Bizim toplumumuz, kültürel nüvenin karakteri itibariyle, monist geleneğin ürünüdür. Gerek İslâm öncesindeki Töre’de gerek İslâmiyet’le beraber yaygın kabul gören Hanefî-Mâturîdî-Yesevî perspektifin genel hakimiyetiyle çok yaygın bir Vahdet-i Vücut medeniyeti inşa etmiştir. Bu Vahdet-i Vücut yaklaşımı, aynı zamanda “adalet” kavramının ontik cevherini vermiştir. Çünkü sınıfsız atlı toplum hayatı, hem doğası itibariyle hem de örgütlenme ve kurumlaşma çizgileriyle başka türlü bir düşünceye vücut veremezdi. Anlaşılan odur ki, XVI. Yüzyıl sonlarında Türk medeniyetine nüfuz eden (örtülü düalist) Arap-Eş’arî anlayışının giderek toplumda yer edinmesi ve şeriati bir düalist mantığa bağlamasıyla toplum, özünde birbiriyle intibak etmeyen iki ayrı ontolojinin mücadelesiyle önemli bir enerji kaybına uğradı. Düalist İslâm şeriati ve ontolojisi XVIII. Asır sonlarından itibaren resmi adı Vahdet-i Şuhut olan İmam Rabbânî Nakşiliği ile buluşmakla, siyâset ve epistomolojik hakimiyetini zirveye taşımış oldu.
Osmanlı ıslahatçıları bu radikal ontik dönüşümü görememiştir. Çare diye düalist yaklaşımın ahireti yani ebedî hayatı önemseyen medresesi öncülüğünde bir fasit daireye düşmüştür.
Tanzimat, bu kısır döngüden çıkma hamlesi olarak pozitivist veya materyalist ontolojinin aydınlar arasına kuvvetle yerleşme hamlesi olarak değerlendirilebilir. Modern geleneğin Tanzimat-Meşrûtiyet ve Cumhûriyet aydınları arasında genel kabul gören pozitivist ontolojinin eseri olduğu basiretle bakanlar için meçhul değildir.
Bugün Türkiye, etnik kimlikleri konuşuyor. Aslında bizim problemimiz daha derindir. Asıl konuşmamız gereken bahis “ontik kimlikler” meselesidir. Biz bugün geleneksel kitle tercihi itibariyle: “Yunus, Mevlana, Hacı Bektaş…” söyleminin beyanındaki Vahdet-i Vücûd’u ve onun yarattığı kimliği devam ettiriyoruz.
Bu geleneksel kimliğin bilincinin zayıfladığı toplumsal kesimlerde adı “İslâmcılık” olan ve varlıkla Tanrı’yı birbirinden ayırmış düalist şeriati din yerine ikame etmiş bir kitlenin hakimiyeti söz konusudur. Bu kitle aslında “modern bir kimlik” inşa etmekte ve batıdaki felsefî ideolojilerin yaratmaya heveslendikleri türden bir “homojen din toplumu” özlemektedir.
Şu sıralar bu anlayışın iktidarını tecrübe ediyoruz. Kavga bu ikinci grupla Tanzimat’tan bugüne sistemin efendisi rolündeki pozitivist ontolojinin mensupları arasında cereyan etmektedir.
Ana kitlenin ise gerçek anlamda yapının niteliğine vakıf, açık bilinçli sözcü aydınları yoktur.