Bahaettin Karakoç; “Şol Yel Esip Geçmiş Gibi”

Yatağa sığmıyor artık bu nehir,

Kabuğunu kıran rüyayı gördü.

 Bahaettin Karakoç

 Yağmur TUNALI

“Gelimli gidimli dünya” bu.

Geldik gideceğiz.

Dünyaya gönderilişimiz rasgele değildir. Boşluğa atılmış gibi görünen bir meteor da, binbir cihazla donatılmış insan da bir büyük orkestrasyona bağlıdır. Bunun farkında olan ve ona göre davranan kurtulur.  Dinî düşünce dışında objektif realite de böyledir. Bizim tasavvuf ehli onun için “dâimî teyakkuz”dan, uyanık bulunmanın kurtarıcılığından bahseder. Şüphe yok ki hayatımız verilmiş bir sermayedir. Onu nasıl harcadığımız, nasıl değerlendirdiğimiz kıymetimizi belirler. Yaşamayı bir değer haline getiren dikkatimiz ve ilkelerimizdir. Ve ömrün yekûnü gidişimizde alınır.

Bahaettin Karakoç, “acele yaşaması”yla bu peşpeşe sıraladığımız dikkatlerin insanıydı. “Vakit dar olsa gerek”  esprisini de bu manada anlamak gerek.  Bu dikkatle hep bir şeylerin peşindeydi. Huzursuz görünüşü bir huzur arayışıydı. Dikkatinden yansıyan ve apaçık görünen bir lâlezârdı: İş yapmış, işe yaramış, bir türlü faydaya yol açmış insanın zor ve güzel yolculuğuydu. Bu iş hiç bitmeyecekti. Bitmezdi, bitmemeliydi. Çünkü onun için hayat o demekti.

 Her zaman böyle düşündüm: An sektirmeden yaşadığı, bir “gönül yangını”nın duyurdukları ve düşündürdükleriydi. O yangınla doğmuştu. Evet evet, muhakkak o ateşi kendisiyle getirmişti. Sönmeyen ateşin, bitmeyen hararetiyle gergin ve tedirgin görünen bir ruhla gezerdi. Gezerdi, gezinirdi, yerinde duramazdı. O yangın onu durdurmazdı.  Ancak onu içinde olgunlaştırır ve söylerse bir serin meltem esecekti. Bir anlık meltemlerle o yangına dayandı.

Çok yazması belki de bundandı.

Biz şiiri zor söyleyenlerdendik. Aylarca, yıllarca uğraştığımız şiirlerimiz vardı. Biz bir kelime veya bir sesin derdinde bir türlü şiir bitiremezken onun acelesi vardı. Söyler ve geçerdi. Geriye dönüp bakmazdı. Devamlı cezbede bir derviş gibiydi. Aklı, muhakemeyi hiç terketmezdi. Fakat hâkimiyeti de onlara vermezdi. Duygusu, sezgisi şaşmaz bir üstünlükle kalemini de idare ederdi.

“Acelem var!”

Çok defa bunu konuşurduk. Durup dinlense büyük şiirler çıkaracaktı. Ondaki cevher ortadaydı. ”Yapma ağabey, etme ağabey..” yalvarışlarına hiddetlenerek cevap verirdi. Tabii bunları konuştuğumuz zamanlar çok gençtik. Toyluğumuz cesaretimizi artırıyordu ve ne düşünürsek sevdiğimiz ağabeyimize söylüyorduk. Galiba o da bu konuşabilme hürriyetini bize hissettirmişti. Her ne kadar susturur gibi keskin cevaplar verse de yine konuşurduk.

Belki 30 yıl önceydi. Ali Akbaş’ın Ankara Emek mahallesindeki evindeydik. Yine bu konu açıldı. Şiirlerini gözden geçirmesi ve az yazması halinde edebiyat tarihindeki yerinin bambaşka olacağını anlatmaya çalıştık. Yine kestirdi attı. Birimiz “ Acelen ne Ağabey? Biraz dur, düşün, yerine göre düzelt, yerini beğenmeyeni değiştir!” dedi. O anda “Evet acelem var! Ben diğer odaya gideyim.” deyip ayağa fırladı. Çok geçmeden döndüğünde “Dinleyin!” diyerek okuduğu meşhur “Acelem var” şiiriydi. 

O hadiseden sonra sanırım bir daha o konuyu benim bulunduğum meclislerde pek açan olmadı. Arada bir “Keşke…” diye söze başlamak isteyen de susturuldu. Bahaettin Abi böyleydi ve böyle şiir yazacaktı. Kardeşi Abdürrahim Karakoç, diğer kardeşleri ve çocukları da bir türlü şiir yazacaklardı. O, kuyumculuğu bırakın, uzunca durup düşünmeye bile girişmeyecekti. İçinde yaşadığı şiir ikliminden günde üç beş şiir devşirdiği zamanlar olacaktı. Biz yürümekte zorlanırken o koşuyordu.

Büyük şairliğin sınırında

Yeri gelmişken söyleyeyim: Bahaettin Abi şayet yazdıkları üzerinde durup düşünse, düzeltmeler yapsa, bir parçacık kuyumculuğa meyletse, o hâkim olduğu dile titizlense hiç şüphesiz büyük şair olurdu. Bu haliyle de büyük diyenlere itiraz etmem. Yalnız, kendi ortalamasının üzerine çıkması ve yarına daha büyük eserler bırakması o acelecilik yüzünden mümkün olamamıştır, düşüncesine katılırım.

Bunu bir noksanlık gibi kabul etmek doğrudur. Aynı zamanda bir meziyet olduğu da muhakkak. O keskin tabiatlı şair, bu sayede herkese ve her duyguya açık bir yazış macerasına girmiştir. Mesela, dilin her kelimesine açıktır. Yerli, yabancı, dağ, köy, şehir, yeni, eski, uydurma vesair kelime etiketlerine itibar etmez. Hepsini kullanabilir. Şuna yaklaştın, buna yakınlaştın, şunlara benzedin… gibi yargılara da aldırmaz. Örneği şuradan vereyim: 12 Eylül öncesinde dile bakışımız iki kutupluydu. Belli kelimeleri kullananlar solcuydular, bazılarını kullananlar sağcı. Bahaeetin Abi, hem sağcı hem solcu gibiydi. Bu konudaki tenkıdlere “metelik vermez”di.

Eskilerin şiirin kelime kadrosu hakkındaki düşünceleri yeni zamanlarda itibar görmüyor. Az çok o çizgiye bağlı kalanlar var. Ben de onlara bir açıdan yakınım. Bahaettin Abi, o konuda “devrimci”ydi.  Bu da ona geniş bir hareket alanı sağlıyordu. Halis şiirden anlardı. Klasik edebiyatın halk edebiyatı kısmına hâkimdi. Divan edebiyatında o kadar güçlü bir zevki yoktu. Buna rağmen, yer yer divan zevkınden esintiler taşıyan söyleyişleri vardır. Halk şiirinden çok faydalanmıştır. Yenilikler getirdiği hece söyleyişleri çoktur.

Serbest ve hece şiirlerinde söyleyişler gerilmiş bir yay gibi duyulur. Tam karakterini yansıtan, kendisi gibi şiirlerdir. Yer yer eklektik bir tarzı vardır. Sınırları geniş tuttuğu için her yerden bir şeyler alır ve kendine katar.

Şahsiyet bütünlüğü

Ona bakınca, şiiriyle yaşayışı bu kadar eşleşmiş bir insan az bulunur, derdim. Hakıkaten öyleydi. Galiba onu bunun için çok sevdiler. Kim tanıdıysa sevdi. Uzak düşen de, yakınlarında bulunanlar da sevdi. Şair dostlarına karşı zaman zaman kırıcı sayılabilecek söz ve davranışları olurdu. Muhtemelen kırılanlar da iç dünyalarında onu mazur gördüler. Çünkü çok içten davranırdı. Öfkesi de yakışırdı. Tabii o öfkeye maruz kalanlar için durum kolay değildi. Nitekim çok kırılanlar olmuştur. Ancak ona düşmanca hisler besleyenler çıkmazdı. Küstüğü, kırıldığı, uzak durduğu dostlarının durumu da böyleydi.  Öyle gördüm, öyle anladım ve şimdi daha bir kuvvetle o düşüncedeyim.

Bahaettin Karakoç’u şairlerden bir şair gibi tanıtıp geçmek olmaz. Elbette öncelikle şairdi ve her zaman şairdi. O şiiri yoğuran ruh halini ve onun o hali yaşayışını yazmak işin en zor ve bir o kadar da hoş tarafıdır.

Kırk yılı aşan bir zamandır tanışıyoruz. Galiba ilk defa Töre’de Işınsu Abla’nın odasında görüştük. Ben tanıdığımda şöhret değildi belki ama epeyce bilinen bir şairdi. Keskin bir mizaçtı. İlk anda o toy halimle bile anlamıştım. Nasıl anlamayayım ki o zaten kendini gösteriyordu. Karşımda hırçın bir Anadolu insanı vardı. Kavga eder gibi konuşuyordu. Sesi hep yükseklerde (kreşendoda) geziniyordu. Ortası, ortalaması yoktu, neyse o. Su istese o tondan, muhabbet söylese o tondan, gelene gidene, tanıştığına tanışmadığına hep o perdeden duyulan bir sesle konuşuyordu.

Rahatsız olduğumu hatırlamıyorum. Neden bunu söylüyorum; çünkü ben halim selim görünen, içi fırtınalı bir yapıdaydım. İçe dönük, melankolizme yatkın bir gençtim. Bahattin Karakoç’la zıd sayılacak mizaçlarda idik. O sanki ne düşünür ve ne hissederse pat diye söylüyordu. Yadırgamış olabilirim ama rahatsız olmadım. Hemen de sevdim. İçi dışında bir adam dedim. Nasıl da kendisi gibi dedim ve şaşarak, gıpta ederek sevdim.

Tanışıklığımızın başlarında bende kalmayı severdi. Ankara’ya gelişlerinde misafir ederdim. Aza çoğa bakmazdı. Çok sadeydi. Yemesi içmesi de, yatması kalkması da problem olmazdı. İlk gelişinde, o zamanın yüz evinden doksanında olduğu gibi evimizde sıcak su yoktu. Sabah kalkınca traş olacağım deyince su ısıtmak istedim, “Hayır” dedi “ben susuz traş olurum!”. Öyle öğrendim ki herşeyi pratik ve aceleciliğine uygundu. Etrafı için belki yorucuydu ama alışınca bu tez canlılık epeyce kolaylık sağlıyordu.

Köy köyde güzeldir

Bu kırk yılın çoğunda iyiydik. “Çoğunda” diyorum, çünkü hepsinde değildik. Bir kere ayrı şehirlerdeydik. Yazışarak, konuşarak görüşürdük. Gelişleri ve karşılaşmalarımız arada bir olurdu. Her gelişinde haber vermeyebilir ve aramayabilirdi. Boşluklar oluşur ve görüşülmeyen zamanlarda düşünce bu boşlukları başka türlü doldurabilirdi. Bahaettin Abi’nin yer yer alınganlık derecesinde hassasiyeti bilinirdi. Şairlerde bu çok olur. Bir şeye takılır ve tavır da, mesafe de koyabilirdi.

Ben de bu halinin istisnası değildim. Sebebi belki garip gelecek: Bir ara beni de fazla şehirlileşmiş hissetti. Şehirlileşmeye elbette karşı değildi, şiir ve dil bakımından benden de moderndi. Ben ona göre çok klasiktim. Tabii,  köye ve köylülüğe bağlıydı. O şekilde modern bir bakışı ve söyleyişi benimserdi. Öyleyse sebep neydi? Galiba beni Toroslardan çok kopuk gibi gördüğü ve bazı şeyleri bu kopuşa yorarak yakıştıramadığı bir dönem oldu. Şehirliliği belki bende eğreti duran bir hava gibi algıladı ve bir müddet oraya takıldı.

Çok sonra bu hissinin doğurduğu olumsuzluk eridi. Eskisi kadar olmasa da yine beni sevdi. Milliyetçiliğin medenî tarafına bağlanışıma hak verdiğini düşündüm. Osmanlılığımı ve İstanbul medeniyetine hayranlığımı sevdi. Bunu epeyce konuştuk da. Köylülüğün köyde güzel olduğunu sıkça tekrarladık. Ben elbette doğduğum Yahyalı’yı seviyordum ve bağlıydım. Fakat Ankara’da Yahyalı havasında bir şahsiyetle değişmeden devam etmenin okumuşlar için büyük problem teşkil edeceğini anlamıştım. Nitekim, milliyetçiliğin ve dindarlığın alt tabaka anlayışıyla temsil edilmesi Türkiye’nin en büyük talihsizliklerinden biriydi.

Milliyetçiler milliyetçi, dindarlar dindar değil

Elbistan’ın bu yiğit evladının entelektüel derinliği bu konularda da iyiydi. Bahaettin Karakoç çok dindardı. Çok milliyetçiydi. Bununla beraber en çok milliyetçilerden ve dindarlardan derdliydi. Derdi son yıllarda epeyce artmıştı. Son telefon görüşmemizde, iktidar mensuplarını kastederek “Ben bu adamlara ağzıma gelenleri söylüyorum…” dedi. Fakat şaştığı bir şey vardı, en ufak tenkıdi kabul etmeyen ve cezalandırmaya kalkan bu zihniyet ona kırılmıyor, küsmüyor ve hatta itibar etmeye devam ediyordu.  Bu da tahlile değer bir meseledir.

Buradan hareketle Bahaettin Abi’yi anlatacak bir biyografi çok ilginç olabilir. Merkezde hiç şüphesiz onun samimiyeti ve açık sözlülüğü yer alacaktır. Yüksek şiir kabiliyeti ve onu değerlendirişi bu karakter çizgisine sıkı sıkıya bağlı şekilde anlaşılacaktır. Kültürü ve yaşayışı bir diğer bahistir. Elbette o da bu merkez karakter özelliğiyle algılanacaktır. Böyle bakınca bir şiir çağlayanı mı aramızdan ayrıldı, bir büyük yaşama kişiliği mi, bir büyük karakter mi?

Bu çetin meseleyi koymadan o güzel insanı anlayamaz ve anlatamayız. Önünde sonunda sözün varacağı yer bellidir. Bahaettin Karakoç der ki:

Dağları üstüme devir, dayanırım

Toprağımı sarsa sarsa uyanırım,

Şiir benim için bir bengi-su’dur.

Onda bütün yollar şiire çıkar. Gittiği şiirli yerde de şiirler söylediğini müjdeleyenler olacaktır.

————————————–

Bu makale Türk Edebiyatı Dergisi’nin 541. sayısında da yayımlanmıştır (Kasım-2018)

Yazar
A. Yağmur TUNALI

Yağmur Tunalı,1955 yılında, Kayseri Yahyalı’da doğdu. Orta öğrenimini, Niğde, Kayseri ve Samsun’da; Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde başladığı yüksek öğrenimini, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Fransız ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen