Atatürk’ün Mektubu; Sahte mi? Sansürlü mü?

 

Atilla Oral’ın Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu isimli kitabından alıntılarla birçok internet sitesinde bu mektupla ilgili yorumlar görülmektedir. Bu sitelerden bazıları bunu Türk Milliyetçiliği ve Atatürkçülük adına yaptığını sanırken diğer bir kısmı da fırsattan istifade Atatürk’ün İslâm düşmanı olduğuna bir delil olarak suiistimal etmektedir. Hâlbuki doğru olan öncelikle tarafsız bir yöntemle bu belgenin doğruluğunun sorgulanması olmalıdır. Çünkü Atatürk’ün Nutku, Söylev ve demeçleri elimizde bulunurken birincil kaynaklarla karşılaştırmamız mümkündür. O döneme ait belgeler ve hatıralar ile Atatürk’ün bizzat yaptırdığı çalışmalarda kayıt altındadır. Sansürlenen mektup iddiası Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ne gönderildiği halde gizlenmesi söz konusu olsa o dönemde bunun şahidi olabilecek birçok bilim adamı bulunmaktadır. Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’ne hazırlattığı Tarih kitabı bizzat Atatürk tarafından dikkatle kontrol edilmiştir. 1931-1941 yılları arasında Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri olarak okutulmuştur. Bu dönemde Atatürk’ün 1938’e kadar hayatta olduğu düşünülürse birincil el kaynaklarla sözü edilen mektubun çeliştiği görülmektedir. 

Atilla Oral Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu isimli kitabının Önsözüne şu girişle başlamaktadır: “Türk halkından yıllardır gizlenen, Atatürk’e ait çok önemli bir belge gün ışığına çıkıyor. Atatürk’ün sansürlenen mektubu 80 yıl sonra, kendi el yazısıyla, tam metniyle ve sansürsüz olarak ilk kez bu kitapta yayınlanıyor. Atatürk’ün mektubu niçin sansürlendi? Mektup bugüne kadar tam metniyle neden yayınlanmadı? Araştırmamda bu sorulara yanıt aradım. 80 yıl öncesine giderek o dönemde ülkede neler yaşandığını araştırdım. Atatürk’ün o günlerdeki faaliyetlerini incelemeye koyuldum. Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş sürecinde yaşanan olayları araştırdım. Çeşitli arşiv ve kütüphanelerde araştırmalar yaparak konuyla ilgili bilgiler topladım. Araştırmam derinleştikçe mevcut sorulara yanıt bulmak bir yana, yanıtlanması gereken başka önemli sorular ortaya çıktı. Atatürk’ün mektubunu sansürleyen kişiler hakkında daha önce hiç bilinmeyen ilginç bilgilere rastladım. Ancak kitapta bunlara yer verecek olursam araştırmamın asıl konusundan uzaklaşabileceğimi anladım. Bu yüzden kitabın kapsamını, sadece Atatürk’ün sansürlenen mektubu konusuyla sınırlandırdım.  Yaptığım araştırmada izlediğim yol, Atatürk’ün, “Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bulduğumuza inandıkça ifadeye cesaret gösteren adamlar olmalıyız!” sözüdür. Atatürk’ün bu sözünü ilke olarak kabul ettim ve buna göre hareket ettim. Araştırmamda sadece gerçeği aradım ve onu bulmaya çalıştım. Somut bilgi ve belgeleri buldukça ve bulduğum belgelerin gerçekle bağdaştığına inandıkça, düşüncelerimi ifadeye cesaret gösterdim. Bu nedenle kitapta somut belge ve bulguya dayanmayan herhangi bir iddia bulunmaz. Yer verdiğim her bilginin gerçek bir kaynağı, sağlam bir dayanağı vardır. Atatürk’le aynı düşüncedeyim. “Sonradan uydurma bir eser” meydana getirmek ve “ardından pişman olmaktansa hiçbir eser meydana getirememek beceriksizliğini itiraf etmek” daha iyidir. Yaptığım araştırmada ulaşamadığım gerçekler olduğunun farkındayım. Henüz belgesini bulamadığım birçok nokta var. Bunun eksiklik ve yetersizlik olduğunu kabul ediyorum. Bu nedenle konu hakkında araştırmalarıma devam ediyorum: Üstü bilerek örtülmüş bazı belgelere, belki de ulaşamayacağım. Ancak ümitsiz değilim. Ben ulaşamamış olsam da, elbette günün birinde, başka bir araştırmacı meslektaşım, bu konudaki gerçekleri ortaya çıkaracaktır. Buna yürekten inanıyorum. “Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu” adlı bu kitapta, Atatürk’e ait önemli bir belgenin nasıl sansürlendiğini, kesilip kırpıldığı ve tahrif edildiğini çok açık bir biçimde göstermeye çalıştım. Kim ne derse desin, olayın tartışılacak hiçbir tarafı yoktur. Gerçek şudur ki; Atatürk’e ait çok önemli belgeleri gizlemişler, sansürlemişler, kesip kırpmışlar ve tahrif edip yazının gerçek metni ile oynamışlar, en sonunda da kaldırıp çöpe atmışlar. Olayın failleri belli, kanıtları da apaçık ortada duruyor. Güneş balçıkla sıvanmaz. Hiçbir gerçek sonsuza kadar gizlenemez. Çöpün içinden de olsa günün birinde ortaya çıkar. Atatürk’ün sansürlenen mektubu da tam 80 yıl sonra ortaya çıkmıştır[1]”.

Tabi ki Güneş balçıkla sıvanamaz. Şu gök kubbe altında hiçbir gerçek sonsuza kadar gizlenemez. Çöpün içinden de olsa günün birinde böyle bir mektup ortaya çıkar mı? Çıkış şeklinin anlatılan maceralardan geçtikten sonra ortaya çıkması mı yoksa onun gerçeğe, akla, bilimsel yöntemlere ne kadar uygun olup olmadığının incelenmesi mi gerekmektedir. Atilla Oral bu yöntemleri maalesef müzayededen aldığı mektup için uygulamamıştır. Şimdi gelin bu mektubun nasıl ortaya çıktığı okuyucuya aktarılmasını okuyalım: 

“Atatürk’ün mektubu nasıl ortaya çıktı? 

