Mustafa Kemal Atatürk, felsefede romantik dönemin Avrupa’daki yoğun etkisiyle ortaya çıkan ve yayılan “milliyetçilik” akımlarının bütün imparatorluklar gibi Osmanlı Devleti’ni de ağır sarsıntılara uğrattığı bir dönemde dünyaya gelmiştir. Aydınlanma dönemine geçiş sürecini de kısmen kapsayan bu dönemde Atatürk, çağdaşı diğer aydınlar gibi, hayatının tüm dönemlerini olayları gözleyerek geçirirken, asker olması nedeniyle değişik coğrafyalarda tüm gelişim ve değişimleri bizzat yaşamıştır. Böylece, bir yandan sağlam ve tutarlı görüşlere sahip olurken, bir yandan da düşüncelerini gerçekçi yargılarla oturtma yeteneği ve uygulama iradesine sahip olabilmiştir. Bu durum, esasen yüksek bir insani yeteneğin, tarihsel süreçte, çevreden etkilenimi ile “dahi” düzeye ulaşmasını sağlayan ana etmendir.
Atatürk, yukarıda konu edilen yeteneklerin verdiği öngörü ile Osmanlı Devleti’nin varlığını devam ettirmesi için düşünülen çarelerden hiç birine (İslamcılık – Osmanlıcılık) iltifat etmemiş, buna karşın Osmanlı devlet ve hükümet adamlarının Türk milliyetçiliğine karşı olumsuz tavırlarını tasvip etmemiş ve bunlara ciddi şekilde karşı çıkmıştır. Atatürk’e göre “ulusal bilinç ve karakter, ulusun öz benliğiyle kuvvetlenmelidir ki, o ulusun kurtuluşu ve gelişerek idamesi” mümkün olabilsin. Ona göre Türk Milleti’nin imparatorluğun son dönemlerinde başına gelenler, “Türkçülük duygusu”nun bir türlü aksiyoner bir tavra bürünememiş olmasındandır. Atatürk’ün şu sözleri konuya bakışını çok net olarak yansıtmaktadır: “Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tembellik göstermiş bir milletiz… Bizim milletimiz, milliyetinden gaflet edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı Devleti’nin dahilindeki çeşitli kavimler hep milli akidelere sarılarak, milliyet ülküsünün kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış.”[1]
Bu tür düşünce yeteneğinin, milletler meselesinde ilgi alanını sadece Anadolu coğrafyası ile sınırlı tutmayacağı açıktır. Nitekim Atatürk, Orta Asya Türk Topluluklarına yakın ilgi göstermiş, onlar için, bugün ile kıyaslandığında, çok sağlam mantık örgüsünün verdiği öneriler geliştirmiştir. Öyle ki, o dönemdeki Orta Asya’da, Anadolu’daki kurtuluş hareketine paralel bir “ulusal kurtuluş hareketleri” örnekleri başlatılması için açıkça çaba göstermiştir. Atatürk’ün Orta Asya’ya özel kuryesi olarak İsmail Suphi Beyi gönderdiğini, İsmail Suphi Bey’in görevinin, Atatürk’ün direktifleri istikametinde Türkistan Milli Birliği’nin kuruluşu için Türkistan Türkleri arasında aracılık yapmak olduğunu biliyoruz[2]. O yıllarda Orta Asya Türklerinin liderlerinden olan Zeki Velidi Togan bu ziyaret hakkında anılarında şunları anlatmaktadır: “Temmuzda Ankara Büyük Millet Meclisi azası İsmail Suphi (Soysallıoğlu) Bey Buhara’ya gelmişti. O resmen, Komünist Partisi taraftarı bir Türk mebusu olarak seyahat ediyordu. Bu cihetten Türkistan’da serbest gezmek imkanını elde etmişti. Hatta Hive’ye bile gidip geldi. Fakat kendisi Mustafa Kemal Paşa tarafından vazifelendirilmişti. Bu zat Buhara’da iken benimle birkaç defa görüştükten sonra benim ricamı kabul ederek o zaman birbirleriyle rakip durumda olan Özbek ve Tacik zümreleriyle görüştü. Türkistan Milli Birliği’nin, yani Müşterek Komite’nin kurulmasının bir çıkmaza uğramış olmasından endişe ediyordu. Taraftarların bir akşam bir yerde toplanmalarını teklif etti. 30 Temmuz akşamı Mirza Abdülkadir’in evinde toplandık. İsmail Suphi Bey önce taraflarla konuşarak Müşterek Komite riyasetine beni intihap etmelerini teklif etmiş, onun bu teklifi kabul edilmişti. Akşam toplantısında güzel bir nutuk söyledi. Aynı teklifi yaptı. İttifakla kabul ettiler. Merkez komitenin diğer azalarıda orda intihap edildi. Bununla ben Ağustos 2’de Türkistan Milli Birliği’nin yani Müşterek Komite’nin reisi sıfatıyla faaliyete geçtim. Bu kritik günlerde yani Türkiye’den Mustafa Kemal Paşa tarafından gönderilen bir mebusun Kazak Alaş – Orda mümessillerinin, bilhassa Dinşe’nin ve Afgan sefiri Abdürresul Han’ın Türkistan için bir milli mücadele merkezi kurulmasında kati ve nihai tesirleri oldu”[3]. Türkistan’daki vazifesini tamamlayan İsmail Suphi Bey, Eylül sonlarında Türkiye’ye dönmüş, Orta Asya Türklerinin durumu ve kendi faaliyetleri hakkında hazırladığı geniş kapsamlı bir raporu Atatürk’e sunmuştur. Kurtuluş Harbi sürecinde, henüz devletleşmemiş bir iradedeki çalışma alanı dışına uzanan güç ve ilgi alanının bugün için nasıl özel bir dikkat gerektirdiği açıktır.
1921 yılında Ankara’da, sadece üç devletin temsilciliği bulunuyordu; Afganistan Sefareti, Azerbaycan Sefareti ve Sovyet Sefareti. Ankara’ya gelen dördüncü sefaret heyeti Buhara Sefaret heyeti olmuştur. “Anadolu’daki Bağımsızlık Mücadelesi”ni dikkatle takip eden Buharalılar, Ankara’da iki kişilik bir elçilik heyeti ile çalışıyorlardı; elçi olarak Türkiye’de tahsil görmüş olan Recep Bey, maslahatgüzar olarak da Naziri Bey vazife görüyordu. Buhara Heyeti Ankara’ya gelişlerinin henüz ikinci gününde Atatürk tarafından kabul edildi. O görüşmede Atatürk’ün uzun saatler boyu Buhara heyetinden, Türkistan ve Rusya ahvali hakkında geniş bilgi aldığı ve dökümantasyon yaptığı arşiv kayıtlarındadır.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Orta Asya ve Türk Birliği için düşünceleri ve takip ettiği etkin siyaseti daha sonraki yıllarda da sürdürmüştür. Değişen Orta Asya siyasi yapısını iyi takip eden ve iyi okuyan Atatürk artan bir bilgiyle gelişmelere koşut dış politika yönlendirmeleri yapmıştır. Bu eksende, Cumhuriyet kurulup yerleştikten sonra Atatürk’ün en büyük emellerinden biri “bütün Türkler arasında bir kültür birliği” yaratmaktı. Atatürk, bu emeli Türklerin devam edecek varlığı için esas şart kabul ediyordu. Öyle ki, Atatürk, tarihimizin Selçuklulardan başlatılmasına karşı çıkmış, kökümüzün Orta Asya’ya bağlı olduğunu her fırsatta vurgulamış, eski Türk tarihi sembollerine çok önem vermiştir. Türklük tarih ve yaşam bilincinin milletin hafızasına bütünüyle yerleşebilmesi amacıyla, Türk tarihinde üretilen neredeyse tüm destanların ve sembollerin bizzat Atatürk tarafından milletin hafızasında yeniden canlandırıldığı ve işlendiği yakın tarihte iyi bilinen sosyo-politik aktivitelerdir; Ergenekon Destanı, Manas Destanı, Dede-Korkut, Kutad-Gu-Bilig, Orhun, Ötüken, Tonyukuk, Bozkurt, Asena, Börteçine, Mete ve daha pek çokları bizzat Atatürk’ün mevcut Türk bilincine, yaşayan Türk edebiyatına kazandırdıkları muhteşem kültürel kavramlar ve tarihi gerçeklerdir.
Atatürk, meclisteki bir konuşmasında milletvekillerine ve Türk Milletine şunları söylemiştir: “Efendiler bu dünya-yı beşeriyette asgari yüz milyonu mütecaviz nüfustan mürekkep bir Türk Millet-i azimesi vardır; ve bu milletin saha-i arzdaki vüsati nispetinde saha-i tarihte de bir derinliği vardır… En bariz ve en kati ve en maddi delail-i tarihiye ye istinaden beyan edebiliriz ki, Türkler on beş asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetine tecelligah olmuş birer unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlettir”[4].
Atatürk, Türk dünyasına yönelik düşünce, görüş ve beklentilerini, tükenmez bir inançla her fırsatta ve yol gösterici olarak dile getirmiştir. Onun 10. Yıl Nutkunda Orta Asya ile ilgili söyledikleri, günümüz gerçeklerini altmış yıl önce nasıl görebildiğini gösteriyor; “Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya – Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprülerini sağlam tutarak; Dil bir köprüdür… İnanç bir köprüdür…Tarih bir köprüdür…Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların (Türkiye dışındaki Türklerin) bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.”[5]
Bilindiği gibi Sovyetler Birliği 90’lı yılların başında çözülmeye başlamıştır. Atatürk’ün daha Sovyetlerin başlangıç yıllarında gördüğünü ancak bu yazının başındaki “dahi” tanımlaması ile anlayabilmek olasıdır. Keşke bu basiretin sadece bir ölçüsü ondan sonra gelen yöneticilerde olabilseydi; ne yazık ki Atatürk’ün istediği “dilin, inancın ve tarihin tüm dünya Türkleri için temel yaşam köprüsü olması” için hiçbir ciddi çaba gösterilmemiştir.
Kaynaklar
- Söylev ve Demeçler; C. 2, D.T.C.F. Basımevi, Ankara 1981
- Mehmet Saray; Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995
- Zeki Velidi Togan; Hatıralar Türkistan ve Diğer Müslüman Doğu Türklerinin Milli
Varlık ve Kültür Mücadeleleri, İstanbul 1969
- T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C.24, s. 305-306’dan naklen Mehmet Saray; Atatürk ve Türk Dünyası, s: 19.
- Nuri Köstüklü; “Şark Meselesi Atatürk ve Türk Dünyası”, Türk Yurdu, Aralık 2000
- Mehmet Atay; “Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milliyetçiliği Üzerine”, Türk Yurdu, Aralık 2000
Dipnotlar
[1] Söylev ve Demeçler; C. 2, D.T.C.F. Basımevi, Ankara 1981, s. 143.
[2] Mehmet Saray; Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995, s: 3.
[3] Zeki Velidi Togan; Hatıralar Türkistan ve Diğer Müslüman Doğu Türklerinin Milli Varlık ve Kültür Mücadeleleri, İstanbul 1969, s 375.
[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, C.24, s. 305-306’dan naklen Mehmet Saray; Atatürk ve Türk Dünyası, s: 19.
[5] Nuri Köstüklü; “Şark Meselesi Atatürk ve Türk Dünyası”, Türk Yurdu, Aralık 2000, s: 66-69.
Mustafa Yahya METİNTAŞ
Dr.Öğr.Üy., ESOGÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Eskişehir