Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki İslâmî Tesirler

Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki İslâmî Tesirler[i]

Prof.Dr. Sir Steven RUNCIMAN[ii]

Tarihte çeşitli insanlar ve medeniyetleri arasındaki harpler ve anlaşmazlıkları gereğinden çok duyarız, halbuki bunlar arasındaki işbirliği ve karşılıklı tesirlerden çok az bahsedilir. Bu anlaşmaz­lıklara bilhassa, birbirlerine iyi niyet ve anlayış gösterecekleri yerde, birbirleriyle sık sık çatışma halinde olan dinler arasında rastlarız. İki büyük din olan hırıstiyanlık ve müslümanlık arasın­daki münasebetlerin tarihi, düşmanlık ile o kadar bulandırılmıştır ki, bu dinlerin ortak özelliklerini, geçmişte nasıl sık-sık birbir­leri üzerine faydalı tesirler yaptıklarını unutuveririz.

Hırıstiyanlar, kendi medeniyetlerini batı Asya’nın dinî gele­nekleri (tek tanrılı Sâmî geleneği) ile birleştirilmiş olan eski Yunan ve Roma medeniyetine öğünerek dayandırırlar. Fakat aynı düşünce, İslâm medeniyeti için de doğrudur. Hatta belki daha da doğrudur, çünkü Batı Medeniyeti kuzeyli ırkların zevk ve geleneklerine uy­durulmağa çalışılmıştır. Hıristiyanlığın Roma imparatorluğunun en doğudaki eyaletlerinden birinde, fakat yine de bu imparatorluğun sınırları içinde ortaya çıktığı doğrudur; işte bu yüzden bu din daha çok batıya doğru yayılmış ve hiç bir zaman imparatorluğun doğu sınırlarından pek ileriye gitmemiştir. İslâm dini ise, bu sınır­ların hemen dışında doğmuş, bu yüzden hem doğuya, hem de batıya yayılabilmiştir. Fakat Hazret-i Peygamber ve onu ilk takibedenler eski Roma dünyasının kalıntılariyle sıkı sıkıya temas hâlinde idiler ve kısa bir zaman sonra Iran tesiri altına girmelerine rağmen, Müslümanlığı yayanlar, eski hayat tarzını aslında batıdaki kuzeyli istilacılardan daha az bozmuşlardır. Eğer Romalı biri orta çağda yeniden yaşasaydı, batıdaki her hangi bir Hıristiyan şeh­rinden çok, İslâm şehirlerinden birinde kendi çevresini bulacaktı.

Eski Roma imparatorluğunun hâlâ devam ettiği İstanbul’da ─ki biz buna genel olarak Bizans imparatorluğu adını veririz─ kültür, batılı devletlerden çok İslâm halifeliğininkine yakındı. Klâsik öğ­renim, Bizans’ta olduğu kadar, İslâm dünyasında da hâlâ tutuluyor ve inceleniyordu. Gerçekten de orta çağın başlarında İslâm ve Bizans devletleri Yunan – Roma kültürünün ortak vârisleriydiler. Bunlardan Bizans, daha çok kendi içine kapalı kalmış ve batıdaki Avrupa kültürünün gelişmesinde daha az rol oynamıştır.

Eğer Müslümanlığın Batı üzerindeki tesir derecesini hemen görmek isterseniz, Batı Avrupa dillerinde bugün hâlâ kullanılan ve kökü İslâmî (çoğu zaman Arapça) olan sayısız kelimeleri aklı­nıza getirmeniz kâfidir. İngilizcede bunun pek çok örnekleri vardır. Bunların bir çoğu, Batılı tüccarlar tarafından ilk defa doğudan ge­tirilmiş madde ve nesnelerin isimleridir. Bunlar arasından sugar (“şeker”), syrup (“şurup”), orange (“portakal”), lemon (“limon”) gibi yiyecek isimleri; spinach (“ıspanak”), artichokes (“enginar”) gibi sebze isimleri; saffron (“safran”) gibi baharat ve coffee (“kahve”) gibi içecek isimleri vardır. Bütün bunlar aslında Arapça kelimelerdir ve hangi memleketten alınmış olduklarını gösterir. Bunlara eşya isimlerini de katabiliriz; meselâ mat (“hasır”), mattress (“şilte, uzun minder”), sofa (“sedir”) ve isminden hemen menşei anlaşılan ottoman (“divan”) kelimesi. Cotton (“pamuk”) Arapça bir kelimedir; bunun yanında isimlerini doğudaki şehirlerden alan birçok maddeler vardır; muslin (“müslin”) Musul’dan, damask (“bir çeşit ipekli”) Damascus (“Şam”) ’tan gelir. İngilizcede âdî benekli kedi ve bir çeşit hareli, ipekli için kullanılan tabby keli­mesi Bağdad’ın Attâbiye mahallesinden gelir. Ticaret nesnelerini gösteren bu gibi kelimeler bir kültür alışverişinden çok, belki de bir ticaret alışverişini belirtir. Bizim doğudan aldığımız ticaret tâbirleri çok önemlidir. Bunlar, batılı tüccarların ticaret tekniğini doğudan öğrendiklerini gösterirler. Bu terimlerin arasında traffic (“trafik”), tariff (“tarife”), cheque (“çek”), risk (“riziko”, “tehlike”), magazine (“dükkân”), calibre (“çap”) gibi çok kullanılan İngilizce kelimeler vardır. Gemicilikte kullanılan sloop (“tek direkli yelkenli gemi”) ve barque (“üç direkli yelkenli gemi”) kelimeleri bu iki gemi çeşidini de doğuya bağlar. Cable (“kablo”) kelimesinin de kaynağı doğudadır. Admiral (“amiral”) unvanı bile, ilk şekliyle, denizle bir ilgisi olmamasına rağmen, doğu menşelidir. Sanat alanında baroque (“barok,) kelimesi Arapçadan gelmedir. Tambourine (“tambur”) ve guitar (“gitar”) gibi musiki âletlerinin isimleri Arapçaya dayanır. Rönesans Avrupasında çok sevilen lute (“lavta, ut”) ise, Arapça al-üd’dan gelir. Satrançta Farsça kelimeler kul­lanırız. Chek-mate kelimesi şâhmât’tan (yâni “şah ölmüştür” den) başka bir şey değildir. Astronomide en parlak yıldızlardan üçünün ismi ─Aldebaran, Altair ve Betelgouse─ Arapçadır. Matematikte cypher (“sıfır”) kelimesi ve cebir ilmi Arapçaya dayanır.

Fakat bazı kelimelerin yanlış kaynaklara dayandırıldığını da söylemem gerekir, alcohol (“alkol”) kelimesinin kökünü İslâmda bulmak bizi şaşırtır, çünkü bu din alkol içmeği yasak etmiştir. Fakat bu dayandırma Rönesans devrinde yaşamış Paracelsus adında İsviçreli bir kimyacının yaptığı bir hata yüzündendir. O, içkilerin kohl-collyrium (“göz sürmesi”) ile bir ilgisi olduğunu sanıyordu.

Bütün bunlar nasıl olageldi? Bu olayın özetini alchemy (“eski kimya ilmi”) kelimesinde bulabiliriz. Bu ilmi, biz bu gün yarı sihirbazlık gibi görürsek de, orta çağda bu, çok önemli bir kimya ilmiydi. Bu kelime Arapça al harf-i tarifiyle Yunanca chimia (“kimya”)’nın bir birleşimidir. Chimia kelimesi de, Nil nehrinin getirdiği ve eski Mısırlıların tecrübelerinde kullandıkları siyah bir çamura verdikleri khem isminden gelmektedir. İşte burada bir sıra olayla karşı karşıyayız. Klâsik Yunan bilgisi eski doğudan alınmış ve Yunanlılar tarafından belli bir düzene sokulmuş, orta çağda müslümanlar tarafından bu bilgi geliştirilmiş ve Batı Avrupa’ya geçirilmiştir.

Müslümanlar, tarihlerinin tâ başından beri Yunan felsefe ve ilminin her bir kolunu incelemenin ne kadar faydalı olduğunu an­lamışlardı; Daha Emevî halifeleri devrinde bile hükümet işlerine yarayan birkaç Yunanca eser Arapçaya çevrilmişti. Fakat büyük tercüme devri Abbâsilerle, bilhassa IX. yüzyılın ikinci çeyreğinde, el-Me’mûn ile başladı. En önemli tercümanlar Nesturî-hırıstiyanlardır, fakat halife onların yaptıklarını kontrol ediyordu. Onlara, kendi idâresi altındaki yerlerin kütüphanelerinden yazmalar toplattırıyor, eğer iyi nüshalar bulunmazsa, Bizans imparatorundan yazmalar istiyor veya Bizanslı âlimleri Bağdad’a yerleşmeğe iknaa çalışı­yordu. Halifelerin bu himayesi sonucunda, dokuzuncu yüzyılın nihayetinde Yunan ilmi, matematiği, mantık ve tıbbı üzerine hemen bütün önemli eserlerin tercümesi yapılmıştı. Bu sıralarda müslüman feylesof el-Kindî, Aristo’nun felsefî eserlerini tercümeye başladı. Diğer bazı çağdaşları da neo-platonik feylesofları tercüme ettiler. Bundan sonraki yüzyılda feylesof el-Fârâbî Aristo tercümesini tamamladı. Buna kendi yorumlamalarını da katarak, bu çalışmasiyle Aristo’yu İslâm geleneğinin en önemli feylesofu haline getirdi. İslâm dünyasında kuvvetli bir kültür birliği vardı ve bu birliğin içinde âlimler ve eserleri rahatça dolaşabiliyordu. Böylece bu ter­cüme ve yorumlamaların etkisi kısa bir zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar duyulmuş ve bunların yanında İslâm âlimlerinin önemli eserleri de görülmeğe başlamıştı.

El-Fârâbî’nin ölümünden otuz yıl kadar sonra, o zamanlar İslâm devletinin doğu sınırında bulunan Türk topraklarında, Buhara’da, müslüman feylesofların en önemlisi ve bence en büyüğü olan İbn Sina doğdu. Ona batıda Avicenna denirdi. İbn Sina’nın felsefe sisteminde, bazı yönlerden tamamen doğru olmamasına rağmen, çok kuvvetli ferdî bir görüş belirir ve bu, onun dünya tarihindeki en önemli feylesoflar arasında yer almasını sağlar. Kısa bir zaman içinde eserleri bütün İslâm memleketlerinde, bilhassa İspanya’da okunup inceleniyordu.

Batı Avrupa ancak XI. yüzyılın sonunda İslâm kültürüne iyice yakınlaşabildi. O zamana kadar Batılılar İslâmdan korkuyor, onun siyasî kuvvetinden telâşlanıyor ve medeniyetlerinden şüphe ediyorlardı. İspanya’daki İslâm okullarına girebilen bir iki batılı âlim (meselâ, sonradan Sylvester II adiyle papa olan Aurillac’lı Gerbert) memleketlerine döndüklerinde şüphe ile karşılanıyor ve ruhlarını şeytana sattıkları sanılıyordu. Fakat zamanla aradaki bağlar kuvvetlendi, aşağı yukarı dört yüzyıldanberi İslâm hâki­miyeti altında kalan İspanya’da birçok yerler, meselâ, Toledo gibi İslâm öğreniminin merkezi olan yerler, yeniden Hıristiyanların eline geçti. İki buçuk yüzyıldanberi müslüman olan Sicilya’ya Fransa yoluyla İskandinavya’dan Normanlar geldi. Aynı sıralarda, bilhassa Bizans donanmasının yardımıyla Akdenizdeki korsanlığın önüne geçildi. İtalyan tacirler İslâm limanlarıyla ticârete başladı. Nihayet onbirinci yüzyılın sonunda batılıların Suriye ve Filistin’e akını, Haçlı seferleri diye tanınan olay, görülür. Din düşmanlığına yol açtıkları için bu seferlerin zararı büyüktür, fakat yine de ara­daki temasın artmasını sağlamışlardır.

İşte bu sıralarda eski Yunan bilgisi müslümanların kattıkları ile o kadar zenginleştirilmişti ki, artık esas Yunan eserini İslâm fikirlerinden ayırmak çoğu zaman güç oluyordu. Ve bu Yunan eserlerini zenginleştirmeğe hâlâ da devam ediliyordu. İspanya’da İslâm felsefesi hırıstiyanların gelmesi ile son bulmadı. Burada XII. yüzyılda İslâm geleneğini yaşatan Maimonides (Musa b. Maymûn) gibi Yahudi feylesofların yanı sıra, çok daha önemli birisi, batının Averrhoes diye tanıdığı İbn Rüşd de bulunuyordu. Bu âlimin, ken­disi gibi müslüman olanlardan çok, batı hırıstiyan düşüncesine etkisi olmuştur. Böylece İspanya’yı ele geçiren hırıstiyanlar burada en parlak devrini yaşamış olan canlı bir İslâm felsefesi oku­luyla karşılaşmışlardı. 1085’te Toledo’yu ele geçiren Kastilyalı Alfons VI yeni müslüman tebeasına o kadar önem verdi ki, hırıstiyan din adamlarının hoşuna gitmemesine rağmen, kendisini “iki dinin imparatoru” olarak tanıttı. Avrupada ilk doğu ilimleri oku­lunu yine bir hırıstiyan râhip, Toledo’Iu Raymond, XII. yüzyılın ortasında kurdu. Hırıstiyanlara İslâm düşüncesini tanıtmağı o kadar gerekli buluyordu ki, birçok memleketlerden çağırttığı âlimlere Arapça öğrettirdi ve onlara Arapça eserleri tercüme ettirdi.

Bundan sonraki birbuçuk yüzyıl içinde Toledo’da birçok tanın­mış Avrupalı çalışmış, müslüman yazarların eserlerini inceleyip, tercüme etmişlerdir. En önemli ve verimlileri Cremona’lı Gerard idi. Bu İtalyan âlim 1287’de öldüğünde seksen eser tercüme etmişti. İngiltere’den de buraya âlimler geliyordu. Meselâ en eskilerinden biri olan Bath’lı Adelard’ın matematik eserleri üzerine ihtisası vardı. Adelard batılı âlimlere kendi okullarını bırakıp, müslümanların yanın­da çalışmalarını açıkça tavsiye ediyordu. Bunların arasında Kuran’ı ilk defa tercümeye teşebbüs eden Robert Anglicus da vardı. Kendisi Kuran’ı dikkatle Lâtinceye tercüme etti. Bunların belki de en önem­lileri Michael Scot adında bir İskoçyalı idi. Felsefe ilmi ve müziğe büyük bir merakı olan bu âlim İbn Ruşd’un eserlerini daha bu büyük filozof hayatta iken tercüme etti. İspanyollardan keşiş Gundisalvus’un felsefe sistemi İbn Sina’nınkine açıkça dayanmakta idi. XIII. yüzyılda iki önemli âlim görülür: Kur’an ve hadisler üze­rindeki geniş bilgisiyle bu güne kadar kimsenin yarışamamış ol­duğu Raymond Martin ve kendisinden önce veya sonra gelen bütün âlimlerden daha çok eser vermiş olan Mayorka’lı Raymond Lull. Bu ikinci âlim, koyu bir hırıstiyan misyoneri olmasına rağmen,kendi çalışmaları için İslâm kültürünü iyice bilmesi gerektiğini anlamıştı.

İspanyol okulunda bilhassa felsefe ve soyut ilimler ağır ba­sıyordu. Normanların idaresindeki Sicilya’da ise daha çok tatbikî ilimlere önem veriliyordu. Kralların müslüman tebeası genişti ve onlara karşı iyi davranıyorlardı. XII. yüzyılın ortasında Sicilya’yı ziyaret eden seyyah İbn Cubayr, buradaki müslümanların din ba­kımından tamamen bağımsız olduklarını ve hükümet işlerine bile karışabildiklerini memnuniyetle gördü. Norman sarayında biraz Arapça da konuşuluyor ve Arapça şiirler tutunuyor, müslüman mi­marlar korunuyordu. Sicilya’daki Norman mimarisi Fransız, Bizans ve İslâm üslûplarının acaip, fakat çok başarılı bir karışımıdır. Bu mimarideki süslemeler, tamamen İslâm geleneğindedir. Tıp daha çok Norman idaresi altındaki İtalyan topraklarında ilerlemişti. Salerno şehri, Bizans devrinden beri bir tıp araştırmaları merkezi idi.

XI. yüzyılın sonunda Afrikalı Konstantin diye tanınan Tunus’ tan kaçmış birisi Salerno’ya yerleşti ve taraftarlarının yardımı ile eline geçen bütün Arapça tıp kitaplarını tercümeye başladı. Kons­tantin, tercümelerini pek güzel yapmamakla beraber, batılı tabip­lere eski Yunan tabipleri Galen ve Hipokrates’in eserleriyle bir­likte müslüman tabiplerin birçok fikirlerini de tanıttı. Böylece Salerno’daki tıp üniversitesi, batının en belli başlı tıp okulu oldu. Maamâfih sonraları bazı âlimler, burada kullanılmak üzere çok daha iyi tercümeler de yaptılar.

XIII. yüzyılda Norman kırallığı, veraset yolu ile, batılı İmpara­tor Fredrik II’e, Hohenstaufen’li Fredrik’e geçti. Çağdaşları ona “dünyanın hayrân olduğu kimse” ünvanını vermişlerdi. Fredrik Arapça öğrendi ve İslâm kültürüne çok merak sardı. Hiç dindar değildi; hattâ onun İsâ’yı ve Peygamberi sahtekâr saydı­ğını söylerler. Fakat aslında, o, İslâmiyeti hırıstiyanlıktan daha çok beğeniyordu. Muhâfız askerleri müslüman olduğu gibi, birçok müslüman arkadaşları da vardı. Doğuya yaptığı haçlı seferinde müslüman elçiler ve âlimlerle uzun uzadıya ve dostça konuşmuş, bu hareketi hırıstiyanları çok şaşırtmıştı. Doğancılık konusunda şimdiye kadar kaleme alınmış en iyi eseri o yazmış ve bunun için İslâm kaynaklarından faydalanmıştı. Ayrıca Fredrik, âlim Michael Scot’u tercümelerini tamamlaması için, Toledo’dan Napoli’ye ge­tirmişti. Bu hükümdar, gözleri zayıf olduğu için, ışık ilmine ve göz tedavisine de merak sarmıştı. O sıralarda Kahire’de yaşıyan bir müslüman yazar, bize, imparatorun Kahire’deki âlimlerden şu üç meselenin açıklanmasını istediğini anlatır: “Kürekler suya so­kuldukları zaman niçin bükülmüş görünürler? Yıldızlar ufka yakın oldukları vakit neden daha büyük gözükürler? Gözlerine perde inmeğe başlayanların veya başka bir göz hastalığına tutulanların önlerinde benekler görmelerinin sebebi nedir?” Fredrik, bu gibi meselelerin halli için İslâm kültür merkezlerine baş vurulması ge­rektiğini hissediyordu.

Fredrik’in hânedânı iktidardan düştükten sonra da, İtalya’daki devlet adamları, İslâm kültürünü, bu arada bilhassa tıp konusunu tanıtma geleneğini devâm ettirdiler. Artık kuzey İtalya’da da bir­çok tercüman çalışmaktaydı. İtalya’daki bilginler, bilgilerinin büyük bir kısmını, İslâm limanlarında hasta düşmüş ve oradaki doktorlar tarafından tedavi edilmiş tüccarlardan ediniyorlardı. Bu tüccarlar, memleketlerine döndükleri zaman müslümanların tıp sahasındaki çalışmalarını tanıtmakta büyük rol oynuyorlardı.

Bunun yanında tüccarların yaptığı en önemli yenilik, batının hayat şartlarını geliştirmeleri idi. Bunlar, şeker gibi faydalı ve çok kullanılan bazı gıda maddelerini tanıtmışlar, ev hayatını rahatlaştırmışlardır. Böylece yerde halılar görünmeğe başlamış, sıra­ların yerini iskemleler almıştır. Bu sâyede giyimde de büyük bir inkılâp olmuştur: O zamana kadar batıda sâdece yünlü kumaşlar kullanılıyordu; ancak büyük zenginler Bizans ipeklileri de alabi­liyorlardı. Fakat, artık pazarlarda pamuklu ve ketenler görüldüğü gibi, çok daha bol mikdarda ipekliye de rastlanıyordu. İlim ve kültüre pek tesiri olmamakla beraber, bu ticari münasebetlerin Batının maddî yönden ilerlemesinde rolü büyük olmuştur. Bu tüc­carlar, Avrupa edebiyatına bâriz bir tesir icra ettiğini gördüğümüz Arap edebiyatı şekilleri de tanıtmışlardır.

Haçlı seferlerinin Batının ilerlemesinde pek önemli bir rolü olmamıştır. Sâdece batılı askerler ve haçlılar, tıpkı tâcirler gibi, müslüman doğunun âdetlerini ve hoş taraflarını görmüş, bunları Avrupa’da tanıtmağa çalışmışlardır. “Sivri kemer” in böyle seya­hatler sonucunda batı mimârîsine girmiş olması mümküdür. Nitekim, bu tarz kemerin en eski örnekleri Haçlı seferinden dönmüş birinin, Boulogne Kontu nun topraklarında bulunmaktadır. Ayrıca doğuya yerleşen batılılar, kısa zamanda oranın yaşayış tarzını benimsediler. Fakat haçlılar tarafından kurulan devletlerde çok az âlime rastlanmaktaydı. Bu arada anılabilecek tek önemli âlim, Sur başpiskoposu William idi. Bu zât, okumak için Fransa’ya gitmiş olmakla beraber, Filistin’de doğmuş ve Arapçayı orada öğrenmişti. Orta çağın en büyük tarihçilerinden biri idi ve eser­leri arasında Arap kaynaklarına dayanarak yazdığı bir Arab hali­feleri tarihi vardı. Ne yazık ki bu eser kaybolmuştur.

Doğuda doğmuş haçlı lordlarının birçoğu Arapçayı iyi ko­nuşurlardı. Meselâ İngiltere kıralı Arslanyürekli Rişard’m tercümânı olan, Toron’lu Humphrey ve Salâhadîn Eyyûbî’ye esir düştüğü zaman geniş Kuran bilgisiyle müslümanları hayrette bırakan Sidon’lu Rainald bunlardandır. Bu sonuncunun bilgisine, müslümanlar o kadar hayran kaldılar ki, kendi dinlerine gireceğini düşüne­rek, hayatını bağışladılar. Fakat haçlı seferlerinin, genel olarak, faydalarından çok zararları olmuştur. Bununla beraber bu hareket, askerî yönden başarısızlığa uğradığı ve batılı devlet adamları tarafından yeniden canlandırılmağa çalışıldığı zaman, batılılar do­ğuyu ve fikirlerini daha iyi kavramaları gerektiğini anlamağa başlamışlardı.

Böylece, orta çağda Batılı tâcirler ve zenginlerin İslâm medeniyetinin maddî yönünden; Batılı âlim ve aydınların ise, bu medeniyetin kültürel yönünden faydalanmak istedikleri görülür. Bütün bunların Avrupa medeniyetine olan tesiri nedir? Medeniyeti sert ve sıkı bir ölçüye tâbi tutmak mümkün değildir. Maddî hayat şartlarının bu sâyede çok geliştiğini rahatça söyleyebiliriz. Nite­kim Arapçadan Avrupa dillerine geçen kelimeler bunu gösterir. Kültür alanındaki yenilikleri kesin olarak belirtmek daha güçtür. Fakat birkaç örnek bize bunun da ne kadar yaygın olduğunu gösterecektir.

O zaman Batının en fazla ilgisini çeken Doğu sanatı müzikti. Fakat sonunda bu müziğin tesiri pek büyük olmamıştır. Müzik teorisi, Arap yazarlarının çalışmaları ve Yunan teorisi üzerindeki incelemeleriyle zenginleştirilmiştir. Fakat Batı müziği, İspanya ve Sicilya gibi uzun zaman İslâm hâkimiyeti altında kalmış yerlerdeki müzik hariç, doğu müziğinden apayrı bir yönde gelişmiştir. Mi­marîde ise, tesirler daha kesin görülür. Söylemiş olduğum gibi, sivri kemer tarzı, batıda, bambaşka bir şekilde kullanılmakla be­raber, doğudan kopya edilmiştir. Müslümanların Sicilya mimarîsine çok şey kattıkları, batıda, bilhassa İtalya’da, biliniyordu. Ayrıca İspanya’daki İslâmî yapıların ve İtalyan tâcirlerin doğuda gördük­leri yapıların tesiri Gotik ve Rönesans yapılarında görülür. Meselâ, Tudor İngilteresindeki birçok karışık kemerler, Kahire’de yapılmış dâha eski kemerlere çok benzer. Avrupadaki bu kemerler, belki de, Venediklilerin Mısır’dan getirdikleri desenlere dayanır. Bunun gibi benzerliklere birçok süsleyici motiflerde, meselâ süs için yapılmış mazgallarda rastlarız. İtalyan mimarlar, bilhassa XVII. yüzyılda, İspanya’da gördükleri İslâm yapılarının kubbelerini kopya ettiler ki, bunları da diğer Avrupalı mimarlar taklit etti. İtalya’da geç orta çağ ve Rönesans’ta yapılan kulelerle Kahire’deki ve daha doğudaki kuleleri karşılaştırırsak, daha büyük benzerlikler de ortaya çıkar. Bu hususta da yine İtalyanlar bu örneği Avrupa’nın diğer yerlerine yaymışlardır. XVII. yüzyılın sonunda, büyük İngiliz mimarı Sir Christopher Wen’in Londra’daki kiliseleri için yaptığı kulelerin örneğini tâ câmi minârelerinde bulmak mümkündür. Daha muahhar bir devirde, batılılar tarafından tanındığı zaman, büyük Türk mîmarı Sinan’ın da Batı üslûbu üzerinde tesiri olmuştur.

Küçük sanatlere gelince, cam işçiliğinin batıda yayılmasına sebep olan Venedik camcılığı doğrudan doğruya doğu tezgâh­larından ilham alınmıştır. Mâden-kakma işçiliği için kullanılan damascene kelimesinden de anlaşıldığı gibi, bu işçiliğin birçok çeşitleri Avrupa’ya doğudan gelmiştir. İran ve Türk çinileri bir­çok Avrupa çinilerine örnek olmuş, Avrupa halıcılığı da, ilhamı­nı yine İran ve Türkiye’den almıştır.

Pek ihtimâl verilmemesine rağmen, edebiyat alanında da İslâm tesiri çok büyük olmuştur. Geç orta çağda, Avrupa’da görülen romantik edebiyatın yerli bir verim olduğunu sanırız. Halbuki bu edebiyat incelendikçe, doğu kaynaklarına inen özellikleri de o nisbette ortaya çıkar. Aşk hikâyesi aslında Avrupalılardan çok doğuluların bir buluşudur. Kral Arthur’e dâir hikâyelerden çoğu­nun doğu kaynaklarına dayandığını bugün artık gösterebiliyoruz. Bir orta çağ Fransız aşk hikâyesi olan Floire et Blanchefleur bir doğu hikâyesidir. En güzel ve tanınmış Avrupa aşk hikâyelerinden birinde, Aucassin et Nicolete’te ise, doğu ile olan ilgi hemen belirir. Erkek kahramanın adı el-Kasım’dır, kadın kahramanın ise, Tunuslu bir prenses olduğu söylenir. Orta çağ Avrupa şiirindeki kafiye kullanış şekli de Arap örneklerine dayandığı gibi, bu şiirlerde bir çok Arap vezinleri de tekrarlanmıştır. Arapça şiirler, muhtemelen bunlardan yapılmış tercümeler, XIII. ve XIV. yüzyıl İtalya’sında o kadar tutunmuştu ki, İtalyan şâirler bundan şikâyet ediyor, ken­dilerine haksızlık yapıldığını söylüyorlardı. Bizim Binbir gece masalları dediğimiz masallar topluluğu Avrupa’da tanınmazdan çok daha önceleri İslâm aşk hikâyeleri ve şiirleri Avrupa edebiyatına tesir yapmağa- başlamıştı.

Dante gibi önemli yazarlar bile İslâm tesiri altında kaldılar. Bütün bunlar müslümanların batı kültürüne, felsefe ve ilmine kat­tıkları önemli yeniliklerden ileri geliyordu. Orta çağda yaşamış çok bilgili bir İngiliz âlimi olan Oxford’lu Roger Bacon eserlerin­den birinde şöyle der: “Felsefe Arap yazarlardan öğrenilmelidir ve doğu dillerini öğrenmek zahmetine katlanmayan bir kimse bu konuyu kavramağa kalkışmamalıdır”. Bu fikirde olan sâdece Bacon değildi. Meselâ onun çağdaşı ve yurddaşı olan Salisbury’li John, okuyucularına durmadan İslâm filozoflarına olan şükranını hatırlatır. Bu fikri mübâlaga etmemek gerekir. Aristo’nun bâzı eserleri ve Plato’nun hemen bütün eserleri Batıya doğrudan doğruya Bizans’tâki Yunanlılar yolu ile gelmişti. Fakat Batı düşüncesi üzerinde en önemli rolü oynayan felsefî eserler Arapçadan yapılan tercümeler­dir. Bunlar İslâm âlimlerinin fikirleriyle zenginleştirilmişti. Hattâ bu o derece ileri götürülmüştü ki, birçok Batılı âlim İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün ortaya attığı teorileri Aristo’ya atfediyorlardı. Ancak daha sonraları, Batılılar eski Yunan feylesoflarının eserlerini yaz­dıkları dilde okumağa başladıkları zaman, İslâm düşüncesinin ne kadar çok tesiri altında kalmış olduklarını anladılar. Fakat artık, birçok İslâmî düşünceler Batı hırıstiyan düşüncesine girmiş bulu­nuyordu. Orta çağda en büyük hırıstiyan feylesofu ve din adamı Thomas Aquinas idi. Onun eseri hâlâ katolik kilisesi felsefe dok­trininin temelidir. Thomas Aquinas, İslâm felsefesini Aristo’nun felsefesinden ayıklamağa çalışmış, Plato’yu aslından incelemek yolu ile kazandığı bâzı unsurları da kendi sistemine katmıştır. Fakat Thomas Aquinas’in gerek metodunda, gerekse teorilerinde hep İslâm tesiri görülür. Bilhassa din ve akıl arasındaki karşılıklı tesir üzerine kurduğu teori İbn Rüşd’ünkinden kopye edilmişe benzer. Onun İncil’e karşı davranışı İbn Rüşd’ün Kur’an a karşı davranışının aynıdır. Her ikisi de Allâh’ın sözünü en büyük gerçek olarak görür, fakat bunun Aristo’nun felsefe terimleriyle açıklana­bileceğine ve açıklanması gerektiğine inanırlardı. Bugün hırıstiyan fikir adamlarının çoğu halâ Islâm filozoflarının ortaya atmış ol­dukları din-felsefe bağıntısını kabul etmektedir. Elbette bugünün felsefesi orta çağda yaşamış bir müslüman veya hırıstiyanm anlıyamıyacağı bir seviyeye yükselmiştir. Fakat birçok İslâm âlimi ta­rafından ortaya atılmış olan atom teorisinin bugünün ilim felsefe­sinde bir rolü olduğu fikri önemle belirtilecek bir noktadır.

İlim ve riyaziye alanlarında müslümanların rolünü inceden in­ceye belirtmek çok uzun sürer. Bu alanda müslümanların ileri sürdüğü en önemli ve en esaslı fikir ilmin din ile bağdaşabileceği fikridir. Bütün cebir ilmini müslümanlara borçluyuz. Avrupa ma­tematiğinde çok büyük bir devrime yol açmış olan sözde Arap sayıları müslümanlardan alınmıştı. Fakat bu sayılar aslında Araplar tarafından hiç kullanılmamıştı. Müslümanlar geometri ve trigono­metri alanlarında eski Yunan bilgisine çok şey katmışlardı. Astro­nomi ilmi orta çağdan bu yana çok ilerlemiş olmasına rağmen, müslümanlar bu alanda da büyük ve esaslı yenilikler yapmışlardı. Aynı şeyi coğrafya ve zooloji, botanik, mâdencilik, kimya gibi tatbikî ilimler için de söyleyebiliriz. İslâm tıp âlimleri, eski Yunan metod ve teorilerini batıya tanıtmışlar, bunun yanısıra kendi ilâve ve yeniliklerini de göstererek, Batının tıp alanında hızla ilerleme­sini sağlamışlardı. Müslümanlar hastalıkların tasnifini ve teşhis edilmesini öğretmişlerdir. Onların tıbbî teorilerinin çoğunun şimdi belki modası geçmiştir, fakat zamanında bu teoriler büyük bir ilerlemenin işareti idi, bunlar tıp çalışmalarının gelişmesinde belli ve önemli bir yer alırlar. Batılıların aşı yapmasını da İslâm top­raklarında, Türkiye’de öğrendiklerini burada belirtmek yerinde olur.

Bu Batı Avrupa medeniyetinin müslümanlara olan borcunun çok kısa bir özetidir. İslâm tesirinin ne kadar kuvvetli ve önemli olduğunu göstermeğe çalıştım. Gerçekten de bu tesirin Avrupa’da ilim ve fikir hayatının gelişmesinde rolü büyük olmuştur. Bütün bunlardan alacağımız ders şudur: Büyük dinler ve büyük medeniyetler kendi başlarına apayrı yaşayamazlar. Din veya fikir ay­rılıklarından doğan harplerle veya milliyetçiliğin yarattığı engellerle kültür ilerliyemez. Hiç bir dinin tarafdarları, hiç bir memleketin sakinleri dünyadaki diğer insanlara önem vermiyecek veya onları reddecek kadar mükemmel değildir. Çeşidli medeniyetler ancak birbirlerini anlama gayreti ve dostça bağlarla birbirlerine yardım edebilirler. Orta çağda bu böyle idi, bugün de hâlâ böyledir.

————————————————–

Kaynak:

Runciman, Sir Steven. “Avrupa Medeniyetinin Gelişmesi Üzerindeki İslâmî Tesirler.” Şarkiyat Mecmuası 3 (1959).

—————————————-

[i] 1958’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesin’de verilmiş bir konferanstan Nûşîn Asgarî tarafından çevrilmiştir.

[ii] İngiliz Tarihçi ve Yazar. 1903 doğumlu olan Sir Steven Runciman, Sir Steven, 1932-1938 yılları arasında Cambridge Üniversitesi’nden mezun olmuş ve 1942-1945 yılları arasında İstanbul Üniversitesi’nden Bizans sanatı ve tarih profesörü olarak görev yapmıştır. 1958’de Kraliçe Elizabeth tarafından şövalye ilan edilen Sir Steven, akademik camiadaki asıl ününü, 1951, 1952 ve 1954 yıllarında üç cilt halinde çıkan 1.400 sayfalık ”Haçlı Seferleri Tarihi” isimli eseri ile yapmıştır. “Haçlı Seferlerinin trajik ve yıkıcı olduğunu” yazan ve asıl çalışma alanı Bizans kültürü ve tarihi olan Sir Steven Runciman’ın çok sayıdaki eseri arasında, “Bizans Tarzı ve Uygarlığı” (1975) ve “Bizans Teokrasisi” (1977), ”Birinci Bulgar İmparatorluğu ” (1930), ”Beyaz Ruslar ” (1960), ”Bir Seyahat Alfabesi ” (1991) gibi kitapları bulunmaktadır. Yazar, 3 Kasım 2000 târihinde vefat etmiştir.

 

Yazar
Sir Steven RUNCIMAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen