M. Hayati ÖZKAYA
Postacı hem geliyor hem de bir şeyler getiriyor. Bu sefer de postadan “Cemil Gökçe’ye Mektuplar”[1] kitabı çıktı. Kitabın kapağında Ali Fuat Başgil, Münir Nurettin, Y. Ziya Ortaç, Safiye Ayla, Cemal Kutay, Mesut Cemil ve Refik Halit Karay gibi edebiyat ve sanat dünyamızın değerli isimlerini görünce büyük bir merakla kitabın sayfaları arasında hızlıca gidip geldim.
Nerdeyse bir asırlık bir ömre sahip olan Cemil Gökçe’nin (1911-2004) emekli PTT Müdürü olduğunu öğrenince Refik Halit Karay’la çokça mektuplaşmalarının sırrını çözer gibi oldum. Ee, ne de olsa Refik Halit de Mütâreke döneminin Posta Telgraf Umum Müdürüydü. Fakat kitabı okudukça Cemil Gökçe’nin bütün alametifarikasının sadece PTT müdürü olmaktan ibaret olmadığını, onun aynı zamanda edebiyat, müzik, hüsnü hat sanatı gibi sanat dalları ile ilgilenen nevi şahsına münhasır bir devlet memuru olduğuna da şahit oldum. Hatta şimdiye kadar bu özelliklere sahip bir devlet memuruyla tanışamadığım için de kendi kendime biraz hayıflandım diyebilirim.
Cemil Gökçe’ye gönderilen mektuplardan oluşan bu kitapta Refik Halit’in çeşitli tarihlerde gönderdiği 26 mektup var. Bunlardan 29/ 8/ 1960 tarihli mektuba bir göz atalım:
“Vefakâr Dostum Cemil Bey Oğlum;
Hanımın telefonda da söylediği gibi üzümler geldi. İstanbul piyasasında bulunmaz, gerçekten emsaline fâik leziz cinstendi. Biz afiyetle yedik…
Hamdolsun hepimiz iyiyiz. Esentepe serin,sâkin,şehir ortasında bir inzivâgâh. Hoşça vakit geçiyor. Eylülden sonra yeni bir roman yazmak tasavvurundayım. Şimdi – üç cildi tek kitap hâlinde çıkacak olan- “Nilgün” ün son tashihlerine bakıyorum… Kâğıt bollaşır, piyasa ferahlar, kitaba tekrar merak uyanırsa mevcudu hiç kalmayan külliyatıma da sıra gelir ümidindeyim.”
Mektup böyle devam edip gitmekte benimse, yazarın “kitaba tekrar merak uyanırsa” serzenişi dikkatimi çekmekte. Demek ki dün de bugün gibiymiş diyerek edebî dünyamızın hâli pür melâlini daha iyi anlamaya çalışıyorum. Neyse, Refik Halit’in mektuplarına devam edelim. 23/11/1963 tarihli mektubunda şöyle diyor:
“… İnkılâp Kitabevi’yle bir mukavele imzaladım. Bütün eserlerimi yeniden külliyât olarak basacak. İlk kitap: “Sürgün”, ikincisi “Memleket Mektupları”. Rağbet görürse öyle devam edecek. Bir de “Bir Ömür Boyunca” isimli hâtırat yazmaya başladım. Yazılacak o kadar çok ki ciltler doldurmam lâzım geliyor. Bakalım başarabilecek miyim?”
18/3/ 1964 tarihli bir başka mektubunda ise şunları yazıyor:
“Kitaplarım basılmaktadır. Neşri yakındır ve sırasıyla satışa çıkacaktır. Birincisi “Sürgün”, ikincisi “Memleket Hikâyeleri”, arkasından “Minelbab İlelmihrab”, “Bu Bizim Hayatımız” ve “Dişi Örümcek” 1964 için kâfi sanırım. Rağbet görürse devam edip gider…”
Dikkat ediyor musunuz verdiğim son iki mektubunda da “Rağbet görürse…” diyor büyük yazar. Rağbet görürse… Evet, kitaplar gerçekten birazcık ilgi görse ne kadar mutlu olurlar değil mi? Çünkü onlar, içlerinde yaşattıkları bin bir türlü hayatın ya da çok renkli düşünce dünyalarının kapısını bizler için açarken o kadar cömert davranmaktalar ki bunlardan nasiplenmek; ancak “oku” denilen kutsal emri yerine getirmekten geçiyor. O halde buyurun, yüz yıl öncesine dönelim ve şimdi birlikte Refik Halit’in Mütâreke yıllarının İstanbul’unu anlattığı “Minelbab İlelmihrab” kitabının kapısını aralayalım.[2]
Yazara göre bu kitap sabahları oyalanıp, eğlenmek için yazılan bir hatıralar demetidir. 1923’ün galiba Nisan’ında otuz beş yaşındayken Lübnan’da, Beyrut’a yakın Cuniye kasabasında denize bakan bir kır evinde yazmaya başlamış. Bu memleket, Refik Halit’in ikinci sürgün dönemindeki yaşadığı mekândır. İlki İttihat Terakkî devrinde, 12 Haziran 1913’te İstanbul’dan gemiyle Sinop’a gönderilir. Bu yolculukta Refik Halit yalnız değildir. Burhan Felek, Refi Cevat Ulunay, Mustafa Suphi gibi iktidara muhalif olanlarla yani “siyasi suçlular”la birlikte birtakım serseriler de gemiye bindirilir. Yaklaşık 600 kişi Sinop yolcusudur. Beş yıl devam eden bu sürgün yılarını Sinop, Çorum, Ankara ve Bilecik’te geçirir.
- Halit Karay, birinci sürgünün sebebini Minelbab İlelmihrab’da açıklarken,(s.62) Sadrazam Talat Paşa için dediği “Hırkaya alışanlar birden bire frak giyerlerse gülünç olurlar.” sözü olduğunu ifade etmekte; ardından da “Beni Hürriyet ve İtilaf’a sokan Damat Ferit Paşa değildir; aleyhimde, bilâ sual ve cevap sürgün kararını verdiği için Talat Paşa’dır, Cemal Paşa’dır.”der. (s.65)
Fakat bu cezanın yazara kaybettirdiği kocaman beş yıl ve İstanbul’dan uzak kalmak olmuşsa da kazandırdığı mükâfat, Memleket Hikâyeleri ‘dir.
Birinci sürgün hayatının bitişinde ve İstanbul’a dönüşünde Ziya Gökalp’ın rolü büyüktür. Mütâreke’ye (30 Ekim 1918) kadar Yeni Mecmuada yazıları yayımlanır. Robert Kolej’de Türkçe öğretmenliği yapar. Sonrasında Vakit’te, Tasvîr-i Efkâr’da ve Zaman’da yazar. Her zaman muhalif olmanın gereği, dili yine iğneleyici, kalemi yine keskindir.
Hürriyet ve İtilaf Fırkasına girer ve 14 Nisan 1919’da Posta-Telgraf Umum Müdürlüğüne getirilir. 23 Eylül 1920’ye kadar bu görevde kalır. Bu görev güya dertsiz olan başını biraz daha derde sokmasına zemin hazırlarken birkaç yıl sonra gerçekleşecek olan ve 16 yıl sürecek olan yeni bir sürgün hayatının ya da Gurbet Hikâyeleri ‘nin doğmasına sebep olur.
Yazar, göreve geliş şeklini söyle anlatır: (s.165)
“… bana fırka arkadaşlarımdan hiçbiri teklifte bulunmadı, tek müşevvikim[3],sabık[4] Sıhhiye Müdürü Adnan (Adıvar) Bey’di. (…) Dâhiliye nezaretine gittim. Mehmet Ali Bey yerindeydi. Daha posta kelimesini tam telaffuz etmeye vakit kalmadı, derdini o döktü:
“Sadrazam,” dedi, “buraya bir Ermeni getirmeyi kendince kararlaştırmış… Bilmem ki ne yapacağız? Hiç böyle devletin hayat mematına hükmeden bir yere öyle birisi sokulur mu?
Şu hatalı tasavvur bana cüret verdi; Nâzır arkadaşıma:
“Öyle ise” dedim, “Sadrazama söyle Postayı ben istiyorum, cevabını da bana gece bildir!”
Beklenen cevap, onlar için büyük bir memnuniyetti. Dâhiliye Nâzırının “hayat memat” meselesi diye belirttiği göreve Refik Halit getirilmiş, böylece devletin bu çok önemli makamına bir Ermeni’nin gelmesi engellenmişti… Bu durum Refik Halit için bir zafer olarak değerlendirilse de görevini yerine getirken yaşadığı hayâl kırıklıkları unutulacak türden değildi. İşte bunlardan biri: (s.183)
“… Candan çalışıyordum, bir sabah bermutat erken, masama geçmiş, meşguldüm, içeriye Telgraf Müdürü girdi, yüzü bembeyazdı; İzmir başmüdürü vekili Naşit Bey’den gelen müstacel bir telgrafnameyi uzattı, kâğıda göz gezdirir gezdirmez sapsarı kesildim ve yerimden fırladım…”
Telgrafta Naşit Bey, birkaç saate kadar Yunan ordusunun şehri işgal edeceğini Maliye Müfettişi Muvaffak Bey’den şimdi haber aldığını bildiriyordu. Refik Halit, bu berbat haberi, Sadrazama ve Dâhiliye nâzırına ilettiğinde, bu habere gerek nâzır gerek sadrazam inanmadıkları gibi İzmir Valisine şifreli bir telgraf çekip bu tahrik edici, asılsız haberi yayan müfettiş Muvaffak Bey’in derhal tutuklanmasını ve İstanbul’a muhafaza altında gönderilmesini emrederler. İşte İzmir’in işgali karşısında İstanbul’daki hükümetin aldığı ilk tavır buydu.
Mustafa Kemal Paşa ise o sıralar Anadolu’da kurtuluş meşalesini yakmış Türk milletini istiklâl uğrunda, namus yolunda büyük bir mücâdeleye davet ediyordu. Bu davetin yurdun her tarafına en seri şekilde ulaşması için de posta-telgraf memurlarına görevlerini tam manasıyla yerine getirmelerini emrediyor, yapmayanları ise cezalandırağını beyan ediyordu. Bu durumdan rahatsız olan otuz yaşındaki Posta-Telgraf Umum Müdürü, emrindeki memurları korumak adına, Sadaret ve Harbiye Nezaretinin makamlarına değil, bizzat bu görevi yürüten şahıslara hitaben resmî bir yazı yazıp “selameti vatan namına” Üçüncü Ordu Müfettişi Mustafa Kemal’in durdurulmasını istirham ediyordu.
“Selameti vatan namına… Şimdi bunu okurken evvela ben de sizin gibi güldüm. Fakat sizler, daha doğrusu, sizlerden bir kısmı, haini vatanın, selameti vatan namına istirhamını garip ve tuhaf görüp gülmüşsünüzdür.”(s.245)
Sonuç, Kuvâ-yi Milliye, İstiklâl mücâdelesini kazanır, 15 Mayıs 1919’da solan çiçekler, 9 Eylül 1922’de İzmir’in dağlarında yeniden açar ve ay yıldızlı al bayrak Anadolu’da korkusuzca dalgalanmaya devam eder…
Millî hareket aleyhinde yazılar yazan Refik Halit ise meşhur 150’likler listesine dâhil edilir. 9 Kasım 1922’de Piyer Loti adlı bir gemiye binerek İstanbul’dan ayrılır, bin bir zahmetle Lübnan’a ulaşır.
Bu arada yazarın hâtıratında altını çizdiğim bir başka notu sizinle paylaşmalıyım: Refik Halit, Posta Telgraf Umum Müdürlüğünden ayrılıp Ocak 1922’de “Aydede” gazetesini çıkartırken gazetenin ilk abonelerinden biri Sultan Vahdettin’dir.
“Aydede çıkarken bana abone bedeli olarak iki yüz lira göndermişti. Parayı bir tarafa atıp saklamıştım. İstanbul’u terk ederken vapur biletimi Padişahın o yüzerlik iki banknotuyla tedarik ettim.” (s. 354)
Evet, böylece ikinci sürgün hayatı başlamış olur. İkinci sürgünle birlikte, yazarımızın ikinci evlilik hayatı da bu döneme rastlar. Adile Ayda , “Edebî Hatıralar”[5] kitabında bu evliliği şöyle anlatır:
“Refik Halit Beyrut’a yerleştiğinde 34 yaşında evli barklı bir adamdır. Orada, yine politik sebeplerle Türkiye’den ayrılan Mahir Sait Bey adında bir zatla tanışır, ahbap olurlar. Mahir Sait Bey’in on yaşında bir kızı vardır. Aradan yıllar geçer. 1928’de Refik Halit’in ilk eşi sürgün hayatına katlanacak kadar fedakârlık gösteremeyerek Türkiye’ye gider… Bu arada on yaşındaki kız, on altı yaşına gelmiş, serpilmiş, çok güzel bir kız olmuştur. Refik Halit’in aklı başından gider… Kırk yaşındaki adam kendisinden 24 yaş genç olan kızı babasından ister; fakat ret cevabı alır. Bunu üzerine kızı kaçırır. Lübnan’dan ayrılır ve evlenip Haleb’e yerleşir. Bir oğlu olur.”
İşte edebiyatımızda fıkra, mizah, tiyatro, anı, hikâye ve roman türünde eserler veren, bu önemli kalemin sürgün hayatı Atatürk’ün 1938’de çıkardığı afla sona erer. Artık o, memleketinde, “Gurbet Hikâyeleri” ise vitrinlerdeydi.
Yazarın bu eserinde bir hikâye var ki onu her okuduğumda buruk bir tat alır ve bir dilin, bir coğrafyayı nasıl vatan yaptığını ya da vatanın, taşına toprağına, suyuna nasıl hükmettiğini yeniden yeniden fark ederim.
Adı Eskici. İki kahramanı var, biri Hasan, diğeri Eskici. Her ikisi de bir tür sürgündedir. Eskici ile Hasan rastlaşırlar bir evin avlusunda. Aylardır susan Hasan, Eskici’nin Türkçe bildiğini ve İzmit’ten, İstanbul taraflarından geldiğini öğrenince başlar konuşmaya… “Eskici hem çalışıyor, hem de ara sıra ‘Ha! Ya? Öyle mi? gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu…”
Kıssadan hisse:
Dil sadece sesler ve kelimeler yığını değil, baştanbaşa vatanın kendisidir. Ona sahip olmak gerek. Yoksa bir millet olarak kendi coğrafyamızda bile, Eskici’nin hikâyesini yaşamak zorun da kalırız.
[1] R. Selçuk UYSAL, Cemil Gökçe’ye Mektuplar, Post Yay. İst. 2017
[2]Refik Halit KARAY, Minelbab İlelmihrab, İnkılâp Kitapevi,İst. 2009- Minelbab İlelmihrab (kapıdan mihraba kadar) baştanbaşa, başından sonuna kadar.
[3] Müşevvik: teşvik eden
[4] Sabık: eski
[5] Adile AYDA, Edebî Hatıralar, Ayyıldız Matbaası A.Ş., Ank. 1984, s.114