kurulmuştu. 1927’de hükümet, yeni teşebbüsler kurulmasında bazı mali engelleri kaldıran ve bürokratik işlemleri kolaylaştıran “Sanayii Teşvik Kanunu”nu çıkardı. Ziraat Bankası’na geniş kredi imkânı sağlandı. Devlet Yatırımlarını finanse ve idare etmek üzere Sanayi ve Yatırım Bankası kuruldu. Bilindiği gibi genel olarak özel teşebbüsün zayıf ve kararsız olduğu kalkınmakta olan memleketlerde, sanayii alanındaki yatırımlar, çoğu kere devletin görevi olarak kabul edilmektedir. Devlet yatırımları, böylece, millî ve içtimai bakımdan önemli, fakat normal pazar şartları içinde derhal gelir sağlamayan sınai projelerin gerçekleşmesi için elverişli bir araç olabilmektedir. Bu dönemde uygulamaya konan iktisadi politika, sanayileşme için başlangıç niteliğindeki yatırımları gerçekleştirmeyi kısmen başardı. Birkaç özel sanayi teşebbüsü kuruldu. Mesela: 1927’de Sanayii Teşvik Kanunu’ndan faydalanan şirketlerin sayısı 342 iken, 1932’de 1473’e ulaştı. Bu yıllarda işçi sayısı 17.000’den 62.000’e yükseldi. Üretimdeki artış da önemli sonuçlara ulaştı[11].
Gelişmeye rağmen, varılan sonuçlar öngörülen seviyelerin altında olup, yeterli değildi. Bu dönemde bazı yabancı firmalar Lozan Anlaşması hükümlerine göre prensip olarak, her türlü imtiyaz lağvedilmiş olmasına rağmen, bu konudaki farklı statülerinden faydalanmaya devam ediyorlardı. Beş yıl boyunca bu firmalar imtiyazlarını ellerinde tuttular. Bununla beraber bu yabancı firmalar ve içerdeki özel teşebbüs kuruluşları yetersiz olan teşvik politikaları içinde idi. Birkaç Türk sermayedarının ürkek teşebbüs tutumu ve yabancı yatırımcıların ilgisizliği karşısında hükümet büyük hayal kırıklığına uğradı. Beliren acı gerçek, 1930’dan itibaren özel teşebbüsün memleketin ihtiyacına cevap verecek yapıda olmadığıdır[12].
Bu başarısızlığın sebeplerini şöyle ifade edilebilir;
1) Sanayii desteklemekte yetersiz kalan gelişme imkânı vermeyen altyapı yatırımları ve bunların güçsüzlüğü,
2) Müteşebbislerin yatırım şevkini artıracak iç pazarın olmayışı,
3) Kapitülasyonların korkunç hatırasının tesiri ile işe yabancı sermayeyi millileştirmekle başlayan hükümetin, memlekete yabancı sermayeyi yeni şartlarla davetine engel olan tutum,
4) Büyük hacimde sermaye birikimi olmaması ve banka teşkilatının yetersiz kalması büyük projelerin gerçekleşmesine imkân vermediğinden, özel sermaye ancak küçük projeleri gerçekleştirebildi.
5) Özel sermaye kısa dönemde gelir sağlayacak sahalarda yatırım yaparak çok daha sonra kazanç getirecek projelerden sakındı.
6) İş adamlarının niteliği ve sayısındaki yetersizlik ile bunların teşkilatsızlığı özel sektörü güçsüz kılan bir diğer önemli unsuru oldu[13].
Yabancı güçlerin Türkiye’de iktisadi ve diğer sahalardaki imtiyazları Lozan Anlaşması ile lağvedilmişti. Ancak bu anlaşma yeni hükümete gümrük vergisi koyma hakkını vermemişti. Gümrük vergisi, yerli sanayii himaye edemiyecek kadar azdı. Bundan dolayı kalkınmış bir millet olma arzu ve iradesine, rağmen, bu devirde iktisadi kalkınma yolunda pek az şey yapılabildi.
Böylece hükümetin çabaları, bilhassa içtimai reform ve savaşın sebep olduğu yıkımın onarılmasına gayretleri üzerine yoğunlaştırıldı. Öğretimin yeniden düzenlenmesi ve yaygınlaştırılması için gayret sarf edildi.
1929 yılında Lozan anlaşmasının amir hükmüne dayanılarak gümrük himayesi sağlayan yeni bir kanun kabul edildi. Bununla birlikte özel sanayi kesimi için çeşitli teşvik tedbirleri getirildi: Kredi kolaylığı ve vergilerin indirilmesi en önemlileri idi. İthalat değer ve miktarının azalması sayesinde ödemeler bilançosu, Osmanlı borçlarının ödenmesine imkân verecek şekilde fazlalık gösterdi. 1929 buhranının Türk ekonomisi üzerinde önemli tesirleri oldu ve zorlukların atlatılması işin çeşitli tedbirler alındı[14].
1930’larda memlekette idarecilik sorumluluğunu taşıyanlar, artık, özel teşebbüsün, geri kalmışlığın üstesinden gelemeyeceği inancına varmışlardı. 1933’den itibaren devlet, yukarıda açıklanan sebeplerden dolayı, bilhassa müteşebbis sınıfın yani yatırım yapmayı arzulayan kimselerin hemen hiç olmayışı ve sermaye noksanlığı yüzünden iktisadi faaliyete enerjik bir şekilde müdahale etmiştir. Bu iktisat politikasına “Devletçilik” denmektedir. Devlet sermayedar açığını bizzat kapamak istemektedir. Diğer taraftan bu iktisat politikasında Devletçiliğin icabı olarak yetersiz tasarrufun yerini, mecburi tasarruf almıştır[15].
