DEAŞ, Sünni coğrafyada yayılım gösterse de dinî ideoloji ve inanç olarak Vehhabiliğin katılaştırılmış bir biçimine yaslanır. Bu ideolojinin temelinde; kendi dışındaki tüm Müslümanları düşmanlaştırmak müzakere ve diyaloğu reddetmek, direniş ve cihat adı verilen silahlı mücadeleyi tek seçenek olarak kabul etmek vardır. Radikal Selefîliğin yayılımı DEAŞ’ın eleman teminini kolaylaştırıyor. Şiddet eylemleri için ona bir meşruiyet zemini sağlıyor. DEAŞ’a meşruiyet sağlayan dinî politik ideoloji bu savaşta zarar görmemekte, sürekli güçlenmektedir. Çünkü bu ideolojiye meşruiyet kazandıran karşı söylem Şiilik ile PKK eksenli Kürt söylemin seküler hatta Marksist din karşıtı söylemi tarafından inşa edilmektedir. DEAŞ ve Sünni Araplar bölgede aslında Selefî ideoloji tarafından çevrelenmişlerdir.
*****
Prof.Dr. Hilmi DEMİR
DEAŞ bugün global olarak oldukça geniş bir yelpazeye sahip bir “marka” hâline geldi. Global propaganda ağı hâlâ çok güçlü. Liderlik problemi yaşasa bile bu markanın hâlâ satın alma gücü olduğunu düşünüyorum. Dünyaya dağılmış üyeler kısa süreli başka örgütlere devredilebilir.
DEAŞ, Sünni coğrafyada yayılım gösterse de dinî ideoloji ve inanç olarak Vehhabiliğin katılaştırılmış bir biçimine yaslanır.
DEAŞ en büyük zararı Sünniliğe verdi. “Sünni terörist” ve “Sünni cihadist” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı.
Bağdadi’nin öldürülmesi elbette DEAŞ’ın sonunu getirmeyecek. Bunu söylemek çok büyük iyimserlik olur. Artık liderlerin ölümüyle örgütlerin dağıldığı ve yok olduğu dönemlerde değiliz. Bin Ladin sonrası el-Kaide nasıl ayakta kaldıysa DEAŞ da farklı form ve biçimlerde ayakta kalacak. “Hilafet” DEAŞ için zaten sürdürebilir değildi. Örgütü bekleyen ilk kriz Bağdadi sonrası kimin lider olacağıdır. Şimdilik adı geçen isimleri bir kenara bırakırsak liderlik sorununun şu temel parametrelerde önemli olduğunu söyleyebilirim:
Birincisi Bağdadi Musul’da 29 Haziran 2014 tarihinde El Nuri Camii’nde Hilafeti ilan ettiğinde ismini Ebu Bekr el-Bağdadi el-Hüseyni el Kureyşî olarak duyurmuştu. Bu, aynı zamanda Sünni siyaset paradigmasında kabul edilen görüşe göre Hilafetin Hazreti Peygamber’in soyu olan Kureyş’ten gelmesi gerektiğine bir göndermeydi. DEAŞ, el-Kaide’den farklı olarak Hilafet ilan ederek ve Hilafetin sembollerini kullanarak dünyanın birçok bölgesinden de savaşçı çekmeyi başarmıştı.
DEAŞ’ın farklılığı aslında Dabık savaşı, Şam’dan çıkan Mehdi ordusu gibi apokaliptik-kıyametin sonu ile ilgili sembolleri kullanabilme becerisiydi. Ve hilafet de bunun tam merkezinde yer alıyordu. Bu açıdan DEAŞ’ın önünde üç seçenek bulunuyor:
Birincisi DEAŞ eğer Hilafet söylemini devam ettirecek ise Kureyş soylu bir Halife atamak zorundadır.
İkincisi yok, eğer bunu devam ettirmek istemiyorsa bu örgütün Hilafet iddiasını askıya aldığı anlamına gelir. Bu durumda örgüt yerel bir ismi Emîr olarak atayabilir. Bu durumda liderlikle ilgili diğer bir sorun, atanacak liderin Irak ve Suriye’de yerel savaşçılarca kabul edilebilir biri olmasıdır. Sanırım buna dikkat edilecektir. Böylece örgüt el-Kaide türü eyalet sistemine geri dönmüş olur. Bu, aynı zamanda örgütün şimdilik Hilafet yükünden de kurtulması ve yüklerini hafifletmesi anlamına gelir.
Üçüncüsü, bir geçiş dönemi planlayabilir. Geçici süre küresel bir isim örgüte liderlik yapar. Böylece örgüt öncelikle hayatta kalmayı planladığı uygun ortama kadar Hilafet ilanını ötelemeyi tercih edebilir. 2014’te Musul’da yaptığı gibi sembolik değeri yüksek, küresel bir eylemle bir Halife atamaya çalışır. Bu, Irak veya Suriye’de de olmak zorunda değildir. Bu seçeneklerden hangisinin tercih edileceğini ileriki günlerde göreceğiz.
Bu seçeneklerden ilkini tercih ettiğinde DEAŞ Hilafetin ideolojik cazibesinden faydalanmayı devam ettirmeyi deneyecektir. Tabii, belirli bir kara parçasında egemenliğini kaybetmiş DEAŞ’ın Hilafeti ve devlet olma iddiasını nasıl sürdüreceği ciddi bir engel olarak önüne çıkacaktır. DEAŞ muhtemelen bu sefer de bir ütopya olarak Hilafeti Sünni toplumda canlı tutarken Irak ve Suriye’deki toplumsal ve mezhepsel gerilimlerden faydalanmaya devam edecektir. Yine de ABD, Rusya ve Türkiye arasında varılan mutabakat DEAŞ’ın etkinlik alanını oldukça sınırlayacaktır. Fakat bu DEAŞ’ın farklı coğrafyalarda ve çatışma alanlarında olmayacağı anlamına gelmez… Zaten DEAŞ uzunca bir süredir kendisini dünyanın farklı çatışma alanlarına klonlamış vaziyettedir. Endonezya’da, Keşmir’de, Afganistan’da, Libya’da veya Batı Afrika’da eyaletleri var. Bu nedenle DEAŞ muhtemelen yeni çatışma alanlarında varlığını devam ettirecektir. Balkanlar’ı da bu riskli bölgelere ekleyin derim…
Bağdadi sonrası örgütün modus operandisi ne olacak?
Bağdadi sonrası döneminde eylem türleri de farklılaşacaktır. Aslında DEAŞ Musul’u kaybettikten sonra saldırı taktik ve stratejisinde değişiklik yaptığını sürekli çıkardığı aylık yayını olan en-Nebe dergisinde yazmıştı. Öncelikle savaşçılara kendilerini güvenceye almaları, zayıf bölgelerdeki düşman kuvvetlere saldırmaları salık veriliyordu. Dergide açıkça gerilla savaşına geri dönülmesi, alanın niteliğine göre kuvvet kullanımının planlanması isteniyordu. Bir toprak parçasını kontrol altına almak yerine düşman kuvvetlerine en az kayıpla azami zayiat verdirtmenin şartlarına bakılması isteniyordu.
DEAŞ bugün küresel olarak oldukça geniş bir yelpazeye sahip bir marka hâline geldi. Global propaganda ağı hâlâ çok güçlü. Liderlik sorunu yaşasa bile bu markanın hâlâ satın alma gücü olduğunu düşünüyorum. Dünyaya dağılmış üyeler kısa süreli başka örgütlere devredilebilir. Böylece hem hayatta kalırlar hem de eylem yapma potansiyellerini korumuş olurlar. Bu süre Türkiye için de tehlikeli bir süreç. Zira DEAŞ’ın Irak ve Suriye’deki başarısızlığının faturası Türkiye’ye kesiliyor. Batı kamuoyu her ne kadar anlaşılmaz biçimde Türkiye’nin DEAŞ ile mücadelesini görmezden gelse de Türkiye her hafta birçok eylem aşamasındaki DEAŞ’lıyı yakalamayı başarıyor. DEAŞ’ın literatüründe ve yazışmalarında Türkiye kadar tehdit alan bir başka ülke yok gibidir!
DEAŞ’ın ideolojisi hâlâ neden canlı?
DEAŞ ve benzeri örgütler için liderden daha önemli; onları motive eden ideolojileridir. DEAŞ’ın ideolojisi hâlâ çok canlı ve elverişli bir zemini var. DEAŞ’ın ideolojisi derken de sadece dinî inançlarını kastetmiyorum, keşke bu kadar kolay olsa.
En baştan söylemeliyim ki DEAŞ’ı var eden ideolojinin oluşum sürecinde örgütün lideri Ebu Bekir el-Bağdadi’nin rolünü abartmamak lazım. DEAŞ’ın metinlerinde, kamplarında sürdürdüğü ideoloji aslında el-Kaide’den ayrılmayla birçok din adamı tarafından oluşturulmuş bir ideolojidir. Ebu Ali el-Anbari, Turki al-Binali, Zerkavi’nin zindandaki akıl hocası Ebu Muhammed el-Makdisi bunlardan sadece birkaçıdır. DEAŞ özellikle yayınladığı dergi ve metinlerde her ne kadar geriye doğru birçok tarihsel metne referanslarda bulunsa da yapılan çalışmalar göstermiştir ki bu metinler DEAŞ’ın kolajladığı yeni ideoloji için bağlamından koparılarak yeniden oluşturulmaktadır.
DEAŞ, Sünni coğrafyada yayılım gösterse de dinî ideoloji ve inanç olarak Vehhabiliğin katılaştırılmış bir biçimine yaslanır. Bu ideolojinin temelinde; kendi dışındaki tüm Müslümanları düşmanlaştırmak müzakere ve diyaloğu reddetmek, direniş ve cihat adı verilen silahlı mücadeleyi tek seçenek olarak kabul etmek vardır. Radikal Selefîliğin yayılımı DEAŞ’ın eleman teminini kolaylaştırıyor. Şiddet eylemleri için ona bir meşruiyet zemini sağlıyor. DEAŞ’a meşruiyet sağlayan dinî politik ideoloji bu savaşta zarar görmemekte, sürekli güçlenmektedir. Çünkü bu ideolojiye meşruiyet kazandıran karşı söylem Şiilik ile PKK eksenli Kürt söylemin seküler hatta Marksist din karşıtı söylemi tarafından inşa edilmektedir. DEAŞ ve Sünni Araplar bölgede aslında Selefî ideoloji tarafından çevrelenmişlerdir.
Bu açıdan bakıldığında DEAŞ en büyük zararı Sünniliğe verdi. DEAŞ ile birlikte hiç görmediğimiz ve literatürde rastlamadığı “Sünni terörist”, “Sünni cihadist” gibi kavramlar kullanılmaya başlandı. Öyle ki dünyada oldukça geniş alanda savaşan, sivil milis kuvvetlerine sahip olan Şiilik bile unutuldu. Şiiliğin Irak’ta Suriye’de dünyanın birçok bölgesinden getirdiği savaşçıların adı anılmaz oldu. Neo-Nazilerden sol aşırılıkçı gruplara kadar binlerce yabancı savaşçının geldiği PKK/YPG güçleri dünya kamuoyunca aklanırken Sünnilik terörün kaynağı olarak görülmeye başlandı. DEAŞ’ın ideolojisini, Sünniliğin içinde değil onun dışında bidat, Haricî bir Selefî damar olarak görmek en doğrusu iken bunu göstermeyi İslam dünyası olarak başaramadık.
DEAŞ’ın ideolojisini besleyen tek şey dinî politik değil kuşkusuz. DEAŞ’a gelen yabancı savaşçıların büyük çoğunluğu dinî bir eğitimden geçmiş değillerdi. Hatta birçok yabancı savaşçı din eğitimi bile almamıştı. Avrupa’dan veya Asya’dan gelen savaşçıların büyük bir kısmı radikalleşmeye doğru itilmiş bireylerden oluşuyordu. Bununla şunu kastediyorum: Ülkelerinde gördükleri ayrımcılık, ötekileştirme, hayat biçimlerine yönelik saldırılar insanları terör örgütlerine doğru itiyor!
Toplumun kurumsallaşmış yapılarının tercih ettiği politikalar bireyi dışlamış marjinalleştirmiş olabilir. Bu durumda birey kendisini toplum dışına itilmiş olarak görmeye başlar. İşini kaybetmesi, sevdiklerini kaybetmesi gibi bireyin yaşadığı travmalar, bireyi toplumda yalnızlığa itebilir. Bu tür çaresiz hissedilen dönemlerde birey kendisini yaşadığı toplum tarafından dışlanmış olarak görebilir.
Toplumdaki siyasi kültür ve rekabet birbirini dışlayıcı ötekileştirici bir dille yapılıyorsa ve özellikle kimlik siyaseti sertleşmiş ise bu kültür içinde bireyler arası diyalog kurma imkânı azalır ve ayrışma kolaylaşır. Bu yüzden şiddete çağrıyı ve şiddete itmeyi içeren ideolojiyi siyasi, sosyal, kültürel ve dinî bir çerçevede görmek gerektiğini savunuyorum. Batı’da artan İslomofobi, Çin’in Uygur Türklerine uyguladığı zorbalık, ötekileştirme Batı’da artan beyaz faşizm ve sol aşırılık DEAŞ’a can suyu olmaya devam edecektir. DEAŞ’ın ideolojisi yalnızca dinî nedenlerle değil Batı’dan ve Çin’den yükselen İslam karşıtlığı nedeniyle de diri kalmaya devam edecektir…
———————————————–
Kaynak:
https://m.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/hilmi-demir/610554.aspx