80 yıl sonra ortaya çıkan ve ilk kez bu kitapta yayınlanan Atatürk’e ait belgeyi sahaf dostlarım sayesinde elde ettim. Sahaflar geçmişte olduğu gibi günümüzde de araştırmacı ve yazarların önemli kaynaklarından biridir. Araştırmacıların bilgi ve belgeye ulaşmasını sağlamakta arşiv ve kütüphaneler kadar sahafların da önemli yardımları dokunur. Bilimsel araştırmaların çağdaş ve modern yöntemleri ile birlikte, sahaflardan da yararlanılması gerektiğini düşünürüm. Bu yüzden sahaflara sık sık gider, onların düzenlediği müzayedelere de katılırım. Çok sayıda sahaf dostum var. Daha önce hazır1adığım birçok araştırmalarda sahaf arkadaşlarımın önemli katkıları oldu. İstanbul Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi, Hazzopulo Pasajı’nda her Pazar ve Perşembe günleri kitap, fotoğraf, ephemera müzayedeleri düzenlenir. Birkaç ay önce bu müzayedelerden birinde Uluğ İğdemir’e ait çeşitli belgeler satışa çıktı. Bunların içinde önemli yazar ve tarihçilerin Uluğ İğdemir’e gönderdiği mektuplar, daktilo ile yazılmış, karışık, birçok tarih notları vardı. Açık arttırma ile satışa sunulan bu dokümanlara talip olmakta ne yazık ki o an kararsız kaldım. Müzayede sırasında başka bir araştırmacı arkadaş açık arttırmaya katılarak bunları satın aldı. O an kararsız kalmakla önemli şeyler kaçırdığımı düşündüğüm bir sırada, müzayedeyi yöneten münadi, Uluğ İğdemir’e ait dokümanlar içinden ayrılmış bir başka belge grubunu satışa sundu.Bunlar Atatürk’ün el yazısı mektup sayfalarının yıllar önce çoğaltılmış eski kopyalarıydı. Belgeleri görmek istedim ve kısa bir süre inceledim. Bu defa kararsız kalmadım. Çünkü satışa sunulan şey Atatürk’ün mektubuydu. Arttırmaya hemen katıldım ve fiyatı yükselterek satışa sunulan lotu satın almayı başardım. Daha sonraki günlerden birinde, satın aldığım dokümanları müzayedeye getiren sahaf arkadaşıma rastladım. Kendisiyle sohbet ederken, Uluğ İğdemir’e ait bu belgeleri nasıl temin ettiğini sordum. Müzayedeye sunulan dokümanları nereden ve nasıl temin ettiğini öğrendim. Sahaf arkadaşın elinde, Uluğ İğdemir’in Arap harfleriyle yazdığı veya çeşitli kişilerin ona gönderdiği, çok sayıda başka belgeler vardı. Araştırmamda kullanabileceğimi düşündüğüm bu belgelerin bir kısmını kendisinden satın aldım. Şimdi gelelim belgelerin sahaf arkadaşın eline nasıl geçtiği sorusunu yanıtlamaya[2]

Atatürk’ün mektubu çöpten çıkmış!

Eski kitaplar, fotoğraflar, belgeler çeşitli eski malzemeler sahaflara değişik yollardan gelir. Sahaflar kimi zaman bir evden topluca bir kütüphane atın alırlar. Kimi zamansa dükkânlarına kadar getirilen malzemeleri perakende olarak satırı alırlar. Sahaflar kâğıt hurdalarının toplandığı depolardan da sahaflık malzeme temin ederler. Çöpe atılan malzemeler içinde neler yoktur ki… Çöpten çıkan mektuplar, değerli kâğıtlar, kitaplar, dergiler, gazeteler, fotoğraf vb gibi… Ekmek parası çıkarabileceği düşünülen hemen her şey, kâğıt hurda depolarında ayıklanır ve bir kenara ayrılır. İsteklisi çıkıncaya kadar, depoda bir kenarda bekletilir. Çöpün içinden ayıklanıp ayrılan bu malzemeler bir süre müşterisini bekler. Ayrılan bu malzemelere istekli çıkmadığı takdirde bunlar tekrar kâğıt hurdalarının içine atılır. Diğer hurda kâğıtlarla birlikte, bunları işleyen, yeniden kâğıt ve karton haline dönüştüren selüloz tesislerine gider[3]

Bu kitapta yayınlanan Atatürk’ün mektubu çöpün içinden çıkmıştı.

Müzayedede satılan Uluğ İğdemir’e ait belgeler, Atatürk’e ait mektupla birlikte çöpe atılan kâğıtlar arasındaydı. Ekmeğini çöpten çıkaran bir yurttaşımız bunları görmüş. Çöpün içinden çöpü ayıklayan kişi bulduklarının önemsiz olduğunu düşünüp, bir kenara ayırmasaydı. Kâğıt hurda deposuna gelen sahaf, bunların önemsiz olduğunu düşünüp, alıp müzayedeye getirmeseydi. Ebetteki bu kitap yayınlanmamış olacaktı. Türk Tarih Kurumu’nun, kurucusu Atatürk’e ait belgeleri sansürlendiği gerçeği, belki de hiçbir zaman öğrenilmemiş olacaktı. Önemli bir gerçeğin ortaya çıkmasını sağladıkları için, bu işte emeği olan değerli dostlarıma teşekkür ederim çıkarıp ayıklamış ve hurda kâğıt deposunda bir köşeye ayırmıştı. Birkaç gün sonra hurda kâğıt deposuna gelen kültürlü bir sahaf arkadaşımız, çöpten çıkan bu belgelerin önemini kavrayıp satın almış. Bir süre sonra müzayedeye getirerek biz araştırmacılara ulaştırmıştı. İşte Atatürk’ün çöpten çıkan mektubunun bulunuş öyküsü[4]” … 