2) 1933-1938 DEVLETÇİLİK DÖNEMİ:
1933 – 1938 yılları, yeni Türkiye’nin sanayileşme yıllarıdır. Bugünkü ekonomik yapımızın asıl temelleri bu devrede atılmıştır. Bir plan yardımıyla kalkınma kavramı, bu devirde uygulamaya konmuştur. Devlet, bu dönemde bizzat sınai teşebbüsleri için yatırım yaptı. Bu politikanın sayesinde mülk sahibi olan Devlet, aynı zamanda işletmenin sevk ve idaresini kendi eline aldı.
Hükümet 1933 -1939 devresini içine alan ilk beş yıllık planı hazırlayıp, tatbikatını kamu kuruluşları ve karma şirketlere bıraktı. Türkiye, Dünyada ilk defa plan tatbik eden memleketlerden biridir[16].
1925’te Aşar Vergisi’nin (Osmanlı Döneminde köylülerden ürettikleri tarım ürünleri için %10 oranında alınan vergi) kaldırılması, 1927’de “Teşvik-i Sanayi Kanunu”nun kabulü ve 1929’da gümrük tariflerinin kontrolüyle canlanan ekonomi, 1933’teki I. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın ardından başlayan ağır sanayi hamlesiyle dosta düşmana parmak ısırtacak bir başarı elde etmiştir. 1929-1938 arasında ağır sanayi üretimi %152 artarken toplam sanayi üretimi %80 artış göstermiştir. Kömürde % 100, kromda %600, diğer madenlerde %200 artış olurken, demir üretimi sıfırdan 180.000 tona çıkmış, şeker üretimi 200 misli artmıştır. 1930 yılında “Türk Parası’nın Kıymetini Koruma Kanunu”nun çıkarılması ve yine aynı yıl Merkez Bankası’nın kuruluşu çerçevesinde, Türk Lirasının İngiliz Sterlini, ABD Doları ve İtalyan Lireti karşısındaki değeri yükselmiştir. Türk ekonomik rezervleri yaklaşık altı kat artmış, Türk Lirasının dünya pazarlarındaki değeri dolara karşı yükselmiş, 1930’da 1 dolar 2.12 lira, 1939’da ise 1 dolar 1.2 lira olmuştur. Ulusal bankaların sayısı giderek artmıştır. Ülke genelinde 1924’te 19 ulusal banka varken (15’i yabancıların) 1938’de bu sayı 39’a yükselmiştir (9’u yabancıların). 1923 yılında ithalat ve ihracat arasındaki fark (-60) iken, başarılı ekonomik politikalar sonunda 1938’de bu fark (-5)’e düşmüştür[17].
Atatürk’ün gerçekleştirdiği tarım devrimiyle Türkiye hem kendi kendine yetebilen bir tarım ülkesi haline gelmiş, hem de birçok tarım ürününü ihraç etmeye başlamıştır. Pamuk üretimi 1920’de 20.000 tondan, 1927’de 120.000 tona, 1932’de 165.000 tona çıkmıştır. Tütün üretimi 1923’te 20.500 tondan 1927’de 64.400 tona çıkmıştır. Üzüm üretimi 1923’te 37.400 tondan 1927’de 40.000 tona çıkmıştır. Buğday üretimi 1923’te 972 tondan 1939’da 3636 tona çıkmıştır. Aynı dönemde 145.000 ton zeytin, 40.000 ton fındık, 28.000 ton incir üretilmiştir. 1923’te 15 milyon olan koyun sayısı 23 milyona, 4 milyon olan sığır sayısı ise 9 milyona ulaşmıştır. Atatürk döneminde 1923-1929 yılları arasında, tarımsal üretimin yıllık büyüme hızı %8.9’u bularak millî gelir büyüme hızını (%8.6) geçmiştir. 1930-1939 yılları arasında küresel kapitalizmin yaşadığı büyük buhranın olumsuzluğuna karşın, tarım kesimi büyümesini sürdürmüştür. Bu dönemde tarımda yıllık büyüme hızı %5.1 olarak gerçekleşmiştir.
Toprak Reformu konusunda özellikle 1934 yılındaki “İskân Kanunu”ndan sonra çok ciddi adımlar atılmış Genç Cumhuriyet 1923-1938 arasında toplam 246.431 aileye toplam 9.983.750 dekar toprak dağıtmıştır. 1923’te 4.112 kilometre olan demiryolu uzunluğu, 1938’de 7.132 kilometreye ulaşmıştır. Aynı dönemde karayolları ise 22.053 kilometreden 41.582 kilometreye çıkmıştır. 1923-1926 yılları arasında 27.850 kilometre köy yolu açılmış onarılmış ve düzeltilmiştir. 1929 Dünya Ekonomik Krizi’ne rağmen 1924-1938 arasındaki büyüme hızı % 10’un altına düşmemiştir. Enflasyonsuz büyüme gerçekleştirilmiş, GSMH 3 katına, kişi başına millî gelir 2 katına çıkmıştır. 1923-1938 arasında 11 yıl boyunca gelir gider eşitliği sağlanmış (denk bütçe), 3 yıl gelir giderden fazla olmuştur. 1938’e gelindiğinde Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın vardır. Şeker, çimento, kereste ve deri ürünlerinde millî ihtiyacın tamamı, yünlü dokumada %83’ü, pamuklu dokumada %43’ü, kâğıtta %32’si, camda ve cam eşyada %63’ü millî üretimle karşılanmıştır. 1938’de devletin Osmanlı borçlarından başka borcu yoktur. Türkiye 1926’dan itibaren kendi uçağını kendisi yapan bir ülke haline gelmiştir. Neresinden bakılırsa bakılsın bunun adı bir ekonomi mucizesidir. Bu mucizeyi küçümsemek, bu mucizeye imza atan o yoksul ulusa ve bu mucizenin baş mimarı Atatürk’e yapılmış büyük bir saygısızlıktır[18].
