AP’nin Türkiye’yi ‘cezalandırıcı’ tavırlarının geçerli addedilebilmesi, yapıcı tenkitlerden söz edilebilmesi için daha önceki tutum ve tavırlarında Türkiye’nin temel haklarını gözettiği, sorunlarını da kavrayabildiği hususunda inanç doğurabilmiş olması gerekirdi.
Altay CENGİZER
Avrupa, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de son derece girift siyasi, insanî ve ekonomik ilişkilere karşın Türkiye hakkında bir yanılsama dünyasında yaşamaya, alışkanlıklarının yarattığı rahatlığı tercih etmeye devam ediyor. En son Avrupa Parlamentosu’nun aldığı “olmayan müzakereleri dondurma” kararı, Avrupa’nın Türkiye söz konusu oldukça ayağını maalesef sağlam bilgi ve özenli tahlillere basmadığını, geniş açılardan kendini uzak tuttuğunu bir kez daha ortaya koydu.
Halbuki, Avrupa’da çok önemli bir tartışma geleneği, konuları geniş bakış açıları ve tüm yönleriyle birlikte ele alma becerisi yok değil. Konuların geniş çerçeveleri içinde tartışılmasıyla kazanılmış bilgi ve birikim, kamuoyunun önüne getirilen karmaşık meselelerde anlamlı, demokratik ve kalıcılığı yüksek kararlar alınmasını sağlıyor.
Lâkin, Avrupa’nın hâkim çevreleri ne zamandır federalist vizyona uygun netice üretemeyeceklerini hissettikleri anlarda esasları tartışmaktan kendilerini geri tutuyorlar. Avrupa ve dünya değişmez, birbirinden etkilenmez, çok şeyin sabit kaldığı bir yer olsaydı, bu sorunlarla yüz yüze gelmeme seçeneği belki işe yarardı. Ama bu son 10-15 yıl içinde hâlâ doğru dürüst büyüme oranlarının yakalanamamasına yol açan ekonomik krizden, Orta Doğu coğrafyasında patlayan dev insanî krizler ve göç hareketleri gibi büyük hadiselere, nihayet Brexit meselesine kadar çok şey Avrupa’nın krizi tek başına yaşayamayacağını ortaya koymak bakımından yeterli olmuş olmalıdır.
*****
Avrupa’nın “Birlik” sorunu
Avrupa’nın bir “Birlik” olarak algılanabilmesi için gerekli olan Ortak Dış Politika ve Savunma Politikası’ndan ise ne zamandır hiç bahsedilmez oldu. Çünkü Rusya’nın hamleleri ve kendi tarzında bir realpolitiğe geri dönüşü karşısında geçerli cevaplarla ortaya çıkamayan Avrupa, aksine, en esaslı konularda bölünme yaşadı. Aynı şekilde, karşı karşıya bulunduğu büyük göç meselesinde de “Birlik” olarak ortaya çıkamadı. En başta da on yıl kadar önce “tarihin akışının ters tarafında kaldıkları” için büyük hevesle arasına aldığı Merkezî ve Doğu Avrupa ülkelerini, “Birlik”te olmaktan kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmek hususunda ikna edemedi. İşsizlik ve zayıf ekonomik göstergeler bir kenara, aşırıcılığın ve yabancı düşmanlığının artan cazibesine bakmak dahi önümüzdeki dönemde sükûnetten çok karmaşaya işaret ediyor. Avrupalı politikacılar, muhakkak surette aşırı sağ tepkiselcilik ve sloganlara bir buket çiçek göndermeden sözlerine başlamaz oldular.
Avrupa bu haldeyken, Avrupa Parlamentosu, kurucu babaların idealleri içinde yer almış, Roma Antlaşması’ndan sadece birkaç sene sonra AB’nin müktesebatı içine yerleşmiş, 1959 mutabakatlarından sonra 1963 Ankara Antlaşması ve buna dayalı olarak ortaya çıkan hukuk zemininde cereyan etmiş bir süreci dondurma kararı aldı. Avrupa sathında yüzde 30-35’lerde seyreden katılım oranlarıyla oluşmuş olsa da bu Parlamento öncelikle Avrupa yükümlülükleri içinde hareket etmek zorundadır. Türkiye’yi “cezalandırıcı” tavırlarının geçerli addedilebilmesi, yapıcı tenkitlerden söz edilebilmesi için daha önceki tutum ve tavırlarında Türkiye’nin temel haklarını gözettiği, sorunlarını da kavrayabildiği hususunda inanç doğurabilmiş olması gerekirdi. Ortada olmayan da budur. Türkiye’nin bugünkü sinirinin ardında, yıllardır çifte standartlarla karşılaşmış, verilen sözlerin tutulmamış olmasından kaynaklanan, uzun süredir içinde birikmiş bir asabiyet var.
Tek “oyun değiştirici” Türkiye
Aslında, Türkiye’nin 3 milyonun üzerinde mülteciyi barındırması dahi tek başına Avrupa’yı daha ölçülü davranmaya itmek için yeterli olmalıydı. Ne var ki, Avrupa kendisine cesaretle yöneltmesi gereken zor suallerle karşı karşıyayken, bunlarla yüz yüze gelmemek için âdeta metodik bir şekilde Türkiye’yi tenkit ediyor. Halbuki, Avrupa’nın Türkiye’nin tam üyeliği meselesini tüm boyutlarıyla tartışması gerekiyor. Türkiye’nin üyeliği meselesi bir taraftan kendi tarihsel derinliği, diğer taraftan da AB’nin bugün geldiği noktadan nereye doğru ilerleyeceği büyük sualinin bazen birbirinin tersine gittiği zannedilebilecek çaprazları arasında düşünülmeli, çok ciddi zihinsel gayrete neden olmalı. Ancak o zaman Türkiye’nin herkes için tek “game changer,” yani “oyun değiştirici” olarak kaldığı anlaşılabilecektir.
Bu iddiayı daha iyi göz önüne getirebilmek için, önce bir “oyun değiştirici”den ne anlamak gerektiğini iyi kavramak zorundayız. “Oyun değiştirici”, oluşturulacak, inşa edilecek bir şey olmaktan ziyade zaten ne zamandır “etrafta” duran, fakat işlevine kavuşturulmamış bir şeydir, tıpkı Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği gibi… “Oyun değiştirici” gücünde bir faktör, mevcut şartların oluşmasına zaten ne zamandır katkıda bulunmuş aktif bir unsur değil, bugüne dek pasif tutulduğu için harekete geçirilebilecek, yeni bir etki yaratma kapasitesine sahip olan unsurdur.
Avrupa, geçen yüzyılın tüm acı tecrübelerine karşın yabancı düşmanlığı, İslamofobi üzerinde yürümeye devam ediyor mu? Ne yazık ki, evet… Talihsiz olduğu kadar da tehlikeli olan bu tür akımlara karşı en iyi cevabı hâlâ Türkiye’nin tam üyeliği teşkil ediyor.
Bir türlü kayda değer ekonomik büyüme oranlarını yakalayamayan Avrupa, gümrük birliğiyle kendisine bağlı olan ve gerek OECD gerek Dünya Bankası ve IMF verilerine göre önümüzdeki yıllarda yüksek büyüme oranlarını muhafaza edecek Türkiye’ye dar açılardan yaklaşma riskini üstlenme lüksüne artık sahip değildir.
Bir tarafta Rusya, Hindistan ve Çin ile farklılaşan, Batı’dan gittikçe daha az etkilenen yeni bir dünya, diğer tarafta artık Avrupa’nın sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiğini söyleyen, bundan böyle yeni konulara yönelmek istediğini belli eden ABD arasında kalmış bu Avrupa, daha ne kadar belli başlı dış meselelerde karmaşık bir görüntü sergileyebilir diye de sormak gerekir.
*****
Bu savlar daha da ilerletilebilir, daha göz açıcı örnekler de verilebilir. Fakat Türkiye’nin Avrupa için “oyun değiştirici” niteliği yeterince açıktır. Hırvatistan’ın üyeliği pek fark edilmedi dahi… Ne İran’la ne Rusya’yla ne de herhangi bir ülkeyle kurulabilecek yeni ilişkiler AB’nin en son Brexit’le daha müşahhas hale gelmiş sorunlarına kuvvetli etki yapma gücündedir. Ne kadar gözlerden kaçırılmaya çalışılsa da aslında bir tek Türkiye gerçek bir adaydır; bir tek Türkiye’nin ulaştığı ölçekler, sanayi yapısı ve üretim derinliği, dış erişim yetenekleri, genç nüfusu ve benzeri mikyas ve nitelikleri Avrupa’nın içine düştüğünü hâlâ fark edemediği ataleti sarsma gücüne sahiptir.
Tabii Avrupa’nın da bunun için Avrupa Parlamentosu’nda Türk milletvekilleri görmesi gerekeceği, yahut o kadar nüfuzlu Maltalılar nasıl olabilmişse, bu kadar nüfuzlu Türklerin de AB Komiseri olabileceği gibi, şimdiye kadar hiç önüne getirmek istemediği hususları göze alması, gerçekten yeni bir dönemin ancak böyle başlayabileceğini idrak etmesi gerekiyor.
516 Evet, 107 Çekinser
Ama ne yazık ki, ne zamandan beri Türkiye konusunda yapıcı olmak yerine sopa göstermeyi, tehditte bulunmayı tercih eden Avrupa’nın bu tutumu, basitliğe boyun eğen bir reddiyetçiliğin galebe çalmasına müsaade ediyor. Avrupa’nın içine düştüğü aymazlığı başka hiçbir şey, AP’den Türkiye gibi böylesine çok yönlü ve girift bir konuda 479 Evet, 107 Çekinser ve 37 Hayır oyu çıkması kadar gözler önüne seremezdi. Üstelik o 37 oy da karar tasarısını yeterince sert bulmayan aşırı sağ kesimlere ait. İşte Avrupa’nın Türkiye konusunda zihni bu kadar açık, bu kadar berrak: 516 Evet, 107 Çekinser…
Şu var ki, Avrupa ne zaman Türkiye hakkında basit düşünmeyi, stereo-tipler içinde kalmayı tercih etmişse, bundan hiçbir hayır görmemiştir. Birinci Dünya Savaşı patlamadan önce Osmanlı İmparatorluğu’nun artık bitmiş tükenmiş, hiçbir direncinin kalmamış olduğunu, bu yüzden de parçalanmaya hazır hale geldiğini düşünen taraf, mücadelesini tam bağımsızlığa kadar sürdürmüş Türkiye gerçeği karşısında epey bir şaşkınlığa uğramış olmalıdır. Ama halen büyük insanî trajedilerle karşı karşıya olan Orta Doğu coğrafyası da bu perişanlık içine sürüklenmiştir…
Daha geçtiğimiz aylarda, Brexit taraftarları Türkiye’nin üyeliği meselesini en aptalca şekillerde kullanmak suretiyle, konu hakkında bilgisiz kamuoyundan o çok kritik yüzde 2-3 oranını kendilerine çektiler.
Türkiye’nin AB üyeliği Avrupalıların Türkiye’ye bahşedeceği bir diploma ya da sıfat değil, Türkiye’nin doğuştan kazandığı haktır! Türkiye, aynı zamanda Güney-Doğu Avrupalı bir ülke; modern Avrupa’yı meydana getirmiş Birinci Dünya Savaşı’nın İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya’yla birlikte altı en büyük muharip tarafından biridir. İtalya tek cephede savaşmış, savaş ortasında saf değiştirmiş, Osmanlılar ise tam 12 cephede birden mücadele vermiştir. Çanakkale, Galiçya, Kafkaslar, Asya değil Avrupa cepheleridir.
Yeni bir dünya, yepyeni şartlar oluşurken, Avrupa bu burjuva tembelliğini bırakmak zorunda. Bu tembelliğin kendini en rahat hissettiği, kendini gönül rahatlığıyla basit zıddiyetler içinde düşünmeye terk ettiği konu da Türkiye. Ne var ki, bu bütün dünya için büyük bir mesele olduğu cihetle, insanın içinden neredeyse “Avrupa’nın geleceği Avrupalılara bırakılacak kadar önemsiz bir mesele değildir” demek geliyor.
[Fotoğraf: Getty IMAGES]
————————————————————————-
Büyükelçi Altay Cengizer, Dışişleri Bakanlığı’nda Siyaset Planlama Genel Müdürü. London School of Economics’ten Uluslararası Tarih alanında master derecesi sahibi. 2007-2009 döneminde Harvard Üniversitesi Weatherhead Center for International Affairs üyeliğinde bulundu, 1908-1918 dönemine dair araştırmalar yaptı. 2014 yılında yayınlanmış “Adil Hafızanın Işığında: Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu” başlıklı bir kitabı bulunuyor.
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.
——————————————–
http://aljazeera.com.tr/gorus/avrupanin-krizi-ve-turkiye-tarihsel-bir-bakis (28.11.2016)