Bu mübârek gece ve gün hürmetine, gönüllerimize “Gül” kokulu ‘Bir Aşk Cemresi’ düşmesi duâ ve niyazıyla hayırlı Cumalar diliyorum.
Bir Aşk Cemresi
Mevsim bahara erdi, renk yeşile dönüştü;
Yüreklere semâdan bir aşk cemresi düştü.
Ilık bir rüzgâr esip tutuşturdu kalpleri,
Kızgın çöl sıcağıdır sevdâ Âdem’den beri.
Sînelerdeki yangın bâzen söner, kül olur,
Sevdâ filizlenince yürekler gönül olur.
Boy verince sevdâlar, gönül yâre seslenir;
Işık sese dönüşür, sevgiyle nefeslenir.
Kalbine sevgi doldur; Mecnun ol, Leylâ’yı sev;
Gözden perdeyi kaldır; Yunus ol, Mevlâ’yı sev.
* * *
Ve Elif kıyâmında bir sevdâ bulacağız;
Başı semâya değen aşkla kurtulacağız.
* * *
Gönüller, Zemzem ile yıkansın baştanbaşa;
Aşkını şahit eyle gözlerden akan yaşa.
Sevdâ; başka boyuttan yüreklere ses versin,
İlâhî ufuklardan semâvî nefes versin.
Kul, sevgi ikliminde erişir Mevlâ’sına;
Îmân, sevgi mayalar gönül haritasına.
“Yaratılan” her kulda aşk bulur gönül ehli;
“Yaradan” sevgisiyle kurtulur gönül ehli.
Yürekler ilk cemreyle, yeter ki ışık alsın,
Kıble’den esen yele muhabbeti çoğalsın.
* * *
Yesrib semâlarından gönüllere esen O;
Sevgiye sevdâ veren, gülde gülümseyen O.
Sırrına mütevekkil duyguların ucuna
Bağlanıp yol bulalım, “Gül”ün sevdâ burcuna.
Sevginin, Sevgili’nin en büyük muhâtabı,
“Habîb-i Kibriyâ”dır O’na Hakk’ın hitâbı.
Besmeleyle nakışlı “Gül” mushaflı aşka gel,
Yol, sevgiden geçiyor; sevgi O “Gül”le güzel.
* * *
O “Gül”ün sevgisiyle kalpleri saracağız;
Aşkullâh iklimine O “Gül”le varacağız.
Mazlum Doğu Türkistan
Bu nasıl bir insanlık, nasıl vurdumduymazlık,
“Üç maymun”u oynamak nasıl bir utanmazlık;
Ses çıkmıyor dünyadan, bu nasıl düzenbazlık,
İnim inim inliyor bugün Doğu Türkistan;
Bu alçak soykırıma sessiz kalır mı insan?
Nerede dindaşlarım, nerede soydaşlarım?
Sağır mıdır, kör müdür; nerede gardaşlarım?
Kan sızar gözlerimden, kurudu gözyaşlarım!..
Doğu Türkistan yetim, mahzundur şimdi Hilâl;
“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!..”
Mazlumların çığlığı gök kubbeyi deliyor,
Urumçi’den durmadan feryatlar yükseliyor,
Her geçen gün daha çok kara haber geliyor;
El uzandı nâmusa, bu nasıl bir zulümdür;
Her türlü işkenceden daha beter ölümdür…
Dînimiz bir, kan aynı; tarihe bak ben kimim!..
Dilim Türkçe’dir diye, doğrandım dilim dilim;
Türk’üm, Uygur Türküyüm, hem öksüz, hem yetimim;
Ay Yıldızlı Gök Bayrak kan ağlıyor şimdi kan;
Can içre can bildiğim ses çıkmaz gardaşımdan.
Eğitim kamplarında (!) tutsaktır “Âmin”imiz,
Minâreler ezansız, yasak Yüce Dînimiz,
Kürşad Atadan mîras Çinlilere kinimiz…
Kızıl firavunların işgalinde vatanım…
Muhammed Ümmetiyim, kimsesiz Müslümanım…
Sarık ile cübbeyi giyenler, nerdesiniz?
“Müslümanlar kardeştir!” diyenler, nerdesiniz?
Makam için her haltı yiyenler, nerdesiniz?
Suskunluğun hesabı sorulunca Mahşerde;
Biz ne söyleyeceğiz; yüzümüz kalır yerde…
Filistin’e yas tutup, beraber ağlayalım;
Keşmir’e, Arakan’a çözümler sağlayalım,
Şehit Mursi için de karalar bağlayalım…
Türkistan’da zulüm var, niçin çıkmaz sesiniz;
Türk olduğu için mi yetmiyor nefesiniz?
Büyüklere masaldan mangalda kül kalmadı,
Esir Türklere destek hiç böyle azalmadı,
“Ülkücülük” ufkumuz bu kadar daralmadı;
Nelere fedâ ettik, “şu öksüz Türklüğümü…”
Kim anlar ve kim çözer bu esrarlı düğümü?
Uygurların feryâdı bizim ıstırâbımız,
Yarın Hesap Günü’nde cevapsız cevâbımız,
Müslümanlar adına İslâm’dan hicâbımız…
Biz sâhip çıkamadık, hıfzeyle mâsumları;
Affet bizi de yâ Râb, Sen koru mazlumları…
“Gavim gardaş”, yaranı saramadık, affedin;
Sana kalkan elleri kıramadık, affedin;
Duâdan başka bir şey veremedik, affedin,
Yâ Rabbî; Türkistan’a gönder “Ebâbilleri”;
Çağdaş Ebrehelerle, helâk etsin filleri…
17 Aralık 2019
Hac – 1996 / Mekke
Hüzünler “Gül” Kokuyor[1]
Kalpler yine mâtemde, gönül perişân oldu,
Ak saçlı dağlardaki umutlar bî-cân oldu,
Hüzünler “Gül” kokuyor, ilkbahar hazân oldu…
“Üşüyorum” desen de dağları yol eyledin;
“Sonsuzluğu” düşündün, “Dikeni Gül Eyledin.”[2]
Emr-i İlâhî böyle, her insan göçer bir gün,
Mutlak hitâma erer “gurbet”teki bu sürgün,
Ölüm “sıla”ya köprü, âşıklara toy-düğün;
Bir vuslat şafağına zirveden el eyledin;
“Gül”e pervâne oldun, “Dikeni Gül Eyledin.”
Takdîre tedbîr olmaz, mukadder bir kader var,
Son yolculuk biterken yepyeni bir sefer var,
Tabutta er oğlu er, gönüllerde keder var…
“Sırât-ı mustakîm”i lisân-ı hâl eyledin,
Bir menzile vardın ki, “Dikeni Gül Eyledin.”
Mâzi, gönül ufkunda bir fasl-ı melâl gibi,
Yıllanmış hâtıralar sanki bir masal gibi,
Ağlıyor “gardaş”ların, gökteki Hilâl gibi,
Milletin gözyaşını bir anda sel eyledin,
Bu nasıl bir muhabbet, “Dikeni Gül Eyledin.”
Turkuaz sevdâlarla yükselirken sancaklar,
Yesevî nefesiyle mayalandı Ocak’lar;
Vatan evlâtlarına “Dergâh” oldu Mamaklar…
Her nefes “Hû” diyerek acıyı bal eyledin;
Daha gül goncasıyken, “Dikeni Gül Eyledin.”
Yiğitliğin, mertliğin, vefânın sembolüydün,
Sevdâsı vatan olan ülkümüzün gülüydün,
Esir Türk İlleri’nin en yanık bülbülüydün;
Altaylardan Tuna’ya gönlünü şal eyledin;
Ay-yıldızın nûruyla, “Dikeni Gül Eyledin.”
Zor günlerde kükrerdin, dilde “Adam”dı adın,
Şubat karanlığına “gök bıçaklar” sapladın,
Her adım atışında Mahşer’i hesapladın;
Bir hayat yaşadın ki nefsini çöl eyledin,
Yeşil yaprak içinde “Dikeni Gül Eyledin.”
Ölümü düşünerek dünyaya yâr olmadın,
Kıble yüreklilere; zinhâr, ağyâr olmadın,
Çektiğin çilelerden aslâ bizâr olmadın;
Sabrın doruklarında sükûtu lâl eyledin,
Salât ü selâm ile “Dikeni Gül Eyledin.”
“Ahsen-i takvîm üzre” yaşayıp bayraklaştın,
Şehitlik rütbesiyle tâ sidreye yaklaştın,
Cennet’te ehl-i Firdevs kullarla kucaklaştın;
Sen Rabb’ine giderken Güneş’i kül eyledin,
“Gül” kokulu Alperen, “Dikeni Gül Eyledin.”
[1] Bu şiir; 25 Mart 2009 Günü “Yükseklerde ziyâde olan füyuzât-ı İlâhî’ye” kavuşmak için Kahramanmaraş’taki Keş Dağları’nın zirvesinden Hakk’a yürüyen Rahmetli Muhsin Başkan’ın aziz hâtırası için kaleme alınmıştır.
[2] “Dikeni Gül Eylemek” Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilk şiir kitabıdır.
Gönül Mahzûn, Dil Mahzûn
Her nefis ölümlüdür, bir gün emr-i Hak gelir,
Takdîr-i İlâhî’dir, ecel muhakkak gelir,
Kimine vuslat olur, kimine fîrak gelir,
Hüzünlü gönüllerin bahtına hicrân düşer;
Bir melâl denizinde kalpler perişan düşer…
Sıradağlar misâli kıyâma durur hasret,
Biter “dünya sürgünü”, hitâma erer gurbet,
Süzülür kirpiklerden damla damla muhabbet,
Zamanın sînesine gözyaşı düğümlenir,
Bir vedânın ardından, “Boş kaldı mihrap” denir.
Göklerden nur yağarken O’nun cenâzesine,
Duâlar eşlik etti Mâverâ’nın sesine,
“Rahmet buharı” dendi semânın bûsesine,
Yalın kılıç bir sevdâ çekilince kınından,
Yedi Ocak tutuştu bir gönül yangınından…
Rehber oldu herkese yaşadığı hayatla,
Bir ömrü tamamladı nasîhatla, irşatla,
Cennet içre yürüdü nûrânî bir kanatla…
Gönüller O’na müştak, sîneler O’na meftûn,
Yaktı hicrân ateşi; gönül mahzûn, dil mahzûn…
Tasavvuf halkasının “Gül” yüzlü pîriydi O,
Târiflere sığmayan müstesnâ biriydi O,
Hem “Nakşî”, hem “Halvetî”, hem de “Kâdirî” ydi O,
O, mürşîd-i kâmildi, bu toprağın nûruydu;
O Yozgat’ın gurûru, kalplerin sürûruydu…
Hâlimizi târife kalmadı dilde tâkat,
Kadrini bilemedik “Efendi” nin, biz “Heyhât!”
Ay yandı, Güneş yandı, yandı bütün kâinât…
Geceye göz ekleyen bir kutbu kaybettik biz,
Ve şimdi öksüz kaldık, zâten Gül Yetimi’yiz.
Dr. Mehmet GÜNEŞ
* Bu şiir; 7 Ocak 2002’de Hakk’a yürüyen Şeyhzâde Ahmet Efendi Hazretleri (K.S.)’nin toprağa verilmesinden bir gün sonra 9 Ocak 2002 tarihinde kaleme alınmıştır.
Gün Akşama Yaslanmadan
O Yâr, aşkın menzîlidir; kalbe muhabbet gerek.
Bu sevdâya vuslat için aşk-ı müebbet gerek.
Bir ‘Mevcud-u Meçhûl’ olan Sultanlar Sultanı’nı,
Nazargâhta fehmetmeye göze ferâset gerek.
Elest Meclisi’nde ervâh, Rabb’e tâbî olurken;
Mâverâya yelken açan kula basîret gerek.
Kâinâtın her zerresi O’nu terennüm eder,
Bu besteyi idrâk için önce mârifet gerek.
“Lâ maksûde illâllah”ın (1) makâmı âlîsine
Ehl-i hikmet âşinâdır, sırr-ı kurbiyet gerek.
“Lâ teknetû…” (2) muştusu var cümle günahkârlara,
“Rahîm” ism-i şerifinden abde merhamet gerek.
Tevbe-i nasuh ederek çal Hakk’ın kapısını,
Güvenme hiç âmâline kula mağfiret gerek.
Kimseler derdine dermân eyleyemez ey gönül,
Dil tutuşsa deryâ yetmez, Hüdâ’dan rahmet gerek.
Unutma ki derd ü belâ “Mahbûb’un kemendidir”,
Celâĺ’inden cefâ gelse sabr u sükûnet gerek.
Âh ü efgân etme gönül,
dâr-ı dünya böyledir,
Burası mihnet diyârı, bize âhiret gerek.
Ömrü beyhûde geçirip “Azıksız çıkma yola”,
“Eyvâh!” dersin Mahşer Günü, taâtten servet gerek.
Utancından kararmasın geceler efkâr ile;
Her tefekkür secdesinde îmâna hicret gerek.
Ömrümüzün son nefesi son düğümü çözmeden,
“Sonsuzluğun Sâhibi”nden bize hidâyet gerek.
Gün akşama yaslanmadan tedbirli ol sabahtan,
Hazan gelip erişmeden, Hakk’a ibâdet gerek.
Belli olmaz, kuşluk vakti batar GÜNEŞ ansızın;
Zaman durmaz, durdurulmaz, bu günden gayret gerek.
Gök direkler üzerinde yükselirken kâinât,
Daha “dağlar yürümeden” (3)
İlâhî nusret gerek.
“Gül” kokulu gözyaşıyla seccâdeyi sel eden,
Îlmiyle âmil mü’mine Cemâl ü Cennet gerek.
Îmân rûhun mi’râcıdır; “En Güzel”e sevdâlan,
Ol “Cemal”e vuslat için aşka icâbet gerek.
(1) – “Lâ maksûde illâllah” (Kastedilen, murad olunan başka bir şey yok, ancak Allah var)
(2) – “Lâ taknetû”: Ümidinizi kesmeyin; Zümer, 39/53; “Lâ taknetû min rahmetillâhi” (Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.)
(3) – Tekvîr, 81/3
Son Sözüm Söylenmedi
Zamanı düğümledim saçımdaki aklara;
Gönlümde yayla kurdum münzevî şafaklara…
Karanlık gecelerde Kandillere yaslandım,
Işık yağsın diyerek dallara, yapraklara…
Yazılmamış bir destan yaşattım yıllar yılı,
Kanımdan renk verdiğim kutsal Al Bayraklara…
Şimâlden esen yele karşı duran erleri,
Genç yaşında yatırdık tahtadan kundaklara…
Menzili bahar olan ne hazanlar yaşadım,
Ülkümün gonca gülü düşerken Mamaklara…
Sımsıcak düşlerimin solmayan sevdâları,
Yine sürgün edildi benden çok uzaklara…
Gözümdeki yaşları, kirpiklerim içiyor,
Yıldırımlar düşerken kalpteki ırmaklara…
Feryâdım dile gelir sessizliğin sesinde;
Tekbirler, salâvatlar dökülür dudaklara…
Kıbledeki her yangın gelip başımda tüter,
Alıp götürür beni en sinsi fîraklara…
Rahmet iner semâdan sabrın doruklarına,
Birkaç damla gözyaşı düşerken yanaklara…
Ölümü öldürerek yürüdü “Dokuz Şehit”
PEHLİVANOĞLU ile nurlu basamaklara…
Söyle!.. Yaşamak mı zor, ölmek mi daha kolay?
Nasıl anlatılır bu dünyaya tutsaklara?
Yemyeşil vâdîlerden duâlar eksilmezdi,
“Bir Güzel Ülkü” için yükselen sancaklara…
Ay-Yıldız âşıkları mahkûm oldu îdama,
Darbelerle düştük biz en hâkî tuzaklara…
Hilâlsiz gök kubbede neye yarar yıldızlar!
Gönüller meyletmeli İlâhi kaynaklara…
Nur yağsın yüreklere Kelime-i Tevhid’le;
“Gül” kokusu yayılsın bu aziz topraklara…
“Gül Devri”ne sevdâlı, “Gül”e meftun yiğitler;
Geldi vatan aşkıyla mukaddes Ocak’lara…
Biz “sefer”le yükümlü olsak da “zafer” dedik,
Bu inançla can verdik tuğlara, mızraklara…
Asırlık gecelerin tan yeri ağarırken,
Son sözüm söylenmedi şeddeli alçaklara…
Ay Yıldızlı Bayrağın Mahzun Balası Kerkük
Iraktan “Eyvâh!” dense,
Hüzünlü bir “Âh!” dense,
Kerkük düşer yâdıma
Yâd ellerde, nedense…
Oy! Bahtı kara Kerkük,
Düştü bir yara Kerkük,
Hicrânı yüreğimde
Asırlık yara Kerkük…
Ayrıyız kaç senedir,
Hasretin hükmü nedir,
Sınırlar boynumuzu
Sıkan bir mengenedir…
Zâlim elinde Kerkük,
Hoyrat dilinde Kerkük,
Yarım kalmış sevdâdır
Türkmeneli’nde Kerkük…
Dinmiyor gönül sızım,
Derdimiz büyük bizim,
Herkesin hâmisi var
Neden ben sahipsizim.
Her dem ağlayan Kerkük,
Yürek dağlayan Kerkük,
Üvey evlât değildin
Şimdi ağla, yan Kerkük.
Ağıt saklı sözlerim,
Bulut yüklü gözlerim
Men Kerkük’te yıllardır
Al bayrağı gözlerim…
Sadâkatli yâr Kerkük,
Tâlihsiz diyar Kerkük,
Muhabbetin kalbimde
İnanmazsan, yar Kerkük…
Hep Türk’ü anan gardaş,
Aşk ile yanan gardaş,
Düşlerine kar yağıp
Sıcakta donan gardaş…
Yaralı yaslı Kerkük,
Çilesi paslı Kerkük,
Sevdâsı tarih boyu
Oğuz’a yaslı Kerkük…
Gönül dağında hüsran,
Bağdaş kurmada isyan,
Ankara duy sesimi
Kerkük dünden perişan…
Kalpteki ülkü Kerkük,
Dildeki türkü Kerkük,
Bağrına taş basar da
Terk etmez Türk’ü Kerkük…
Umduğun destek kimden,
Utanırım kendimden,
Gölge vermeyen dağın
Hüznü çıkmaz içimden…
Yan, için için Kerkük,
Yalnızsın niçin Kerkük,
Şimdi kara yazının
Derdi kim için Kerkük…
Hükmederse haksızlar,
Göz ağlar, vicdan sızlar,
Türk’ü yok etmek ister
Kerkük’te vicdansızlar…
Kefen biçilen Kerkük,
Kanı içilen Kerkük,
İblis’in tezgâhında
Dörde biçilen Kerkük…
Dilsiz, sağır, kör dünya,
Mazluma nankör dünya,
“Mum kimin yanar Kerkük”
Türk’e bakar-kör dünya…
Civan yatağı Kerkük,
Yârân otağı Kerkük,
“Özüm özüne gurban”
Vatan toprağı Kerkük…
Baharda geldi hazan,
Tekrar kuruldu mîzan,
Vakit, karar vaktidir
Bıçak sırtında zaman…
Yetim kalan yer Kerkük,
Yardıma gel! der Kerkük,
Kerkük ağyâr elinde
Bu dert beni yer Kerkük…
Kerkük zulüm çarkında,
Kılıç paslanır kında,
Kerkük tarumâr olur
Korkarım çok yakında…
Türkmen kal’ası Kerkük,
Türk’ün sılası Kerkük,
Ay-Yıldızlı bayrağın
Mahzun balası Kerkük…
Bayramı gurbette yaşayanlara, gurbeti bayrama taşıyanlara, hudutlar ötesinde gönülleri üşüyenlere en kalbî selâm ve muhabbetlerimle…
Gurbette Bayram
Hasret şâha kalkar, gözler nemlenir,
Yürekte sızıdır gurbette bayram.
Efkâr ateşinde hüzün demlenir,
Hicrânın közüdür gurbette bayram.
Her bayram sabahı artar kederim,
Bir gariplik çöker, bin âh ederim,
İfâdeye sığmaz düşüncelerim,
Bitmeyen dizidir gurbette bayram.
Mâtemlerin mekân tuttuğu yerde,
Hayâlin sılaya gittiği yerde,
Tâkatin tükenip bittiği yerde,
Sükûtun sözüdür gurbette bayram.
*“Bayram gelmiş”* diye dile dökülen,
Kalpten *“kan damlayıp”* tele dökülen,
Her perdeden ayrı çile dökülen;
Bir divan sazıdır gurbette bayram.
Neşenin, sevincin zevâl vaktidir,
Çekilen özlemin kemâl vaktidir,
Yaralı düşlerin melâl vaktidir,
Gurbetin özüdür gurbette bayram.
Mezarları kimler ziyâret eyler?
Kim Fâtiha okur, kim selâm söyler?
Ezânın, cefânın, elemin beyler;
En soğuk yüzüdür gurbette bayram.
Uzlete çekilen bahtı karanın,
*”Of*”tan çıkar çıkmaz *âh*”a varanın,
Gönülde açılan gizli yaranın,
Âşikâr izidir gurbette bayram.
Buz tutar bayramlar, ben ürperirim,
Güneş görmüş kar misâli eririm,
Her bayram daha çok hüzünlenirim;
Alnımda yazıdır gurbette bayram…
Efendim
“Gül” sevdâsı özge candır, candan öte cân Efendim.
Cânım cânâna kurbandır, cânıma cânân Efendim.
“Ol” hükmüne “Gül”dür fermân, “Gül”dür cümle derde dermân,
Zâtı nurdur, hâli nûrân; “Ahlâkı Kur’ân” Efendim.
“Gül”den gelir bize himmet; şâd ü handân olur ümmet,
Şânı “Âlemlere rahmet”; beyânı Furkân Efendim.
Emrolundu “Gül”e biât, “Gül”e bestedir kâinât,
“Gül” nefesli âb-ı hayât, rahmet-i Rahmân Efendim.
“Gül”dür gönüllerin âhı, “Gül”dür Peygamberler Şâhı,
İki Cihan Pâdişâhı, Mi’râc’a mihmân Efendim.
“Gül” sürgünü mü’min garip, “Gül”süz gönüller muzdarip,
Süveydâ-yı kalbe tabip, bâis-i gufrân Efendim.
“Gül”dür bizim imdâdımız, “Gül”dendir istimdâdımız,
“Gül”den medet murâdımız; afv için fermân Efendim.
“Gül” cemresi bekler akıl, nur yağsın kalbe muttasıl,
Kerem eyle, şefaât kıl, Habîb-i Zîşân Efendim.
Hak yoluna destur almak, “Gül” dalında gonca olmak,
“Gül”ün gölgesinde kalmak, kutlu bir destân Efendim.
Rabbim lûtfetsin hidâyet, îmandır en büyük nîmet,
“Gül”e duyulan muhabbet, kalplere dermân Efendim.
“Gül” hasreti yakar bizi, pür-nûr eyler içimizi,
Hicrânı hüzün denizi, aşkı gülistan Efendim.
Tâ ezelden zaman âşık, “Gül”e kevn ü mekân âşık,
“Aman” diyen bu cân âşık, aşkın bize şân Efendim.
Güneş, nûr-ı cemâlinden; ışık alır her hâlinden,
“Gül”ü sevmek kemâlinden, aşk ile îmân Efendim.
“Gül”de umut, “Gül”de safâ, hudutsuzdur “Gül”de vefâ,
“Gül”dür Muhammed Mustafa, Güllere Sultân Efendim.
Hüzünler “Gül” KokuyorO[1]
Kalpler yine mâtemde, gönül perişân oldu,
Ak saçlı dağlardaki umutlar bî-cân oldu,
Hüzünler “Gül” kokuyor, ilkbahar hazân oldu…
“Üşüyorum” desen de dağları yol eyledin;
“Sonsuzluğu” düşündün, “Dikeni Gül Eyledin.”[2]
Emr-i İlâhî böyle, her insan göçer bir gün,
Mutlak hitâma erer “gurbet”teki bu sürgün,
Ölüm “sıla”ya köprü, âşıklara toy-düğün;
Bir vuslat şafağına zirveden el eyledin;
“Gül”e pervâne oldun, “Dikeni Gül Eyledin.”
Takdîre tedbîr olmaz, mukadder bir kader var,
Son yolculuk biterken yepyeni bir sefer var,
Tabutta er oğlu er, gönüllerde keder var…
“Sırât-ı mustakîm”i lisân-ı hâl eyledin,
Bir menzile vardın ki, “Dikeni Gül Eyledin.”
Mâzi, gönül ufkunda bir fasl-ı melâl gibi,
Yıllanmış hâtıralar sanki bir masal gibi,
Ağlıyor “gardaş”ların, gökteki Hilâl gibi,
Milletin gözyaşını bir anda sel eyledin,
Bu nasıl bir muhabbet, “Dikeni Gül Eyledin.”
Turkuaz sevdâlarla yükselirken sancaklar,
Yesevî nefesiyle mayalandı Ocak’lar;
Vatan evlâtlarına “Dergâh” oldu Mamaklar…
Her nefes “Hû” diyerek acıyı bal eyledin;
Daha gül goncasıyken, “Dikeni Gül Eyledin.”
Yiğitliğin, mertliğin, vefânın sembolüydün,
Sevdâsı vatan olan ülkümüzün gülüydün,
Esir Türk İlleri’nin en yanık bülbülüydün;
Altaylardan Tuna’ya gönlünü şal eyledin;
Ay-yıldızın nûruyla, “Dikeni Gül Eyledin.”
Zor günlerde kükrerdin, dilde “Adam”dı adın,
Şubat karanlığına “gök bıçaklar” sapladın,
Her adım atışında Mahşer’i hesapladın;
Bir hayat yaşadın ki nefsini çöl eyledin,
Yeşil yaprak içinde “Dikeni Gül Eyledin.”
Ölümü düşünerek dünyaya yâr olmadın,
Kıble yüreklilere; zinhâr, ağyâr olmadın,
Çektiğin çilelerden aslâ bizâr olmadın;
Sabrın doruklarında sükûtu lâl eyledin,
Salât ü selâm ile “Dikeni Gül Eyledin.”
“Ahsen-i takvîm üzre” yaşayıp bayraklaştın,
Şehitlik rütbesiyle tâ sidreye yaklaştın,
Cennet’te ehl-i Firdevs kullarla kucaklaştın;
Sen Rabb’ine giderken Güneş’i kül eyledin,
“Gül” kokulu Alperen, “Dikeni Gül Eyledin.”
Dipnotlar
[1] Bu şiir; 25 Mart 2009 Günü “Yükseklerde ziyâde olan füyuzât-ı İlâhî’ye” kavuşmak için Kahramanmaraş’taki Keş Dağları’nın zirvesinden Hakk’a yürüyen Rahmetli Muhsin Başkan’ın aziz hâtırası için kaleme alınmıştır.
[2] “Dikeni Gül Eylemek” Merhum Muhsin Yazıcıoğlu’nun ilk şiir kitabıdır.
Hüzzam Faslı
Mert bilinen insanlar zulme selâm durdular,
Harâmî sofrasına dâvetsiz oturdular.
İstikrar dedikleri ikbâl bahçelerinin,
İlkesiz vâdisine mâlikâne kurdular.
Üç günlük makam için îtibar yitirenler,
Zâlimi destekleyip, mazlumu susturdular.
Gönlü deryâ olanlar damlaya râm olur mu?
Tutsak olup nefsine aşkı unutturdular.
Ağyâr atına binen haramzâdeler gibi,
Hakk’a gitmek isteyen kervanı durdurdular.
Ne düşler gölgelendi karanlık mahfillerde,
Kula kulluk edenler bize kan kusturdular.
Işıktan şal dokurken gecenin siyâhına,
Müjdeli şafaklarda ne kadar vakurdular.
Gönüllerde yeşeren umutları yok edip,
Bir büyük mefkûrenin külünü savurdular.
Saçımdaki her beyaz bu sevdânın âhıdır,
Yorgun hayâllerimi elemle doldurdular.
Hicrâna, hüzne dâir ne söylense az gelir,
Ateş’i söndürürken kalpleri kavurdular.
Bu dumansız yangının tarifsizdir acısı
Katmer gül olacaktı, goncayken soldurdular.
Ve öksüz bestelerin hüzzam faslı sürerken,
Yürekteki ülküyü yüreğinden vurdular.
Münacât
Ali Şâkir Ergin Hocama
Hayatı doludizgin sürdük karanlıklara,
Süveydâlar, simsiyah geceden daha kara,
Yâ Rabbî! İmdâd eyle bilcümle günahkâra,
Gâfiliz, isyankârız; kulluktan atma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Nefs atı şâha kalkmış, biz âmâde olmuşuz,
Ölümsüz sevdâlardan hep âzâde olmuşuz,
Gönüller çöle dönmüş, nefse bâde olmuşuz,
İsm-i Âzam aşkına, yâ Rab Ağlatma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Anlamadık bir türlü hayatın gâyesini,
Bin parçaya ayırdık kul olma pâyesini,
Hebâ ettik Allah’ım ömür sermâyesini,
Kor düştü içimize, ateşe atma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Haddimizi aşsak da, rahmetten ümitvârız,
“Vahşî”yi “yahşi” eden âyetten ümitvârız,
Sen “Rahmân”sın, “Rahîm”sin; nusretten ümitvârız,
Affetmek şânındandır, ye’se uğratma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Divâneye döneriz inâyetin olmasa,
Kaybederiz Mahşer’de mağfiretin olmasa,
Biz neyleriz yâ “Gaffâr”, merhametin olmasa,
“Lütfeyle “Lütf-i Kadîm”, kara bağlatma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Ateşlere yaslanan geceye hitâm olsun,
“Gül” yüzlü şafaklara Güneş’ten selâm olsun,
Affet bizi yâ Rabbî, “Yâr ile bayram” olsun,
Hüsrâna uğrayanlar safına katma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Mazlum Doğu Türkistan
Bu nasıl bir insanlık, nasıl vurdumduymazlık,
“Üç maymun” u oynamak nasıl bir utanmazlık;
Ses çıkmıyor dünyadan, bu nasıl düzenbazlık,
İnim inim inliyor şimdi Doğu Türkistan;
Bu alçak soykırıma sessiz kalır mı insan?
Nerede dindaşlarım, nerede soydaşlarım?
Sağır mıdır, kör müdür; nerede gardaşlarım?
Kan sızar gözlerimden, kurudu gözyaşlarım!..
Doğu Türkistan yetim, mahzundur şimdi Hilâl;
“Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl!..
Mazlumların çığlığı gök kubbeyi deliyor,
Urumçi’den durmadan feryatlar yükseliyor,
Her geçen gün daha çok kara haber geliyor;
El uzandı nâmusa, bu nasıl bir zulümdür;
Her türlü işkenceden daha beter ölümdür…
Dînimiz bir, kan aynı; tarihe bak ben kimim!..
Dilim Türkçe’dir diye, doğrandım dilim dilim;
Türk’üm, Uygur Türküyüm, hem öksüz, hem yetimim;
Ay Yıldızlı Gök Bayrak kan ağlıyor şimdi kan;
Can içre can bildiğim ses çıkmaz gardaşımdan.
Eğitim kamplarında (!) tutsaktır “Âmin” imiz,
Minâreler ezansız, yasak Yüce Dînimiz,
Kürşad Atadan mîras Çinlilere kinimiz…
Kızıl firavunların işgalinde vatanım…
Muhammed Ümmetiyim, kimsesiz Müslümanım…
Sarık ile cübbeyi giyenler, nerdesiniz?
“Müslümanlar kardeştir” diyenler, nerdesiniz?
“Millîlik” mîrâsını yiyenler, nerdesiniz?
Suskunluğun hesabı sorulunca Mahşerde;
Biz ne söyleyeceğiz; yüzümüz kalır yerde…
Filistin’e yas tutup, beraber ağlayalım;
Keşmir’deki zulme de çözümler sağlayalım,
Arakan’a birlikte karalar bağlayalım…
Türkistan’da zulüm var, niçin çıkmaz sesiniz;
Türk olduğu için mi yetmiyor nefesiniz?
Büyüklere masaldan mangalda kül kalmadı,
Esir Türklere destek hiç böyle azalmadı,
Gönül hudutlarımız bu kadar daralmadı;
Nelere fedâ ettik, “şu öksüz Türklüğümü…”
Kim anlar ve kim çözer bu esrarlı düğümü?
Uygurların feryâdı bizim ıstırâbımız,
Yarın “Hesap Günü’nde” cevapsız cevâbımız,
Müslümanlar adına İslâm’dan hicâbımız…
Biz sâhip çıkamadık, hıfzeyle mâsumları;
Affet bizi de yâ Râb, Sen koru mazlumları…
“Gavim gardaş”, yaranı saramadık, affedin;
Sana kalkan elleri kıramadık, affedin;
Duâdan başka bir şey veremedik, affedin,
Yâ Rabbî; Türkistan’a gönder “Ebâbilleri”;
Çağdaş Ebrehelerle, helâk etsin filleri…
“Çemenler Berbad
Kuşlar Hem Feryad”
Akşamla beraber gün batımında,
Duygular içime dâvetsiz gelir.
Bir sevdâ yeşerir hasret kınında,
Gurbet türküleri göğe yükselir.
Yorgun duygularım sınır ötesi,
Yâd eller araya duvar koysa da…
Türkistan ufkunda gönlümün sesi,
Haritalar bizi ayrı saysa da…
Uzak diyarlarda kalan yârânlar,
Âh u feryâdını biz duyamadık…
Ayrı düşen canlar, yaslı cânânlar,
“Güllering soldu” da sulayamadık…
Mes’ûlüz Mahşerde, tarih önünde,
Urumçi’de buz tutarım, üşürüm.
Zulüm rüzgârının estiği günde,
Elim ermez, ancak dert bölüşürüm.
Karanlık bitmiyor gün ortasında,
Bir Hilâl çağını bekler garibim…
Şimdi “gavim gardaş” kimin yasında?
İçimde yangın var, çok mustaribim…
Gecelere sığmaz beyaz düşlerim,
Şafakta yeniden kıyâma durur.
Ülkülerim öksüz, bitmez kederim,
Turkuaz bir hüzün nabzımda vurur.
Umutlarım tutsak, çeper içinde,
Akar gözlerimden bir duru pınar…
Gökbayrak yanıyor, kan ter içinde,
Söğüt dallarından gölge arzular…
Ne kadar muhtâcız, bilsen ne kadar?
Türk’ün tuğrasının itibârına…
Bizi uzaklarda bekleyenler var,
Güneş doğsun diye ufuklarına…
EFENDİM
“Gül” sevdâsı özge candır, candan öte cân Efendim.
Cânım cânâna kurbandır, cânıma cânân Efendim.
“Ol” hükmüne “Gül”dür fermân, “Gül”dür cümle derde dermân,
Zâtı nurdur, hâli nûrân; “Ahlâkı Kur’ân” Efendim.
“Gül”den gelir bize himmet; şâd ü handân olur ümmet,
Şânı “Âlemlere rahmet”; beyânı Furkân Efendim.
Emrolundu “Gül”e biât, “Gül”e bestedir kâinât,
“Gül” nefesli âb-ı hayât, rahmet-i Rahmân Efendim.
“Gül”dür gönüllerin âhı, “Gül”dür Peygamberler Şâhı,
İki Cihan Pâdişâhı, Mi’râc’a mihmân Efendim.
“Gül” sürgünü mü’min garip, “Gül”süz gönüller muzdarip,
Süveydâ-yı kalbe tabip, bâis-i gufrân Efendim.
“Gül”dür bizim imdâdımız, “Gül”dendir istimdâdımız,
“Gül”den medet murâdımız; afv için fermân Efendim.
“Gül” cemresi bekler akıl, nur yağsın kalbe muttasıl,
Kerem eyle, şefaât kıl, Habîb-i Zîşân Efendim.
Hak yoluna destur almak, “Gül” dalında gonca olmak,
“Gül”ün gölgesinde kalmak, kutlu bir destân Efendim.
Rabbim lûtfetsin hidâyet, îmandır en büyük nîmet,
“Gül”e duyulan muhabbet, kalplere dermân Efendim.
“Gül” hasreti yakar bizi, pür-nûr eyler içimizi,
Hicrânı hüzün denizi, aşkı gülistan Efendim.
Tâ ezelden zaman âşık, “Gül”e kevn ü mekân âşık,
“Aman” diyen bu cân âşık, aşkın bize şân Efendim.
Güneş, nûr-ı cemâlinden; ışık alır her hâlinden,
“Gül”ü sevmek kemâlinden, aşk ile îmân Efendim.
“Gül”de umut, “Gül”de safâ, hudutsuzdur “Gül”de vefâ,
“Gül”dür Muhammed Mustafa https://www.kirmizilar.com/ec8f2cd9-eee0-429b-869d-f3efd17e0b83″ alt=”s” />, Güllere Sultân Efendim.
MÜNACÂT
Ali Şâkir Ergin Hocama
Hayatı doludizgin sürdük karanlıklara,
Süveydâlar, simsiyah geceden daha kara,
Yâ Rabbî! İmdâd eyle bilcümle günahkâra,
Gâfiliz, isyankârız; kulluktan atma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Nefs atı şâha kalkmış, biz âmâde olmuşuz,
Ölümsüz sevdâlardan hep âzâde olmuşuz,
Gönüller çöle dönmüş, nefse bâde olmuşuz,
İsm-i Âzam aşkına, yâ Rab Ağlatma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Anlamadık bir türlü hayatın gâyesini,
Bin parçaya ayırdık kul olma pâyesini,
Hebâ ettik Allah’ım ömür sermâyesini,
Kor düştü içimize, ateşe atma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Haddimizi aşsak da, rahmetten ümitvârız,
“Vahşî”yi “yahşi” eden âyetten ümitvârız,
Sen “Rahmân”sın, “Rahîm”sin; nusretten ümitvârız,
Affetmek şânındandır, ye’se uğratma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Divâneye döneriz inâyetin olmasa,
Kaybederiz Mahşer’de mağfiretin olmasa,
Biz neyleriz yâ “Gaffâr”, merhametin olmasa,
“Lütfeyle “Lütf-i Kadîm”, kara bağlatma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Ateşlere yaslanan geceye hitâm olsun,
“Gül” yüzlü şafaklara Güneş’ten selâm olsun,
Affet bizi yâ Rabbî, “Yâr ile bayram” olsun,
Hüsrâna uğrayanlar safına katma bizi;
Pişmânız, tövbekârız; nâra dağlatma bizi!..
Gün Akşama Yaslanmadan
O Yâr, aşkın menzîlidir; kalbe muhabbet gerek.
Bu sevdâya vuslat için aşk-ı müebbet gerek.
Bir ‘Mevcud-u Meçhûl’ olan Sultanlar Sultanı’nı,
Nazargâhta fehmetmeye göze ferâset gerek.
Elest Meclisi’nde ervâh, Rabb’e tâbî olurken;
Mâverâya yelken açan kula basîret gerek.
Kâinâtın her zerresi O’nu terennüm eder,
Bu besteyi idrâk için önce mârifet gerek.
“Lâ maksûde illâllah” ın(1) makâmı âlîsine
Ehl-i hikmet âşinâdır, sırr-ı kurbiyet gerek.
“Lâ teknetû…”(2) muştusu var cümle günahkârlara,
“Rahîm” ism-i şerifinden abde merhamet gerek.
Tevbe-i nasuh ederek çal Hakk’ın kapısını,
Güvenme hiç âmâline kula mağfiret gerek.
Kimseler derdine dermân eyleyemez ey gönül,
Dil tutuşsa deryâ yetmez, Hüdâ’dan rahmet gerek.
Unutma ki derd ü belâ “Mahbûb’un kemendidir”,
Celâĺ’inden cefâ gelse sabr u sükûnet gerek.
Âh ü efgân etme gönül, dâr-ı dünya böyledir,
Burası mihnet diyârı, bize âhiret gerek.
Ömrü beyhûde geçirip “Azıksız çıkma yola”,
“Eyvâh!” dersin Mahşer Günü, taâtten servet gerek.
Utancından kararmasın geceler efkâr ile;
Her tefekkür secdesinde îmâna hicret gerek.
Ömrümüzün son nefesi son düğümü çözmeden,
“Sonsuzluğun Sâhibi” nden bize hidâyet gerek.
Gün akşama yaslanmadan tedbirli ol sabahtan,
Hazan gelip erişmeden, Hakk’a ibâdet gerek.
Belli olmaz, kuşluk vakti batar GÜNEŞ ansızın;
Zaman durmaz, durdurulmaz, bu günden gayret gerek.
Gök direkler üzerinde yükselirken kâinât,
Daha “dağlar yürümeden”(3)
İlâhî nusret gerek.
“Gül” kokulu gözyaşıyla seccâdeyi sel eden,
Îlmiyle âmil mü’mine Cemâl ü Cennet gerek.
Îmân rûhun mi’râcıdır; “En Güzel” e sevdâlan,
Ol “Cemal” e vuslat için aşka icâbet gerek.
(1) – “Lâ maksûde illâllah” (Kastedilen, murad olunan başka bir şey yok, ancak Allah var )
(2) – “Lâ taknetû”: Ümidinizi kesmeyin; Zümer, 39/53; “Lâ taknetû min rahmetillâhi” (Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.)
(3) – Tekvîr, 81/3
Ay Yıldızlı Bayrağın Mahsun Balası Kerkük
Iraktan “Eyvâh!” dense,
Hüzünlü bir “Âh!” dense,
Kerkük düşer yâdıma
Yâd ellerde, nedense…
Oy! Bahtı kara Kerkük,
Düştü bir yara Kerkük,
Hicrânı yüreğimde
Asırlık yara Kerkük…
Ayrıyız kaç senedir,
Hasretin hükmü nedir,
Sınırlar boynumuzu
Sıkan bir mengenedir…
Zâlim elinde Kerkük,
Hoyrat dilinde Kerkük,
Yarım kalmış sevdâdır
Türkmeneli’nde Kerkük…
Dinmiyor gönül sızım,
Derdimiz büyük bizim,
Herkesin hâmisi var
Neden ben sahipsizim.
Her dem ağlayan Kerkük,
Yürek dağlayan Kerkük,
Üvey evlât değildin
Şimdi ağla, yan Kerkük.
Ağıt saklı sözlerim,
Bulut yüklü gözlerim
Men Kerkük’te yıllardır
Al bayrağı gözlerim…
Sadâkatli yâr Kerkük,
Tâlihsiz diyar Kerkük,
Muhabbetin kalbimde
İnanmazsan, yar Kerkük…
Hep Türk’ü anan gardaş,
Aşk ile yanan gardaş,
Düşlerine kar yağıp
Sıcakta donan gardaş…
Yaralı yaslı Kerkük,
Çilesi paslı Kerkük,
Sevdâsı tarih boyu
Oğuz’a yaslı Kerkük…
Gönül dağında hüsran,
Bağdaş kurmada isyan,
Ankara duy sesimi
Kerkük dünden perişan…
Kalpteki ülkü Kerkük,
Dildeki türkü Kerkük,
Bağrına taş basar da
Terk etmez Türk’ü Kerkük…
Umduğun destek kimden,
Utanırım kendimden,
Gölge vermeyen dağın
Hüznü çıkmaz içimden…
Yan, için için Kerkük,
Yalnızsın niçin Kerkük,
Şimdi kara yazının
Derdi kim için Kerkük…
Hükmederse haksızlar,
Göz ağlar, vicdan sızlar,
Türk’ü yok etmek ister
Kerkük’te vicdansızlar…
Kefen biçilen Kerkük,
Kanı içilen Kerkük,
İblis’in tezgâhında
Dörde biçilen Kerkük…
Dilsiz, sağır, kör dünya,
Mazluma nankör dünya,
“Mum kimin yanar Kerkük”
Türk’e bakar-kör dünya…
Civan yatağı Kerkük,
Yârân otağı Kerkük,
“Özüm özüne gurban”
Vatan toprağı Kerkük…
Baharda geldi hazan,
Tekrar kuruldu mîzan,
Vakit, karar vaktidir
Bıçak sırtında zaman…
Yetim kalan yer Kerkük,
“Yardıma gel!” der Kerkük,
Kerkük ağyâr elinde
Bu dert beni yer Kerkük…
Kerkük zulüm çarkında,
Kılıç paslanır kında,
Kerkük tarumâr olur
Korkarım çok yakında…
Türkmen kal’ası Kerkük,
Türk’ün sılası Kerkük,
Ay-Yıldızlı bayrağın
Mahzun balası Kerkük…
Dr. Mehmet GÜNEŞ
“Gül” Olmasaydı*
*”Gül”* aşkına yaratıldı bu âlem,
Varlık vâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Ne Esmâ-î Hüsnâ, ne Levh ü Kalem,
Âşikâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Her şey O’nun ile kâimdir el-hak,
*“Ol”* deyip oldurur O Zât-ı Mutlak,
Hilkatin esrârı vardır muhakkak,
Efsunkâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Ezel’den ervâha gelmezse destûr,
*“Belâ*”nın sırrında bulmazdık huzur,
Her iki cihanda ufuklara nûr,
Tâcidâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Habîb-i Hudâ’sız arza can gelmez,
Kur’ân indirilmez, ol Furkan gelmez,
*“İkrâ’”* hitâbıyla ilk ferman gelmez,
Son ikrâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Mâtem bölüşürdü gökte melekler,
Yeryüzü rahmeti beyhûde bekler,
Üç mevsimde buz tutardı yürekler,
İlkbahar olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Garip kalmaz mıydı tevhîde dâvet?
Âtıl olmaz mıydı dîne icâbet?
Kâmil îmân ile Hakk’a ibâdet,
Yadigâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Eşref makâmına kul yükselmezdi,
Dünyada, ukbâda bahtı gülmezdi,
Akıl, îmân ile aşka gelmezdi,
Secdekâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Gönül çöllerinde bulunmazdı su,
Yollar, vâha diye kurardı pusu,
İdrâk edilmezdi *“İz*”in doğrusu,
Kalbe yâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Devr-i câhiliyye meskûn kalırdı,
Hak, hukuk, adâlet suskun kalırdı,
Kul, *“güzel ahlâk*”tan yoksun kalırdı,
Bahtiyâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Hayat baştanbaşa vîrân olurdu,
Hâl perişan, gözler giryân olurdu,
Canın hükmü kalmaz, bî-cân olurdu,
Berhudâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
Gül mevsimi *“Gül*”den bir mîzân kurmaz,
Dikenler gül olup goncaya durmaz,
Tekbir getirerek yürekler vurmaz,
Gül-i zâr olmazdı, *“Gül”* Olmasaydı.
Hiç ışık gelmezdi arza, semâya,
Gece hükmederdi GÜNEŞ’e, aya,
Gönüller İlâhî aşka, sevdâya,
Bestekâr olmazdı *“Gül”* olmasaydı.
*Dr. Mehmet Güneş*
Göç Davulu Çalmadan
Kalbe dermân arayan bulur “Allah!” diyerek.
Gönül müheyyâ olur “Resûlullah!” diyerek.
“Lâ! diyenler “illâ”nın sırrından ilhâm alır,
Zât-ı Mevcûd u Meçhûl Ol Padişah diyerek.
“Gül” mushaflı sevdânın nûruyla aydınlanan,
“Hû” çeker her nefeste, râh-ı felâh diyerek.
“Gül” kokusu sarınca gecenin siyâhını,
Aşka gelir kâinat vakt-i sabah diyerek.
Cân safâya erişir mürşîdin rahlesinde,
Katre ummâna döner sırr-ı dergâh diyerek.
Nâçâr kılar bizleri nefse tutsak olmamız,
Suçlarız hep zamanı asr-ı günâh diyerek.
Yıllar gazel dökerken ömür sermâyemizden;
Güneş gibi yanarız, yürekten “âh” diyerek.
“Keşke”lerin, “âh”ların sonu hüsrân olmasın,
Tevbe-i nasûh etsin, kul “Bismillâh!” diyerek.
Ve bir gün birdenbire “kûs-i rıhlet” çalınca,
Elvedâ eylemesin kimse “Eyvâh!” diyerek.
*Dr. Mehmet GÜNEŞ*
(*Kûs-i rıhlet*: Göç davulu )