Kemalist Ekonomi Modeli, kendisinden önceki ekonomik modellerden (kapitalizm ve sosyalizm) yararlanmakla birlikte, kendine özgü nitelikleriyle bu modelleri aşan; öncelikle, “Batırılan bir ülke nasıl kurtarılır?” sorusuna uygulanabilir ve dolayısıyla gerçekçi yanıtlar veren bir modeldir. Savaşta ve barışta krizden çıkış reçeteleri sunması bakımından dikkate değerdir. Bu reçeteler, modelin kuramcısı Atatürk tarafından bizzat denenerek hazırlanmıştır. Atatürk bu ekonomik model sayesinde önce çok kötü ekonomik koşullarda bir Kurtuluş Savaşı kazanmış, sonra Osmanlı’dan kalan borç yükü altında ezilmeden yeni bir devlet kurmuş ve son olarak da bu devletin 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nden Devletçilik ilkesi uygulamalarıyla güçlenerek çıkmasını sağlamıştır. Bu nedenle Kemalist Ekonomi Modeli dünyadaki ezilen sömürülen mazlum milletlerin kurtuluş reçetesidir.
Kemalist Ekonomi Modeli, dış borçlanmaya temkinli yaklaşan, kendi ekonomik kurallarını kendisi belirleyen, yerli üretimi ve ihracatı artırmayı amaçlayan, özel teşebbüsü-sermayedarı dışlamayan, ama buna karşılık temel ekonomik yatırımlarda devletçi kalkınmayı öngören, bağımsız ve ulusal bir ekonomiyi amaçlayan demokratik ve halkçı bir modeldir.[19]Atatürk Türkiye’si Dünya ekonomik bunalımını aşarken o günlerde Dünyanın süper güçlerinden olma yolunda yürüyen ABD’de şunlar yaşanmaktadır:
1920-1929 Amerika ve Büyük Bunalımı
24 Ekim 1929 günü New York Borsasında kurlar çöktü ve ABD, tarihinin en büyük ekonomik bunalımıyla karşı karşıya geldi. Binlerce şirket iflas etti, bankalar kapandı ve milyonlarca insan işsiz kaldı. Günlük geçimlerini bile borsaya yatıran Amerikan halkı perişan oldu, toprak sahibi çiftçiler, gündelik işlerin peşine düşen işsizler haline geldiler. Piyasa satılamayan mallarla doldu, tarım ürünü fiyatları yapılan masrafı çıkaramaz hale geldi. Oysa 1920’ler bolluk ve zenginliğin göz kamaştırıcı yıllarıydı. Her aileye ulaşacak olan otomobilleri rahat ve güvenli yollar, radyo, içki ve cazın baştan çıkarıcı coşkusu, en büyük otel, en yüksek iş hanı ve en büyük süper pazarın inşasıyla, Amerika’da bir “rüya ülkesi” yaratılıyordu. Savaş sonrasında gerçekleştirilen ekonomik büyüme, her türlü rüyayı hak edecek düzeydeydi. 1920-1929 Arasındaki dokuz yılda ABD’nin gelir kaynakları % 54 artmıştı. Bu artışın düzeyini ve sağladığı zenginliği anlamak için, Amerikan ekonomisinin dev boyutunu unutmamak gerekiyor. Yine aynı dönemde çelik üretimi % 70, kimyasal maddeler üretimi % 94, petrol üretimi % 156, otomobil üretimi % 255 artmış; ulusal gelir 56.5 milyar dolardan 87 milyar dolara yükselmişti. Üretim artışları bu dört alanla sınırlı değildi. Sanayinin tüm dallarında büyük oranlı üretim artışları sağlanmıştı. Gerçekleştirilen ekonomik büyümeye karşın, bu varlıklı ulusun tüm kesimlerini içine alan dev boyutlu bunalım, neden ortaya çıkmıştı? Hızlı zenginleşme nasıl oluyor da risk içerebiliyordu? Bunalımın nedenleri, aynı zamanda bu soruların da yanıtlarıydı[20]:
Bunalımın nedenleri:
1- Yaratılan zenginlik, belirgin bir biçimde eşitsiz olarak dağıtılıyordu. Ücretlerdeki artışlar fiyat artışları tarafından yutuluyor, ulusal gelirin çok büyük bölümü, iş karları ve zenginlerin gelirleri olarak bankalara akıyordu. 1929 yılında nüfusun yirmide birini oluşturan üst gelir gurubu, ülke düzeyindeki tüm gelirlerin üçte birini alıyordu. Amerikan ekonomisi, zenginlerin lüks eşya tüketimine ve kendileri için harcadıkları ya da harcayamadıkları mali kaynaklara bağlı bir ekonomi haline geliyordu. Günümüz Amerika’sında daha büyük boyutlu olarak yaşanan bu durum, ister iş yaşamında ister özel yaşamlarında zenginlerin güvenini sarsabilecek herhangi bir olay, ekonominin gidişine etki yapmasına yol açıyordu.
2- Hızlı üretim artışının doğurduğu pazar gereksinimi, dışa açılmadaki yetersizlikler nedeniyle karşılanamamış, büyük oranda iç pazarla sınırlı kalmıştı. Yüzyıl başında ele geçirilen dış alanlar yeterince kullanılamamış, Pasifik’teki rekabette, silahlı kuvvetlerin yetersizliği nedeniyle, “güvenli” ticari ilişkiler sağlanamamıştı. Sınai üretimindeki aşırı bolluk iç pazarı kısa sürede doyuma ulaştırmış, vitrin ve depolar satılamayan mallarla dolmuştu.
3- Az sayıda zengin kişi ve kuruluşun elinde toplanan hareketsiz para yatırım sermayesine değil, kolay gelir getiren borsaya yönelmişti. 1921’den 1933’e kadar kesintisiz iktidarda kalan ‘Great Old Party’ (Cumhuriyetçi) hükümeti, devletin ekonomik yaşamdaki düzenleyici rolünü reddetmiş ve ısrarla borsa spekülasyonunun gelişmesini desteklemişti. 1920’lerin borsa çılgınlığı, ortalama Amerikan ailelerinin geçim kaynaklarını bile, kısa süreli kâğıt alımlarına ayırmalarına neden olmuştu. Bu ailelerin hakları da vardı; borsa anormal yükselişlerle alıcısına yüksek oranlarda paralar kazandırıyordu. 1929 yazı, Amerikan ekonomi tarihindeki en ‘coşkun’ mevsimdi. O yaz hisse senetlerinin değeri dört yıl öncesine oranla % 400 artmıştı. New York Borsasında her gün 5 milyon değişim işlemi yapılıyordu. Hisse senedi artışları gerçek ekonomik ve ticari gelişmelere değil spekülatif değerlere dayanıyordu. Borsaya giren para hisse artışlarını karşılayacak durumda değildi. Üretime dayanmayan yapay gelir artışları kendini yıkma eğilimini de birlikte getiriyordu.
4- Kâr yönelişleri spekülatif faaliyetlere yönelince, az sermayeyle büyük şirket yönetme eğilimleri artmıştı. Geniş ölçüde holding şirketleri kurma girişimleri, virütik bir salgın gibi toplumun her kesimine yayılıyordu. Bir şirket diğer bir şirketin hisse senetlerinden bir kısmını satın alıyor, bu şirket de başka şirketin senetlerini alıyordu. Böylece bir şirketler piramidi oluşuyor ve en tepedeki şirket, az miktardaki yatırımla, bütün faal firmaların denetimini ele geçiriyordu. Karmaşık yapılarıyla bu piramit holdingleri çıkardıkları ‘halk taahhüt senetleriyle orta gelirli Amerikalılar’dan da büyük paralar topluyorlardı, Şirketlerin birleşme deliliği içi boş sanal bir kandırmacaydı ve kolay fark edilir bir hataydı. Piramit holdingleri, en alttaki şirket üretim yaptığı ve sağlam kaldığı sürece ayakta kalabilirler. Tepedeki şirket alt şirket karlarıyla beslenmelidir. Oysa yapılan, en üst şirketin tüm kâğıt satış gelirlerini alarak, alt şirketleri içi boş hale getirmesiydi. Bu tür holdinglerin çökmesi kaçınılmazdı.
5- Birinci dünya savaşı öncesinde borçlu bir ülke olan ABD, savaş sonrasında dünyanın en büyük alacaklı ülkesi haline gelmişti. Borç alan ülkelerin, aldıkları borcu ödeyebilmek için ihracatlarını arttırmaları borç veren ülkelerin ise alacaklarını tahsil edebilmeleri için bu eğilimi desteklemeleri ve daha fazla ithalat yapmaları gereklidir. Bu yapılmadığında alacaklı ülke, ya alacaklarından vaz geçecek ya da yeni borçlar verecektir. ABD ikinci yolu seçmişti. Gümrük korumacılığıyla ithalatı sıkı biçimde sınırlamaya devam etmiş, bunun sonucu olarak kimi Avrupa ülkeleri borç ödeme sıkıntısı içine girmişti. Bazı alacaklar tahsil edilemezken, ABD borç verecek ülke arıyordu. Belki de Amerikan tarihinde ilk kez, bazı az gelişmiş hükümet yetkililerine borç almaları için rüşvet verildi. 1927 yılında o zamanki Peru diktatörünün oğlu Juan Leguia’ya Peru’nun ABD den 50 milyon dolar borç alması için, 450 bin dolar açıktan ödendi. Mali sermaye hareketlerinin sağlayacağı tatlı karların çekiciliği, gerekli önlemleri almadan sermaye ihracını hızlandırmış ve bu hevesli girişimler bazı borçların geri alınmamasıyla sonuçlanmıştı[21].
Bazı Üniversite öğretim elemanı ve hükümet danışmanı ekonomistler 1929 buhranına başlangıçta yeterli önemi vermediler. Amerikan ekonomisi ‘böyle küçük krizlerden’ fazla etkilenmezdi. Bu geçici sıkıntı kısa bir sürede ortadan kalkacak ve her şey ‘eskisinden daha sağlam’ biçimde yerli yerine oturacaktı. Sorunu daha acıklı kılan da bu tür yaklaşımlardı, ABD yapısal bir bunalımlı karşı karşıya idi ve nedenleri derinlerde yatıyordu. Borsa düşüşü gerçekte kapitalist ekonominin zaaflarını açığa çıkarmış ve denetimsiz bırakılmaması gerektiğini göstermişti. ABD, 1929 bunalımını, her toplumsal bunalım ve her ülkede olduğu gibi devlet önlemleriyle aştı.’ Ayakta kalabilen bir kısım büyük sermayenin, “Amerikan özgürlüğünü, adaletini ve mülkiyet anlayışını tehdit eden bir ihtilalci” olarak, nitelendirdiği Başkan Franklin D.Roosevelt “New Deal” adı verilen politikayı uygulamaya soktu. Başta tarım, sanayi ve bankacılıkla ilgili on üç önemli yasa çıkardı ve hemen uyguladı. Doların değerini % 40 oranında düşürerek ihracatı teşvik etti. İthalata kısıtlamalar getirdi, gümrük vergilerini arttırdı. Tarım ve sanayii devlet desteğine aldı, tarım kredilerini yeniden düzenleyerek çiftçinin zarara uğramasına yol açmadan ekim alanlarını azalttı, tarım ürünlerinin değer kazanmasını sağladı. İçki yasağını kaldırdı, 500 000 işsize devlet orman işletmelerinde iş verdi, birçok işsizi baraj inşaatlarında istihdam etti; bankacılık sistemini yeniden düzenledi ve devletin denetleme yetkisini arttırdı. ABD’nin mali politikalarının belirlenmesini Wall Street’den aldı Washington’ a taşıdı. İşsizlik sigortasını getirdi, yaşlılar için ülkenin her yanında pansiyonlar açtı. Parası peşin ödenmek ve taşıması alıcı ülkeye ait olmak koşuluyla ideolojisine bakmadan bütün dünyaya silah satışında bulundu. Asgari ücret ve çalışma saatlerini devletin belirlemesini sağladı. İşçilere toplu sözleşme hakları tamdı. Yani ABD’in bugün IMF aracılığıyla, Türkiye gibi az gelişmiş ülkelere yapılmamasını önerdiği ne kadar uygulama varsa bunların hemen tamamını kendi ülkesinde uyguladı ve büyük bunalımı atlattı. ABD 1929 ekonomik bunalımından gelecek dönemlere yönelik kendine ait yaşamsal önemde sonuçlar çıkardı ve bu sonuçları 20.yüzyıl süresince ödünsüz uyguladı. Amerikan çıkarları denilen bu uygulamaları zorla, dünya ekonomisinin geçerli politikası haline getirdi ve ülkelere yaydı. Dış pazarların önemi, ulusal çıkarların en başına oturtularak, Amerikan mal ve hizmetlerinin dolaşımına uyum göstermeyen tüm ülke ve gelişmeler, öncelikle tehdit unsuru kabul edildi. Ulusçu girişimler, kurulan uluslararası örgüt ağlarıyla ve her türlü yöntem kullanılarak yok edilmeğe çalışıldı. Dışarıya gönderilecek sermayenin güvenliğini sağlamadan denizaşırı ülkeler borç verilmedi. Küresel boyutlu güvenlik önlemleri ise, ekonomi-politik ve askeri alanlarda kurulan etkin uluslararası örgütlerle gerçekleştirildi. Silahlanmaya büyük fonlar ayrıldı ve dünyanın her yanına müdahale edebilecek bir silahlı güç yaratıldı. Bugün, dünyanın tartışmasız en büyük askeri gücü olan ABD ordusunun küresel yapılanması o günlerde başlatıldı. 1920 yılında yalnızca üç yabancı ülkede askeri üsse sahipken, bu sayı ikinci dünya savaşından sonra 39’a, 1974 yılında ise 64’e çıktı[22].
TARTIŞMA
Görüldüğü üzere ABD istihsal (üretim) ve istihlak (tüketim) arasında dengeyi kuramamış 1929 yılından sonra israf ekonomisinin getirdiği bunalım dönemini yaşamıştır. Türkiye cumhuriyeti ise istihsal ve istihlak arasındaki dengeyi çok iyi kullanmış verim ekonomisi temelli uygulamaları hayata geçirmiştir.
O yıllarda Kemalist Ekonomi Modeli’nin uygulamaları, başka bir ifadeyle Cumhuriyet’in dikili ağaçları şunlardır görelim: Gerçi o ağaçların çoğu bugün yok! Söküldüler![23].
- İş Bankası kurulmuştur.
- Türkiye Sanayi ve Madenler Bankası kurulmuştur.
- Devlet Sanayi Ofisi kurulmuştur.
- Türkiye Sanayi ve Kredi Bankası kurulmuştur.
- Yabancıların elindeki Reji İdaresi satın alınmıştır.
- Barut ve Patlayıcı Maddeler Tekeli kurulmuştur.
- İspirto ve Alkollü İçkiler Tekeli kurulmuştur.
- Yabancıların elindeki demiryolları satın alınarak millileştirilmiştir.
- Devlet Demiryolları ve Limanları Genel İdaresi kurulmuştur.
- Tramvay yabancılardan alınmıştır.
- Devlet Hava Yolları kurulmuştur.
- Tüneller yabancılardan alınmıştır.
- Kömür işletmeleri yabancılardan alınmıştır.
- Telefon şirketleri yabancılardan alınmıştır.
- Ziraat Bankası geliştirilmiştir.
- Emlak ve Eytam Bankası kurulmuştur (İpotek karşılığı konut kredisi vermek için).
- Ticaret ve Sanayi Odaları yasal nitelik kazanmıştır.
- “Gümrük Tarife Kanunu” yürürlüğe girmiştir.
- Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları yasası çıkarılmıştır.
- Türkiye Merkez Bankası kurulmuştur.
- Aşar Vergisi kaldırılmıştır.
- Yüksek İktisat Meclisi kurulmuştur.
- I. Beş Yıllık Sanayi Palanı uygulamaya konulmuştur.
- Türkiye’nin değişik yerlerinde 16 büyük fabrika kurulmuştur.
- Sümerbank kurulmuştur.
- Etibank kurulmuştur.
- Denizbank kurulmuştur.
- Halk Bankası kurulmuştur.
- Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu kurulmuştur.
- Zirai Kredi Birlikleri kurulmuştur.
- Zirai Kredi Kooperatifleri kurulmuştur.
- Ziraat Okulları kurulmuştur.
- Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmuştur.
- Yüksek Veterinerlik Enstitüsü kurulmuştur.
- İpekböcekçiliği Enstitüsü ve İpekböcekçiliği Okulları kurulmuştur.
- Tohum Islah istasyonları kurulmuştur.
- Örnek Çiftlikler kurulmuştur.
- “Hayvanları İyileştirme Kanunu” çıkarılmıştır.
- Yonca Tohumu Temizleme Kurumu kurulmuştur.
- “Kabotaj Kanunu” kabul edilmiştir.
- “Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu” çıkarılmıştır.
- Elektrik İşleri Etüd İdaresi kurulmuştur.
- Devlet İstatistik Umum Müdürlüğü kurulmuştur.
- Merkez Hıfzıssıhha Enstitüsü kurulmuştur.
- Toprak Mahsulleri Ofisi kurulmuştur.
- Ankara Türk Sigorta AŞ kurulmuştur.
- Anadolu Anonim Türk Sigorta Şirketi kurulmuştur[24].
Osmanlı’dan devralınmış Duyun-u Umumiye borçlarının son taksiti 1954 yılında ödenmesine rağmen genç Türkiye Cumhuriyeti inanılmaz başarılara imza atmıştır. Bunun İttihat ve Terakki’nin başlattığı fakat gerçekleştiremediği millî iktisat politikasını cumhuriyetin iktisadî bağımsızlıkla taçlandırmasında aramak gerekmektedir. Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere 1930-32 İktisat vekili Mustafa Şeref Bey (Özkan) ve diğer iktisatçılar önemli yol haritaları çizmişlerdir. Türk milletinin menfaati gözetilerek yapılan proğramlarda ihracat ve ithalat arasında denge gözetilmiş gereksiz malların ithalatına izin verilmemiştir. Toplumun israfa gidişini önleyen kalkınmayı teşvik eden ve sağlayan bu unsur dünya ekonomik krizinde Türkiye’nin sarsıntısız atlatmasına da neden olmuştur. O yıllarda ABD ve birçok Avrupa ülkesinde krizin ortaya çıkmasının bir diğer nedeni de servetin belirli ellerde toplanması ve sektörler arasında eşit dağılmamasıdır. Hâlbuki Türkiye’de bu husus gözetilmiş servet belirli ellerde ve sektörlerde yığılmamıştır. Bu noktada bir parantez açmakta fayda görülmelidir. Her ne kadar bugün tarihî iktisadî bir ekol olan fizyokratlardan önemli teorisyen Cerrah doktor François Quesnay’in (1694-1774) kan dolaşımından etkilenen Ekonomik Tablosuna atıf gibi anlaşılsa da öyle bir yol izlenmediği de görülecektir. Çünkü fizyokratlar sadece tarıma önem vermişler, diğer sektörleri önemsememişlerdir. Fransız iktisatçı Charles Gide şunu kaydetmiştir: “Dr Quesnay, ‘hayvan ekonomisi’ ve kanın dolaşımı üzerine yaptığı tıbbi çalışmalar sayesinde, gerektiği gibi bu yöne eğilmiş bulundu; bu nedenle sosyal ekonomi pekâlâ bu tarafa yönelmiş olabilir. Tıpkı hayvan ekonomisi gibi, bir tür fizyoloji olarak düşünülürse ‘fizyoloji’den ‘fizyokrasiye’ geçmek çok da uzak bir adım olmamıştır”. Fizyokratların iktisadî olaylarda fizyoloji ile bağlantı kurmaları bir başlangıçtır. Bugün bir anlamı kalmasa da iktisat tarihinde yerini almıştır[25].
XVIII-XIX-XX. yüzyıllarda Tıp ve biyoloji alanlardaki gelişmelerle Marx, Engels ve birçok felsefeci düşünür iktisadî konuları birçok benzetme (analoji) ile açıklamaya çalışmışlardır. Örneğin Karl Marx (1818-1883) Kapital[26]’de “mikro-anatomi”, Friedrich Engels (1820-1895) Doğanın Diyalektiği’[27]nde Bitki Fizyolojisi, Hayvan Fizyolojisi, Anatomi ve birçok temel bilimi örnek vermiştir. Bu analojilerden hareket ederek günümüzde çok ileri gelişmeler gösteren tıp ve temel bilimlerden sosyal bilimlerin faydalanmaları aşırı zorlama olmayacaktır. Carl Gustav Jung’un(1875-1961) Albert Einstein (1879-1955) ile sohbetinde psikanaliz ve analitik psikoloji ile teorik fizik arasında büyük benzerlik bulduğunu ifade etmesi bilimler arasındaki geçirgenliği ve benzerliği anlamamız açsından da ipuçları vermektedir.
Claude Mouchot, ekonomi-politikteki bazı fiziksel analojiler üzerine “De quelques analogies physiques en économie politique” isimli makalesinde bu benzetmeleri tartışmaya açmaktadır[28]. Bizim içinse sektörler arasındaki dengeli dağılıma mutlak olmadığını önceden belirterek bir yaklaşım olarak dolaşım fizyolojisindeki Kan Akımındaki Dokular Tarafından Yerel ve Hümoral Kontrolü hatırlatmak gerekmektedir. Burada sadece kan akımının yerel kontrolünü örnek vererek konuyu şimdilik noktalamak yeterli olacaktır:
Dolaşımın en temel kurallarından birisi her dokunun kendi kan akımını metabolik gereksinimlerine göre yine kendisinin belirlemesidir. Dokuların kan akımına neden ihtiyacı vardır? Bu soruya cevap olarak aşağıdaki faktörleri sıralayabiliriz[29]:
1. Oksijenin dokulara taşınması
2.Glikoz, amino asitler, yağ asitleri gibi besin maddelerinin dokulara taşınması
3.Karbon dioksidin dokulardan uzaklaştırılması
4.Hidrojen iyonlarının dokulardan uzaklaştırılması
5.Dokulardaki diğer iyonların konsantrayonlarının dengelenmesi
6.Çeşitli hormonların ve özgül moleküllerin farklı dokulara taşınrnası
Ayrıca belirli organlar kan akımına özel gereksinim gösterirler. Örneğin, derideki kan akımı vücuttan ısı kaybı miktarını belirleyerek vücut ısısının kontrolünü sağlar[30]. Yeterli miktarda plazmanın böbreklere gidişi sayesinde vücuttaki atık maddelerin böbreklerden atılması sağlanır.
Değişik Organ ve Dokuların Kan Akımındaki Farklılıklar
Genelde bir organın metabolizması ne kadar fazlaysa kan akımı da o kadar fazla olur. Örneğin, Tablo 1 de çeşitli salgı bezlerindeki kan akımının oldukça fazla olduğu görülmektedir; tiroid veya adrenal bezlerin 1 gramı başına düşen kan akımı miktarı birkaç yüz mililitre civarında, dakikada toplam 1350 ml kan alan karaciğerdeki kan akımı değeri ise 95 ml/dak/100 gr olarak bilinmektedir.
Böbreklerdeki kan akımı değerinin çok fazla olduğu tablodan anlaşılmaktadır (1100 ml/dak). Bunun nedeni böbreklerin vücuttaki atıkları temizleyebilmek için fazla miktarda kana ihtiyacı olmasıdır. Diğer taraftan iskelet kaslarının toplam vücut ağırlığının yüzde 30-40’ını oluşturmalarına rağmen etkin olmadıkları durumda kan akımı değerlerinin toplam 750 ml/dak olması şaşırtıcıdır. Dinlenme halindeki kasların metabolik aktivitesi çok az olduğu için buna bağlı olarak kan akımı da düşüktür (sadece 4 ml/ dak/100 gr). Ancak ağır egzersiz sırasında kanın metabolik aktivitesi 6 kat veya daha fazla arttığı için, kan akımı da yaklaşık 20 kat artarak 100 gram kas başına 80 ml/dak değerine kadar çıkabilir[31].
Kan Akımı Kontrolünün Yerel Dokular Tarafından Yapılmasının Önemi
Basit bir soru sorulabilir: Tüm dokulara dokunun etkinliğinin az ya da çok olmasına bakmadan, dokunun gereksinimlerini her zaman karşılayacak kadar çok kan akımı neden sağlanmıyor? Bu sorunun yanıtı da aynı derecede basittir: Bunu sağlayabilmek için gereken kan miktarı, kalbin pompayabileceği düzeyin çok üstündedir. Yapılan deneysel çalışmalar her organa giden kan akımının ne eksik ne fazla, o organın en düşük düzeyde ihtiyaçlarını karşılayacak oranda düzenlendiğini göstermiştir. Örneğin, en önemli ihtiyacı olan oksijen olan dokulara giden kan akımı bu ihtiyacın biraz daha fazlasını karşılayacak düzeyde (bundan daha fazla değil) tutulmaktadır. Yerel kan akımının bu şekilde kontrol edilmesi dokuların beslenme bozukluğu ile karşılaşmasını engellerken kalbin iş yükü de en düşük değerde tutulmuş olur[32].
Görüldüğü gibi organların ihtiyacı olan kan miktarını dolayısıyla da oksijeni, amino asitleri, diğer iyonları, hormanları vd.lerini fonksiyonunun önemine göre dakika ve doku temelli aldığı görülmektedir. Hiçbir organ dokusu ihmal edilmeden yapılan bu paylaşım insan vücudunun homeostasis dediğimiz dengeli bir stabilite ile yani değişen koşullarda iç dengenin aktif olarak düzenlenmesi ve korunması meydana gelmektedir. Fizyo-patolojik veya dokulardaki bir patoloji durumunda bu düzen bozulmaktadır. Kısaca kan, oksijen vd. gerektiği şekilde organlara dağıtılması gerekmektedir. Sermayenin de belirli sektör ve sınıflarda toplanması ülke ve dünya genelinde krizlere iktisadi hastalıklara neden olmaktadır. Atatürk döneminde sektörler arası ekonomik yatırımlar dengeli bir şekilde dağıtılmıştır. İhracat ve ithalatta Türkiye’nin ihraç malını alanlardan gerekli ithal ürünleri tedarik edilerek bütçedeki denklik korunmuş bütçe açığı verilmemiştir.
Bugün dengeli bir yatırım görülmediğinden dolayı Rusya-Ukrayna savaşında tarımın ölmesi hayvancılığın can çekişmesi nedeniyle açlık tehlikesi konuşulur olmuştur. İhracat ithalat dengesizliği alabildiğine açılmıştır. Sadece inşaat sektörü ile kalkınacağını sanan bir zihniyet, eğitim, sanayi, bilim, araştırma, geliştirme ve teknolojiye gerekli yatırımları yapmamıştır. Üstelik bunun önemi de hâlâ anlaşılmamıştır. Bu bir beyne oksijen, glikoz ve gerekli mineralleri göndermeyip sadece iskelet sistemine beyinin ihtiyacı olan kanı göndermekle eş değerdir.Günümüzde dış ticaret açığı, dışa bağımlılık, rüşvet, israf ve tüketim ekonomisi hat safhadadır. Diğer taraftan toplumsal sınıflaşmayı oluşturacak bazı kişilerin yahut kesimlerin zengin edilmesi ile dengesiz bir toplum yapısı oluşturma yoluna gidilmiştir.
Hâlbuki Kur’an penceresinden bakıldığında Atatürk dönemi dengeli bir karma ekonomi ile Beyt-ül Mal’i (Devlet Hazinesi), Millî Kültür ve Millî iktisadî değerlerini koruyan bir anlayışla tüm insanlığa her dönem için temel kavramlar çerçevesinde hitap eden Kur’an’ı çok iyi anlamış ve uygulamıştır. Cumhuriyeti kuran iradenin kadroları görünmez bir hava gibi her an Kur’an ahlâkını teneffüs etmişler ve eylemlerinde bunu göstermişlerdir.
Agâh Oktay Güner Verim Ekonomisi eserinde Kur’an’ın ekonomik görüşünün iki temel prensibe irca edilebileceğini ifade etmektedir: Birinci prensip gerek sermaye ve gerekse emek sahasında, kimsenin kendi istihsal gücü ve kudretinden daha çok veya az almaması gerekir, şeklindedir. Kur’an-ı Kerim verdiklerinden daha çok alanların “vay haline” (“Eksik ölçüp tartanların vay haline!” Mutaffifin Sûresi (83). ayet: 1); “insanların mallarını ve haklarını eksiltmeyin” (Hud Sûresi (11), ayet: 85; Şuara Sûresi (26), ayet: 183); keza “birbirinizin mallarını” haksız sebeplerle yemeyiniz” (Bakara Sûresi (2), Ayet: 188; Nisâ Sûresi (4), ayet: 29) buyurmaktadır. İkinci prensip şöyledir: “Ta ki mallar zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın”(Haşr Sûresi (59), ayet: 7). Birlikte alındığı zaman, bu iki prensip, müreffeh bir devlet için zaruri olan bütün iktisadi politikalara ve müesseselere imkân verir. “Herkese hakkını verip onu asla kısmamak- olan birinci prensip, fiilen ticari hayata yöneltilmiş bir düsturdur. Son derece geniş ve şümullu bir prensiptir. İktisadi konular başta olmak üzere, bütün hakların ihlaline karşı bir teminattır. İşçilerin maddi durumları düzelip refaha doğru gitmezken işveren büyük kârlar sağlıyorsa bu halde de o, işçilerin alın terlerinin ve emeklerinin meydana getirdiği değer artışlarındaki hisselerde işçilerin haklarını vermemekle suç işlenmiştir. Eğer bu birinci prensip gerçekleşmeyecek olursa, iş huzuru ve emek barışı bozulacaktır. İkinci prensibe gelince, bu, Kur’an anlayışıyla, sosyal sigortanın umumi kanunudur. İhtiyaç içinde bulunan hasta, yaşlı, işsiz bütün insanların zaruri ihtiyaçları itina ile sağlanmalıdır. Servetin bütün cemiyette dolaşması ve sadece zenginler sınıfında kalmaması için kendilerine asgari bir satın alma gücü sağlanmalıdır.[34]
Kur’an daima insanlara bilimde ilerlemeyi tavsiye eder (“Rabbim! ilmimi artır” de.-Tâ-Hâ (20) sûresi, 114. Ayet-) Aynı zamanda işin ehl-i olan uzman kişilere verilmesi O’nun başka bir vazgeçilmez emridir (Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.-Nisâ sûresi (4), 58. Ayet- ). Cumhuriyeti kuran iradenin de ilim rehberliğinde liyakatli ahlâklı kişilerle yürüttüğü ekonomik toparlanma ve kalkınma hareketi tüm dünyaya örnek olmuştur. Dini asla suiistimal etmeden ve “Allah ile aldatmadan” (Ve sakın o çok aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın-Lokman Sûresi(31), 33.ayet-) bir şahsiyetler kadrosu olan cumhuriyet nesli iktisadî anlamda destan yazmışlardır. Türk-İslâm ahlakına, millî ve manevî değerlere sahip ilim ve irfan ehli insanlarla bu devletin temelleri atılmıştır. Yeniden Türk Milleti Mustafa Kemal Atatürk’ün fikirlerini, ilmî ve irfanî derinliği ile tecrübelerini anladıkça XXI. Yüzyıl ve sonrasında ekonomi dâhil her türlü sorunu aşacak ve çıkış yollarını bulacaktır. O sadece bizim değil tüm dünyanın, açtığı yoldan yürüyeceği nadir liderlerinden biridir.
KAYNAKLAR
Agâh Oktay Güner, Verim Ekonomisi, Damla Yayınevi, 1977, İstanbul.
Agâh Oktay Güner, Türkiye’nin Kalkınması ve İktisadî Devlet Teşekkülleri, Damla Yayınevi, 1978, İstanbul.
Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2018, İstanbul.
Claude Moucho, De quelques analogies physiques en économie politique, Revue européenne des sciences sociales, Tome XXXVIII, 2000, N° 117, pp. 121-130.
Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Çeviren: Arif Gelen, 1977, Ankara.
Guyton&Hall, Tıbbi Fizyoloji, 11. Basım, Çeviri Editörleri: Hayrünisa Çavuşoğlu&Berrak Çağlayan Yeğen, Çevirmen: Hızır Kurtel, Nobel Tıp Kitabevi, 2007, İstanbul.
Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Çeviren: Alaattin Bilgi, 1978, Ankara.
Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, I. Cilt, Umay Yayınları, 2004, İzmir.
Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 3. Cilt, İnkilâp Yayınevi, 2015, İstanbul.
DİPNOTLAR
[1] Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 3. Cilt, İnkilâp Yayınevi, 2015, İstanbul, s. 153.
[2] Agâh Oktay Güner, Türkiye’nin Kalkınması ve İktisadî Devlet Teşekkülleri, Damla Yayınevi, 1978, İstanbul, s.33.
[3] Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi, Büyük Devletler ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2018, İstanbul, s.302-303.
[4] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 303.
[5] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 303.
[6] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 304.
[7] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 305.
[8] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 305.
[9] Bilsay Kuruç, a. g.e., s. 305-306.
[10] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.33-34.
[11] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.34.
[12] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.35.
[13] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.35-36.
[14] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.36.
[15] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.37.
[16] Agâh Oktay Güner, a.g.e., s.37.
[17] Sinan Meydan, a.g.e., s.157.
[18] Sinan Meydan, a.g.e., s.158-159.
[19] Sinan Meydan, a.g.e., s.159.
[20] Metin Aydoğan, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, I. Cilt, Umay Yayınları, 2004, İzmir, s. 191-192.
[21] Metin Aydoğan, a.g.e., s. 192-194.
[22] Metin Aydoğan, a.g.e., s. 194-195.
[23] Sinan Meydan, a. g.e., s.156.
[24] Sinan Meydan, a.g.e., s.156-157.
[25] François Quesnay’i anatomist ve hekim olmamız sebebiyle şahsıma hatırlatan İktisatçı arkadaşım Abdulhay Tolkun’a teşekkür ederim.
[26] Karl Marx, Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, Çeviren: Alaattin Bilgi, 1978, Ankara, s.16.
[27] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları, Çeviren: Arif Gelen, 1977, Ankara, s. 249.
[28] Claude Moucho, De quelques analogies physiques en économie politique, Revue européenne des sciences sociales, Tome XXXVIII, 2000, N° 117, pp. 121-130.
[29] Guyton&Hall, Tıbbi Fizyoloji, 11. Basım, Çeviri Editörleri: Hayrünisa Çavuşoğlu&Berrak Çağlayan Yeğen, Çevirmen: Hızır Kurtel, Nobel Tıp Kitabevi, 2007, İstanbul, s. 195.
[30] Guyton&Hall, a.g.e., s.195.
[31] Guyton&Hall, a.g.e., s.195.
[32] Guyton&Hall, a.g.e., s.195-196.
[33] Guyton&Hall, a.g.e., s.196.
[34] Agâh Oktay Güner, Verim Ekonomisi, Damla Yayınevi, 1977, İstanbul, s. 487-488.
[i] Prof.Dr., ESOGÜ Tıp Fakültesi Anatomi Bölümü Öğretim Üyesi