Çöpten çıkan mektup, Atatürk’ün tarih görüşünün en önemli belgesi… 

Atatürk’ün el yazısı bulunan belge kopyası, yaklaşık 50 yıl öncesinin tekniği ile çoğaltılmış. Toplam 21 sayfadan oluşuyor. Mektubun kâğıdı zaman içinde biraz yorulmuş ve yıpranmış. Ancak Atatürk’ün el yazısı oldukça net çıkmış ve çok rahat bir şekilde okunuyordu. Mektubun metnini dikkatle inceledim. Yazıyı daha önce kitaplarda yayınlanmış olan Atatürk’e ait çeşitli el yazısı metinlerle karşılaştırdım. Kaligrafik ve karakteristik özelikleriyle, yazılı metinlerin birbirleriyle tıpatıp tuttuğu, el yazısının kesinlikle Atatürk’e ait olduğu bütün belirtileriyle görülüyordu. Mektubun içeriğini okuyunca, küçük bir fiyata satın aldığım bu belge kopyasının, aslında çok büyük tarihsel önemi ve değeri olduğunu fark ettim. Atatürk’ün bu mektupta yer alan bazı sözleri daha önceden hatırımdaydı. Ancak O’nun bu sözlerinin daha önce kendi el yazısıyla, hiçbir yerde yayınlanmadığını biliyordum. Mektubun tam metnini ise hiçbir yerde okumamıştım. Atatürk’e ait mektubun orijinal el yazısı metniyle ilk kez karşılaşıyordum. Ve bu mektupta ilk defa öğrendiğim, güncelliğini koruyan ilginç ve herkesin öğrenmesi gereken önemli bilgiler vardı. Atatürk’le ilgili bazı kitaplarda, bu mektubun içinden alınmış çok küçük bazı bölümler yayınlanmıştı. Ancak belli ki mektubun tam metni bugüne kadar sansürlenmişti. Yoksa böylesine önemli bir belge mutlaka tam metniyle yayınlanır ve herkes tarafından iyi bilinirdi. Anlaşılan Atatürk’ün mektubunda yer alan düşünceler, mektubu arşivinde bulunduran Türk Tarih Kurumu’nun bazı üyelerinin hoşuna gitmemişti. Bu nedenle olsa gerek mektubun sadece uygun buldukları birkaç kısa cümlesini yayınlamışlardı. Türk Tarih Kurumu, kurucusu Atatürk’ü insafsızca sansürlemişti!? .. Oysa böyle bir sansürleme yetkisine hiç kimsenin hakkı olamazdı. Atatürk sansürlenen mektupta Türk tarihini ve Türk uygarlığını araştıran bilim adamlarına sesleniyordu. Tarihle uğraşan herkes, ülkemizdeki tüm bilim insanları, Türk halkı bu mektubu tam metniyle ve sansürsüz olarak görmeliydi. Bu çok değerli belgenin orijinal haliyle yayınlanması gerektiğine hemen o anda karar verdim[5]”. 

Atilla Oral’ın anlattıklarından yola çıkarak mektubun bilimsel bir yaklaşımla analizini yapmak gerekmektedir:

  • Mektup müzayedede satışa çıkarılan “Atatürk’ün el yazısı mektup sayfalarının yıllar önce çoğaltılmış eski kopyaları” olduğu belirtilmektedir. Bu çoğaltma sırasında çoğaltan kişilerin kendi görüş ve düşüncelerini de metne ekleyebileceği unutulmamalıdır.
  • Müzayedeye gelmeden önce kâğıtların hurda depolarında beklediği ve çöpten ayıklanıp bir kenara ayrılan bu belgelerin Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk’e ait olduğunu söylemeden önce Atatürk’ün Türk Tarih kurumuna atadığı Uluğ İğdemir gibi insanlara güvenmek daha isabetli olur. Mektubu çöpten bulduğunu söyleyen insanın inandırıcılığı sorgulamadan okuyucuya aktarılması ne derece doğru olabilir. Bunu Atilla Oral’ın sorması gerekmektedir. Günümüzde yapay zekânın Atatürk dâhil her insanın el yazısını taklit edebileceği bilinmektedir. 3D yazıcı ile el yazısı taklidi örneği: ( https://youtube.com/shorts/Xt0VjT_zLZE?si=YkCEEZYa7wxBW4pg)[6]

Aşağıda Atatürk’ün çöpten bulunan el yazısı olduğu öne sürülen mektubun bir sayfası[7] bulunmaktadır. “Kudüs’ün teslim olması için patriğin koyduğu şart” cümlesinde patriğin kelimesi öncesindeki “koyduğu” kelimesi çizilmiştir (karalanmıştır). Yapay zekâ el yazısını taklit ederken karalamakta ve yanlış da yapabilmektedir. Fakat Atatürk’ün el yazısının bir başka insan tarafından elle taklit edildiğini gösteren birçok kuşkulandırıcı özellik de bulunmaktadır. Sayfalardaki satır sayıların son iki sayfada azalması ve hatta ön sayfalarda hataların çokluğuna karşın son sayfada az cümle olması ve kusursuz özenerek yazılması dikkati çekmektedir[8].

Bilimsel bir hipotez önce sorgulanmalarla, doğrulu veya yanlışlığı detayları ile tartışılmalıdır. Çöpten bulundu, sansürlenmiş doğru belge gibi dayatmalar bilimsel değil ön yargılı ideolojik zorlamalardır. 

Gelelim Mektupta Atatürk’ün yazdığı iddia edilenlerin görüşlerin kendi yazdıkları ve yakınlarının naklettikleri ile karşılaştırılası yapıldığında ortaya hangi çelişkiler çıkmaktadır:

“Atatürk mektubunda neden sert bir üslup kullandı? 

“Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Riyaseti’ne” hitaben yazılan bu mektupta Atatürk çok sert bir üslup kullanmış. Mektuptan anlaşıldığına göre, konu ders kitaplarının hazırlanması ile ilgili. Atatürk, tarih yazımı için “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni görevlendiriyor. Cemiyet, liselerde okutulacak tarih kitaplarının yazımına başlıyor. İslam tarihi ve Türklerin İslam’daki yeri ile ilgili bölüm de hazırlanan konular arasında. Tarih Cemiyeti bu bölümün yazılması için Zakir Kadiri adında birini görevlendiriyor. Atatürk, Ankara’dan ayrılmak üzere olduğu günlerde, Tarih Cemiyeti’ni kabul ediyor. Cemiyet başkanı Tevfik Bey (Bıyıklıoğlu) yapılan çalışmalar hakkında Atatürk’e bilgi veriyor. Zakir Kadiri’nin yazdığı İslam tarihi bölümleri, Atatürk’ün huzurunda okunuyor. Atatürk kendisine okunan tarih yazılarını hiç beğenmiyor, hemen o anda itiraz ediyor. Görüşlerini bildiriyor ve düzeltilmesi gereken yerler konusunda direktifler veriyor. Türk Tarih Cemiyeti heyeti, Atatürk’e uyan ve düzeltmelerin dikkate alınacağını ve Zakir Kadiri’ye yazdırılan tarih notlarının tekrar gözden geçirileceğini vaat ediyor. Aradan bir süre geçiyor. Cemiyet yazılar üzerinde yapılması istenen düzeltmeleri, gerektiği gibi yapmadan yeniden bu notları Atatürk’e veriyor. Atatürk’ü sinirlendiren ve mektubunda çok sert üslup kullanmasına neden olan olay, işte burada meydana geliyor[9]”. 

Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu olarak sunulan metinde İslam Tarihinde Hz. Ömer hakkında şu cümleleri kullandığı iddia edilmektedir: “Atatürk’ün “Çıplak ve Çıfıt Araplık” dediği şey neydi? Atatürk’ün sansürlenen mektubunda: “Çıplak ve Çıfıt Araplık” diye bir söz bulunuyor. Zakir Kadiri’nin hazırladığı notlarda geçen bir olayı “Çıplak ve Çıfıt Araplık” cümlesiyle yorumlayan Atatürk “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni şu cümlelerle uyarıyor: “Bunu artık Türk çocuklarına bir erdem gibi okutulmakta ısrar gösteren notları göz önüne almalısınız.” Diyordu. Atatürk’ün “Çıplak ve Çıfıt Araplık” diye yorumladığı olay mektupta şu paragrafta anlatılıyordu: “Kudüs’ün teslim olunması için Patrik’inin koyduğu şart üzerine Kudüs önlerine gelen Halife Ömer’in kölesi ile ortaklaşa ve değişerek bir deveye binerek yol aldığını ve asıl kilise yakınına gelindiği zaman deveye binmek sırası köleye geldiğinden ötürü Ömer’in yürüyerek; Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt[10] Araplık, malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklarına bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notları göz önüne almalısınız[11].” Atilla Oral kitabında sürekli “çıplak ve çıfıt Araplık” sözünü genel bir ifade ile açıklamaya çalışsa da yazıda “Türk Bilgisi” kurallarına göre öznenin Hz. Ömer olduğudur.

Burada iddia edilen Atatürk’ün Hz. Ömer’e hakaret ve onun “çıplak ve çıfıt Araplık” içinde değerlendirdiği gibi gerçeklere dayanmayan bir cümle sansürlenmiş değil fakat sahte olduğu çok net anlaşılan mektupta sırıtmaktadır. Çünkü Atatürk Hz. Ömer’e son derece saygılı ve onu her zaman takdir etmiş bir liderdir. Bunu Büyük Nutku’ndan (Vesikalar III. Cilt) okumakla bu sahte mektuba cevap vermeye başlayalım:

“Hazreti Ömer’in zamanı hilâfetinde memaliki İslamiye fevkalâde denecek derecede süratle tevessü eyledi, servet ço­ğaldı. Hâlbuki bir milletin içinde servet ve gına husulü beynennas ağrazı dünyeviyenin hudusünü ve bu da ihtilâl ve fitnenin zuhurunu bâis olmak bu âlemi kevnü fesadın muktezayı ahvalindendir. İşte bu nokta; Hazreti Ömer’in zihnim tahdiş ediyordu. Bir de Hazreti Ömer tahattur ediyordu ki. Resulü Ekrem, mahremi esrarı olan havassı ashabına şunu demişti; “Ümmetim düşmanlarına galebe edecek. Mekke, Yemen, Kudüs ve Şamı fethedecek, Kisra ve Kayserin hâzi­nelerini taksim eyliyecektir ve fakat ondan sonra aralarında fitne ve ihtilâl ve nefsaniyetler hâdis olarak mülûkü salifîn mesleğine gideceklerdir…” Hazreti Ömer bir gün Huzeyfetülyemani Radiyallahüanh Hazretlerine, deniz gibi temevvüç edecek fitneyi sorduğu zaman aldığı cevapta; “Senin için andan beis yok: senin zamanınla onun arasında kapalı bir kapı vardır.” dedi.

Hazreti Ömer sordu:

Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?

Huzeyfe: Kırılacak!.. dedi.

Hazreti Ömer: öyleyse artık kapanmaz dedi ve izharı teessüf etti. Hakikaten kapı kırılmak mukadderdi. Çünkü memaliki İslâmiye vüs’at bulmuştu, iş çoğalmıştı. Bu şekli emaret ve bu tarzı idare ile her yerde adaleti kâmile icrası müşkül olmuştu. Hazreti Ömer bunu idrak ediyor, sıkılıyor ve Allah’ına yalvararak diyordu ki: Yarap! Ruhumu kabzet. 

Ömer bir gün ağlarken sebebi soruldu;

“Nasıl ağlamıyayım ki, Fırat kenarında bir oğlak zayi olsa korkarım ki Ömer’den sorulur!” diye cevap verdi.

Evet, Hazreti Ömer (Radiyallahüanha) artık hilâfet un­vanı altındaki tarzı emaretin bir devlet idaresine nakâfi ol­duğunu, bir zatın kendi faziletinde, kendi kudretinde ve hatta kendi mehabetinde olsa dahi bir devletin idaresine nakâfi olduğunu bütün manayı şamilile idrak eylemişti. Hattâ bu endişe ile idi ki, Ömer kendinden sonra artık bir halife düşünemez oldu. Kendis ne oğlunu tavsiye ettikleri zaman “Bir haneden bir kurban yetişir” dedi. Abdrurahman Bin Avfı çağırdı:

“Ben seni veliaht eylemek istiyorum” dedi. O da; “Ba­na kabul et diye rey ve nasihat eyler misin” dedikte Ömer: “Edemem” dedi.

Abdurrahman: “Vallahi ben de ebediyyen bu işe gire­mem” dedi. En nihayet Ömer, en makul noktaya temas etti; emaret, devlet ve millet işini meşverete havale etti, Ömer’den sonra ashabı şûra ve bütün halk mescidi lebalep doldur­du ve orada bazı şayanı dikkat vaziyetlerle yine idarei üm­meti, intihap ettikleri bir halifeye tevdi ettiler[12]”.

Mektupta yazılı olduğu iddia edilen şu cümle Atatürk’ün tarih bilgisiyle alay etmek olmaktadır: “Ömer’in yürüyerek; Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık, malumunuzdur[13]Atatürk’ün İslâm Tarihi ilgili kitaplar içinde çok önemli bir yeri olan ve şahsına saygı duyduğu Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin İslam Tarihi’nde Hz. Ömer icraatlarını ve bu olay nasıl anlatılmaktadır: 

Ömer’in ilk icraatı, Fedek bahçesini, Peygamber’in varislerine geri vermek ve Suriye kumandanı Halid bin Velid’i azletmek oldu. Fedek bahçesi, Peygamber’in malı olup, onu hayatında iken kızı Fatıma’ya bağışlamıştı. Peygamber’in irtihalinde Ebu Bekir bu bahçeyi beytülmale intikal ettirmişti. Fatıma hakkını istedi. Ömer, bu hususta Ebu Bekir’e şiddetle muhalefet etmiş ve bahçenin Fatıma’ya verilmesi için ısrar etmişti. Lakin Ebu Bekir’i görüşünden çevirmek mümkün olmadı. Ömer’in görüşü daha uygun ve daha siyasiydi. Ebu Bekir’in bu husustaki ısrar sebeplerini bulmak pek zor iştir. Gerçi Ebu Bekir’in hareketi “harfiyen” şeriata uygundu. Lakin halifenin bu gibi hususlarda tasarruf hakkı vardı. Fedek gibi ehemmiyetsiz bir bahçe için Peygamber hanedanının müracaatını neticesiz bırakmak, Ebu Bekir’in yumuşaklık ve tedbirliliğine uygun düşmezdi. Ömer’in muhakemesi de bu yolda olduğundan bahçeyi derhal Peygamber’in varisine teslim etti[14].

Halid bin Velid, dinden dönenlerle beraber bulduğu Malik bin Nuveyre’yi, namaz kılmasına rağmen öldürtmüştü. Ömer, o vakit halife olan Ebu Bekir’den Halid’in kısas gereği öldürülmesini talep etmişti. Lakin Ebu Bekir, dinden dönüşleri yok eden ve İslam’ı kurtaran Seyfullah’ı, dinden dönenlerle dolaşan bir adamın öldürülmesi yüzünden kısas uygulanmasını münasip görmedi. Öldürülenin diyetini verdi. Bu defa, halife olunca Ömer: “Bir Müslümanı haksız yere öldüren adam, İslam kumandanı olamaz.” diyerek Halid’i azletti ve yerine Ebu Ubeyde bin Cerrah’ı kumandan tayin etti. “Resülullah’ın halifesinin halifesi” tabirinin uzun olmasından dolayı “Emirü’l-Mü’minin =Mü’minlerin emiri” unvanını alan Faruk Müslümanları Irak cihadına davet etti. Kadı tayin olunan İmam-ı Ali ve sair ileri gelen sahabeler, halifenin hükümet merkezini terk edip muharebeye gitmesini uygun bulmadılar. Faruk, meclisten, Irak için bir kumandan seçilmesini istedi. Saad bin Ebi Vakkas’ı münasip gördüler. Ömer’in ne meşrebde bir kişi olduğunu bildiren tarihi vesikalardan bulunduğu için yeni kumandana yazdığı şu hutbeyi buraya alıyoruz[15]:

“Ya Saad; sana Resullullah’ın dayısı dendiği için mağrur olma. Allahü Taala kötülükle kötülüğü yok etmez. Ancak güzel şeylerle kötülükleri yok eder. Allah ile kul arasında ta’atdan (=kulluk’tan) başka nisbet (=bağlantı) yoktur. Allah onların Rabbi, onlar ise onun kullarıdır, afiyet ve hatime itibariyle birbirinden üstün olur ve ta’atla Allah’ın indinde ecir ve mükâfat bulurlar. Bak Resulullah ne yapar idiyse sen de öyle yap ve sabırlı ol.” 

Ömerü’l-Faruk’un hilafet devri son derece dikkate şayan vak’alar ve hadiselerin karanlıktan fiiliyat meydanına düştüğü bir zamandır. Sürüp giden son derece parlak başarılar, bu dediğimiz hadiseleri birçok tarihçinin tenkid nazarlarından gizlemiş ve çokları bu mühim hususları gerektiği şekilde tahlil ve tenkid etmemiştir. Arap yarımadası fakir bir yerdi. Arapların çoğu, medenilere nisbetle pek fakir ve basit bir halde yaşamakta ve içtimai seviyeleri bedeviliği geçememekteydi. Hâlbuki az zamanda Araplar, İran’ı aşağı yukarı bütünüyle, Ermenistan’ı, Arz-ı Mukaddes (=Filistin)’i, Suriye’yi. Mısır’ı, Irak ve Cezire’yi fethettiler. Nice asırlardan beri bu memleketlerde toplanan büyük servet ve hazineler, Arapların eline geçti. Bütün bu değişiklikler, bütün bu ilerlemeler, hiçbir derecelendirmeye bağlı olmaksızın, hiçbir geçiş dönemi geçirmeksizin gerçekleşmişti[16]

“Kudüs’ün anahtarlarını teslim almak için Ali’yi kaymakam bırakıp Şam’a giden ve yamalı gömlek taşıyan, kölesiyle nöbetleşerek devesine binen Ömer, kendisini karşılamaya çıkan Ebu Ubeyde, Yezid bin Ebi Sufyan ve Halid’i ejderha gibi atlara binmiş, atlaslar giymiş görünce hayretten hiddete, hiddetten öfkeye düşerek onları taşa tutmuştu[17].”

Atatürk’ün bu bilgileri okuduğunu ve vakıf olduğunu bildiğimiz halde kimse Türk Milletine Atatürk’ün kaleminden şunların çıktığını söylemesi uygun değildir: “Ömer’in yürüyerek; Arap ırkından başka ve yüksek ırklardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanlarına karşı yerden taş alarak atmak suretiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık, malumunuzdur”

Ömer’in taş attıkları kimlerdir? Atatürk bunu bilmiyor da bunlara yüksek ve muhteşem mi diyordu? Bu kumandanlardan Emirlik zaruretiyle süslenen Ebû Ubeyde hariç İslâm tarihinde tartışıla gelen isimlerdir. Yezid bin Ebî Sufyan, Peygamber ailesinin baş düşmanı Yezid’in amcası, Muaviye’nin abisidir. Halid bin Velid ise uygulamaları sürekli sorunlu olmuş bir kişidir. Atatürk Nutuk III. Cilt vesikalar[18] bölümünde İslam Tarihi’ni anlatırken Muaviye ve Emevi sülalesi için olumsuz görüşlerini özetler. Muaviye ile mücadele etmek zorunda kalan Hazreti Ali (Kerremallahüveçhe)[19]’den ise hürmet ifade eden sıfatlarla bahsetmektedir.

Atatürk’ün fikirleri üzerinde Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi’nin  (1865, Filibe – 17 Ekim 1914, İstanbul) etkisini Ali Güler’in Atatürk ve İslâm isimli eserinden okuyalım: 

Atatürk’ün “toplumsal, özgürlükçü ve devrimci” görüşleri­nin oluşmasında ve İslam, İslam tarihi konusundaki fikirlerinin gelişmesinde etkili olan düşünür ve yazarlar arasında dönemin önemli İslamcı düşünürleri arasında yer alan Şehbenderzade Ahmet Hilmi’nin ayrı bir yeri vardır. Cemiyet-i İslamiye (1861 ’de kurulan ve Mecmua-i Fünun adıyla ülkemizde ilk bilim dergisini çıkaran dernek) üyelerinden, Tasvir Gazetesi yazarlarından ve Hikmet Gazetesi’nin de sahibi olan A. Hil­mi’nin özellikle “Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?” ve “İslâm Tarihi” eserlerinin Atatürk’ü çok etkilediği görülmektedir. Bu iki eserdeki görüşlerin özellikle Laiklik ilkesi bakımın­dan Atatürk’e etki yaptığı kabul edilmektedir. “Allah’ı İnkâr Mümkün müdür?” Kitabında Osmanlı toplumunun Ortaçağ ha­yatından çağdaş yaşama geçmek zorunda olduğunu öne süren ve bu konuda yavaş yavaş bir ilerlemeyi değil hızlı bir değişi­mi, ilerlemeyi yani bir nevi devrimi zorunlu gören A. Hilmi, aynı zamanda ateşli bir “özgürlükçü” olup, özgürlüğü, “insan­lığın temel koşullarından biri”olarak değerlendiriyordu. 1911 ’de basılmış olan “Allah ’ı İnkâr Mümkün müdür?” Kita­bını Silvan’da görevli iken 3 gün içinde dikkatlice okuduğunu bildiğimiz Atatürk’ün, Özel Kitaplığı’nda Şehbenderzade Fi­libeli Ahmet Hilmi’nin “Tarih-i İslâm” isimli eseri bulunmak­tadır[20].

Cengiz Özakıncı, Atatürk, Şemseddin Günaltay ve İslam Tarihi isimli makalesinde bu konu ile ilgili şu bilgileri vermektedir:  “Günaltay, 1929, 1930, 1931’de Türk Tarih Tezi’nin yazımı sürecinde, Türklerin İslam Tarihi’ndeki yerine ilişkin yazdıklarıyla Atatürk’ün konuya bakışını önemli ölçüde etkilemiştir. 1931 lise Tarih II kitabında İslâmiyetin doğuşundan dört halife döneminin sonuna dek olan bölümü kendisi yazmış olan Atatürk, Emevi ve Abbasi dönemleri konusundaysa Ş. Günaltay’ın yazdıklarını beğenmiş; bunu Türk Tarih Cemiyeti’ne gönderdiği mektuplarda belirtmiştir[21]”.

Bizzat kendisinin yazdığı birçok bölümü kontrol ettiği TARİH kitabında sansürlendiği ileri sürülen mektuptaki Ömer ile ilgili yazılanlara uygun bir cümle bulmak mümkün değildir:

“Ömer Ebubekir’in Suriye ve Mezopotamya’da başladığı istilaları devam ettirdi.  Suriye ordusu kumandanı Ebu Ubeyde, Şam, Humus, Balebek, Halep ve Antakya’yı zapt ettikten sonra Kudüs’ü kuşattı. Kudüs patriği Sofranyüs bizzat Ömer’in kendisi ile görüşmek kaydıyla şehri teslim edeceğini bildirdi. Ömer Medine’den Kudüs önüne geldi. Kan dökmeden şehre girdi (638).  Hıristiyanları dinlerinde serbest bıraktı. Kiliselerine saldırmadı. Süleyman Tapınağı’nın yerine kendi adını verdiği camiyi yaptırdı[22]”.

Uluğ İğdemir, 22.10.1961 günlü Ulus gazetesinde yayımlanan “Fikir ve Ülkü Adamı Günaltay” başlıklı yazısında, Atatürk’ün bu mektuplarından aktarmalar yaparken şöyle diyor: “O sırada Lise tarih kitapları yazılıyordu. Atatürk bu kitapların müsveddelerini dikkatle okuyor, düşüncelerini Kurum Başkanlığına Yalova’dan yazdığı mektuplarla bildiriyordu. Atatürk İslam Tarihi üzerinde titizlikle durmakta idi. 16 Ağustos 1931’de Kurum Başkanlığına yazdığı bir yazıda yazılanları beğenmediğini, bu bahsin İslam tarihi üzerindeki geniş yetkisini yakından bildiği Günaltay tarafından yazılmasını istiyordu[23]”.

Atatürk mektubunda şöyle demekte idi: ‘Muhterem azanızdan Şemseddin Beyefendi -ki bu notları etüd etmekle meşguldür- benimle aynı fikirdedir ümit ederim. Şemseddin Bey’in bu notlar üzerinde yapacağı tadilata ve kitap tertibine ne nokta-i nazardan ehemmiyet vermesi faydalı olacağını zannettiğim bir numuneyi takdim ediyorum.’ Günaltay, Atatürk’ün direktiflerine uyarak bu bahsi yeniden yazmış ve Yalova’ya göndermişti. 22.08.1931’de Atatürk’ten Kurum Başkanı’na şu yazı geldi: “Tevfik Beyefendiye, Şemseddin Bey’in hazırladığı notlardan okuduğum kısımları fevkalade enteresan ve kıymetli buldum. Bunlardan mülhem olarak yeniden, size verdiğim notlara ufak bir ilave yaptım.’ ‘Sizin not defterinize işaret ettiğim plana göre artık ayrıca Bizans ve Anadolu harekâtından bahse lüzum kalmıyor. O çerçeveye göre Türk-Arap mücadelesine başlamak lazımdır. Bu mücadeleyi Şemseddin Bey çok parlak yazmıştır. Ben onu aynen kabul ettim[24].”

“Atatürk, çalışmaları Yalova’dan ilgiyle izlerdi. Yazılan müsveddeler kendisine gönderilir, o da düşüncelerini yazı ile bildirirdi.” “Atatürk “İslam Tarihi” bölümüne çok önem vermişti. Bu bölümün önemli bir dilimini de kendisi yazmıştı. İlk önce Kurum üyelerinden rahmetli Zakir Kadiri (Ugan) yazdırılan bu bölümü hiç beğenmemiş, bunun Şemseddin Bey (Günaltay) tarafından yazılmasını istemişti. 16 Ağustos 1931’de Kurum Başkanı Tevfik Bey’e Yalova’dan yazdığı mektupta: “(…) Size verdiğim ilk notlarımla beraber şimdi gönderdiğim “Hulefa-i Raşidin Devri” notları da yüksek cemiyetinizin behemahál tenkit nazarlarından geçmelidir.” Mektubun ikinci bölümünde Atatürk şöyle demektedir: “II – Benim size gönderdiğim “Hulefa-i Raşidin Devri” notlarından sonra “Emevi Saltanatı” ve ondan sonraki devirler Şemseddin Beyefendi tarafından hazırlanır, benim de vaktim, daha doğrusu disposition’um olursa, ben de meşgul olurum.” Atatürk 23 Ağustos 1931’de yazdığı mektuba da şöyle başlıyor: “Şemseddin Bey’in hazırladığı notlarından okuduğum kısımlarını fevkalade enteresan ve kıymetli buldum. Bunlardan mülhem olarak yeniden size verdiğim notlara ufak bir ilave yaptım[25].”

Atatürk İslam Peygamberi Hz. Muhammed’i insanlığın değil de Arapların peygamberi gibi göstermeye çalışan oryantalistlerin görüşlerine cevap verilmesini istemiş, kendisi de bu husus da son derece hassas davranmıştır: “1931 yılı Temmuz ayında başlanan lise Tarih II ders kitabının yazımı yaklaşık 4 ay sürmüş, “Maarif Vekâleti Milli Talim ve Terbiye Dairesinin 28 Kasım 1931 tarih ve 2847 sayılı emri ile 25.000 nüsha tab edilmiş” olan kitap, liselerde tarih ders kitabı olarak okutulmaya başlanmıştı. Atatürk’ün okuduğu kitaplar arasında bulunan Leone Caetani’nin Hüseyin Cahit Yalçın tarafından “İslam Tarihi” adıyla çevrilen kitabında “Arabistan peygamberi”, “Arabistan Peygamberinin dini” gibi nitelemeler vardı. Batılı oryantalistler, “Arap/ların dini” gibi nitelemeleri, Arap olmayan Müslüman bilginlerin yapıtlarını Araplara mâletmek kastıyla kullanıyorlardı. Günaltay, Atatürk tarafından beğenilerek lise Tarih II kitabında yayımlanan yazısında, Türk karşıtı oryantalistlerin bu savlarını çürütücü bilgiler vererek şöyle diyordu: “İslamiyet döneminde ulum ve maarifle iştigal edenlerin (bilimler ve eğitimle uğraşanların) en çoğu Arap olmayan kavimlere mensup idi. İslam medeniyeti kendi teessüsünü (kuruluşunu) diğer milletlere, bilhassa Türklere ve İranlılara medyundur (borçludur). İslamiyetin zuhuru esnasında (ortaya çıkışı sırasında) yüksek bir seviye ve eski bir medeniyet sahibi olan Türklerin İslâmiyeti kabul ettikten sonra İslâmiyetin teessüs (kuruluş) ve inkişafına (gelişmesine) pek mühim bir amil (etken) olmaları tabii idi. Bilaistisna (istisnasız) İslam medeniyetinin her şubesinde Türklerin büyük hizmetleri oldu. (…) Türkler bilhassa felsefi ve müsbet ilimler sahasında vukuf ve ihata (kavrayış ve kapsayış) göstermişlerdir. Türklerin meşgul olmadığı ilim sahası yoktur.[26] (…”)

Cengiz Özakıncı’nın makalesinin tamamı okunduğunda zihinlerde oluşturulmak istenen birçok sorunun cevabı bulunacaktır. Burada iddiaların çevresindeki sislerin giderilmesine çalışılmıştır. Atilla Oral’ın Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu isimli eseri maalesef bilimsel bir tetkikten geçirilmeden alelacele okuyucuyla buluşturulmuştur. Orijinal yazıların taklidi her zaman mümkündür. 

Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu olarak sunulmaya çalışılan metinde Atatürk’ün Kur’an  kültür ve irfanıyla bağdaşmayan ifadeler de mevcuttur. Atatürk’ün Kur’an’a olan saygısı herkes tarafından bilinmektedir. Ali Rıza Özdemir Atatürk ve İslâm[27] isimli eserinde Sinan Meydan’dan dipnot verdiği ifadelerle Atatürk’ün Kur’an tecrübesini şu şe­kilde özetlemektedir: “Atatürk, daha 7 yaşında annesi Zübeyde Hanım’ın isteği ile Kuran-ı Kerim’i hatmetmiştir. 8 Yaşında Kuran’ın tamamı­nı ezbere okuyabilmektedir. (Atatürk bu gerçeği 1927 yılında Ankara’da ABD Büyükelçisine açıklamıştır.)[28] Atatürk Kur’an-ı Kerim meal ve tefsir çalışmalarını ömrünün sonuna kadar takip ve teşvik etmiştir. TBMM 21 Şubat 1925 tarihinde Türkçe Kur’an Meâ­li ve Tefsiri hakkındaki önergeyi kabul etmiştir. Atatürk, Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif Ersoy ile yapılan Kur’an tefsir ve tercümesi söz­leşmesinde yer alan teknik ayrıntılar ile bizzat ilgilenmiştir[29].

Abdurrahman Kasapoğlu’nun Atatürk’ün Kur’an Kültürü[30] eserine bakıldığında da Atatürk’ün “sansürlenmiş değil sahte olan mektuptaki” şöyle bayağı bir söz sarf etmeyeceği anlaşılacaktır.

Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinde; (Ikre, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır[31]”. Üç kelimeye kısaltılan  “ikra bismi rabbik” şeklinde “ikra bismi rabbike’l-lezî halâk” (Yaradan Rabb’inin adıyla oku) (Alak suresi/1.) ayetidir. Atatürk’ün ayete safsata demesi mümkün değildir ve onun Kur’an edebine aykırıdır. Üstelik metinde görülen Atatürk’ün yazdığı iddia edilen “ikra bismi rabbik” yerine “ikra bismi rabbihi” yazıp hi’sinin üstünün karalandığı görülmektedir. Bu durum küçüklüğünden beri Kur’an okuyan bir insanın bilgisi ile de bağdaşmamaktadır. Bu sözü onun ağzından söylenmiş göstermek en hafif ifadesi ile inançlı bir insan olan Atatürk’ü töhmet altına bırakmak demektir. 

https://www.kirmizilar.com/9917951c-3a1f-4bbe-a959-ce75c2205746″ />

“Bir sözün iddia edilen kişiye ait olup olmadığı hususunda aşağıdaki yol ve yöntemler izlenebilir: Sözü söyleyen kişi tarafından yazılmış kitaplara ve birincil kaynaklara bakılır. Rivayet edilen sözler için ise ikincil kaynaklardan veyahut kişinin etrafında olan insanların anılarından yararlanılır. Kurumların geçerliliği sorgulanır. Metinde yer alabilecek minik ayrıntıları birleştirilir. Örneğin, Atatürk’ün Suudi kralına yazdığı iddia edilen mektupta imzada ismi geçen Cumhurbaşkanlığı Atatürk Özel Arşivi’nin henüz olmaması gibi. Sözlerde yer alan tarihlerden yola çıkarak metnin tarihselliğini sorgulanır. Tarihsel uyuşmazlıklar sonucu ortaya çıkacak anakronizmleri bulunur. Suudi Krallığı’nın 1932 yılında kurulmuş olduğundan yola çıkarak mektubun 1919 tarihinde yazılmış olamayacağını çözmek gibi. Belki de bu gibi durumlarda en önemli şey sorgulamak, araştırmak ve okumaktır. Gördüğünüz cümleleri veya sözleri ne kadar uzmanı olduğunuza inansanız da yazılı olarak kitaplarda bulmaya çalışın. Hoşunuza giden veyahut çok sevdiğiniz sözleri hemen paylaşmayın. Akıl ve eleştiri süzgecinden geçirilmeden yapılan bu paylaşımlar bilgi kirliliğini arttıracak ve çok sevdiğiniz tarihsel kişiliklere zarar vermekten başka bir şeye yol açmayacaktır”[32].

SONUÇ

Türk Tarih tetkik Cemiyeti’nin hazırlamış olduğu Tarih kitabı hakkında varsayımlardan uzak bir inceleme yapmak her zaman mümkündür. Çöpten bulunduğu iddia edilen bir mektubun Türk Tarih Kurumu Başkanı Uluğ İğdemir’i ve üyelerini töhmet altında bırakmasının hiçbir mantıklı nedeni yoktur. Türk ocaklarının kapatılmasından sonra Atatürk’ün emriyle kurulan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti 1935’te Türk Tarih Kurumuna dönüşmüştür. Atatürk’ün sansürlendiği veya arşivde yok edildiği iddia edilen bir mektuptan kendisinin güvendiği bilim insanları kadar manevi kızı Afet Hanım’ın da haberi olması gerekirdi. Afet Hanım hem bu kurumun üyesi hem de 1935’ten itibaren belirli aralıklarla başkanlığını yapmış yetkili bir kişiydi. Dolayısıyla varsayımlar üzerinden hareket ederek Atatürk dâhil her insanın el yazısının taklit edilebileceği unutulmadan o insana kendi düşüncelerine aykırı yazıları yazmış gibi iddiada bulunulabilir.  Bu bakımdan Atatürk gibi Türk milletinin kaderini değiştirmiş ve halen etkilemeye devam eden bir liderin kendisine isnat edilen belgeler konusunda son derece dikkatli olunmak zorundadır. Aksi halde söylenmemiş bir söz toplumda infiale, zihinlerde cevapsız soru işaretlerine neden olur. Atatürk’ü kendi kaleminden, güvenilir kaynaklardan okumak ve öğrenmek her Türk evladının borcudur.

KAYNAKLAR

1-Abdurrahman Kasapoğlu,  Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İlgi Yayınları, İstanbul, 2006.

2-Ali Güler, Atatürk ve İslâm, Halk Kitapevi, İstanbul, 2016.

3-Ali Rıza Özdemir, Atatürk ve İslâm, Kripto Yayınları, Ankara, 2019.

4-Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar yayınevi, 4. Baskı, 2023, İstanbul.

5-Cengiz Özakıncı, Atatürk, Şemseddin Günaltay ve İslam Tarihi, Otopsi, BD Ocak, 2022.

6-Kemal Atatürk, Nutuk, III (Vesikalar), Devlet Kitapları,  On birinci Basılış, Millî Eğitim Basımevi – İstanbul 1970.

7-Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi İslam Tarihi, Sadeleştiren: Ziya Nur Aksun, Cilt I, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2006.

8-TARİH (T.T. T. Cemiyeti Tarafından Yazılmıştır) II. Cilt, Kemalist Eğitim Tarih Dersleri (1931-1941), 1 Basım, 1932, Devlet Matbaası, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2000

İnternet Kaynakları:

https://youtube.com/shorts/Xt0VjT_zLZE?si=YkCEEZYa7wxBW4pg

dindarmustafakemal/posts/291077317910951/?locale=fr_FR

https://teyit.org/teyitpedia/ataturkun-soyledigi-iddia-edilen-sozler-nasil-dogrulanir

DİPNOTLAR 

[1] Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, Demkar Yayınevi, 4. Baskı, 2023, İstanbul, s. VII.

[2] Atilla Oral, a. g. e., s. 2.

[3] Atilla Oral, a. g. e., s. 2.

[4] Atilla Oral, a. g. e., s. 3-4.

[5] Atilla Oral, a. g. e., s. 4.

[6] Bu konudaki örnekleri hatırlatan meslektaşım Hakan Ay’a ve Bilgi işlemci Zekeriya Yıldırıma teşekkür ederim. 

[7] Atilla Oral, a. g. e., s. 76.

[8] dindarmustafakemal/posts/291077317910951/?locale=fr_FR

[9] Atilla Oral, a. g. e., s. 6.

[10] Atilla Oral, a. g. e., s. 8. Çıfıt sözcüğü Türk Dil Kurumu sözlüğündeki karşılığı: Yahudi, hileci ve düzenbaz. 

[11] Atilla Oral, a. g. e., s. 8. 

[12] Kemal Atatürk, Nutuk, III (Vesikalar), Devlet Kitapları,  On birinci Basılış, Millî Eğitim Basımevi – İstanbul 1970,  S. 1243-1244.

[13] Atilla Oral, a. g. e., s. 8.

[14] Şehbenderzade Filipeli Ahmed Hilmi İslam Tarihi, Sadeleştiren: Ziya Nur Aksun, Cilt I, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2006, s. 272.

[15] Şehbenderzade Filipeli Ahmed Hilmi, a. g. e., s. 272.

[16] Şehbenderzade Filipeli Ahmed Hilmi, a. g. e., s. 273.

[17] Şehbenderzade Filipeli Ahmed Hilmi, a. g. e., s. 273.

[18] Kemal Atatürk, Nutuk, III (Vesikalar), s. 1244. 

[19] Kerremallahu vecheh cümlesinin kullanılışı Hz. Ali’nin putlara tapmadan Müslüman olması en önemli sebep olarak ileri sürülmektedir.

[20] Ali Güler, Atatürk ve İslâm, Halk Kitapevi, İstanbul, 2016, s. 80.

[21] Cengiz Özakıncı, Atatürk, Şemseddin Günaltay ve İslam Tarihi, Otopsi, BD Ocak, 2022. s. 3.

[22] TARİH II. Cilt, Kemalist Eğitim Tarih Dersleri (1931-1941), 1 Basım, 1932, Devlet Matbaası, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2000,  S. 120.

[23] Cengiz Özakıncı, a. g. m., s. 3.

[24] Cengiz Özakıncı, a. g. m., s. 4.

[25] Cengiz Özakıncı, a. g. m., s. 5. “Not: Beş parçadan oluşan bu mektuplar Türk Tarih Kurumu özel arşivindedir.”

[26] Cengiz Özakıncı, a. g. m., s. 5-6.

[27] Ali Rıza Özdemir, Atatürk ve İslâm, Kripto Yayınları, Ankara, 2019.

[28] Ali Rıza Özdemir, a. g. e., s. s. 114.

[29] Ali Güler, Atatürk ve İslâm, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016, s. 187.

[30] Abdurrahman Kasapoğlu,  Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İlgi Yayınları, İstanbul, 2006.

[31] Atilla Oral, a. g. e., s. 75.

[32] https://teyit.org/teyitpedia/ataturkun-soyledigi-iddia-edilen-sozler-nasil-dogrulanir

[i] Felsefe Lisans Mezunu, Deontoloji Ph. D.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen