Az sonra okuyacağınız mektup için Ahmet Hamdi Tanpınar XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi adlı kitabında şöyle der: “Bu sade ve kuvvetli eser, bıyık altından gülen ve güldüren hiddetiyle, pervasızlığıyla, tiryakiliği ve yaka silkişi ile emsalsizdir.” [1]
Tanpınar’ın emsalsiz dediği bu mektup, tahminen 185 yıl önce yazılmış olsa da yazarın üslubundaki samimiyet ve rahatlık, mektubu o kadar çok günümüze taşıyor ki sanki mektupta anlatılanlar geçmişte değil de günümüzde olmuş ve olmaya devam ediyormuş gibi geliyor insana. İşte size mektuptan bazı paragraflar:
“Şeyh Müştak’a
Benim efendim!
Gönderilen mufassal ve meşruh tevbihnâmeniz( açıklamalı azarlama kâğıdınız) mütalea olunup, sizce varlıktan, bence teessüften gayrı bir mâna verilemedi. Zira ben memur olalı daha kırk gün olur olmaz güya aylar, seneler geçmiş ve evlâd ü ayâl ü müteallikaatımıza (çoluk çocuğumuza ve akrabamıza) iratlar, zaviyeler, maaşlar yapılmış da size bakılmamış gibi bu derece sitemlere, serzenişlere neden müstahak olduğumuz bilinemedi.
…“Kira ile eve çıkayım” dediniz, “peki” dedim; ev bulunup da tutmadım mı? Satın alacak oldunuz, tek kırılmasın diye muvafakat ettim; siz rücu etmediniz mi?(dönmediniz mi?) Klos’un konağının anahtarını getirip verdim. “Han gibi” deyip siz reddetmediniz mi? Hatta “Anahtarları geri göndereyim” dediniz; “Bakalım ileride ne yaparız, varsın anahtar sizde dursun” demedim mi? Hacı efendi ne isterse yapıver” diye kethüdama (kâhyama) sipariş etmedim mi?(…)
Ne oldu ki bu derece mayup ve müttehem (ayıplanan ve suçlanan) varlık davaları meydana çıkarılmak iktiza etti? (lüzum etti) Ve tatlılıkla, muhabbetle görülecek iş, bizi böyle korkutmak ile görülmek tarafına sapılmak neden lâzım geldi? “Ben şaşkın değilim” buyurduğunuz gibi, ben de hiçbir şey bilmez değilim.
…Şimdi birkaç bin kuruş için memuriyetimizden kırk gün geçer geçmez bu mertebe başımıza kakmak ve bir adama bir lokma verip daha boğazından inmeden parmağını gözüne sokmak gibi, lâyıksız muamelelere, uzun uzun şikâyetlere ve davalara ne zaruret mest etti?
…
Hâsılı, azizim, siz muhabbette daim, ben de hizmette kaim. (devam) Lâkin “Seni ben nasbettim, (atadım) biliyor musun? Şöyle etmedin, azledeyim mi? (görevinden alayım mı?) Böyle etmedin, değiştireyim mi? Gibi abur cubur maddelerle iki günde bir başımıza kakılıp durulacak ve bir muamele iş güç olacak ise, tahammül eder dururum desem yalan söylemiş olurum. Ne yapalım, elhükmü lillah! (hüküm Allah’ındır!)[2]”
Evet, rivayet odur ki Akif Paşa’nın hitap ettiği bu Şeyh Müştak veya Müşfik adlı zat, dini şahsiyetinden faydalanarak, Saray çevresinde nüfuz sahibi olmuş, Akif Paşa’nın dâhiliye nazırlığına getirilmesine de yardımı dokunmuş, sonra bu yardımını ve nüfuzunu sezdirerek Paşa’dan aşırı isteklerde bulunmuş. Paşa da bu duruma daha fazla dayanamayarak cevaben bu mektubu yazmış ve mektubun sonunda “Allah affetsin!” demek yerine “hüküm Allah’ındır!” diyerek daha fazla kula kulluk etmeyeceğini açık seçik ortaya koymuş. Ya da şu meşhur mısrasında olduğu gibi ahvâlini dile getirmiş:
“Perişandır senin vaktiyle hürrem[3] bildiğin gönlüm”
Gördüğünüz gibi yazarlığının yanı sıra şairliği de vardır Akif Paşa’nın. Namık Kemal onun için “Kalemimize Türkçe yazmayı öğretenlerin en büyüklerindendir” der. Nesirleriyle, şiirleriyle, Âdem kasidesi ve torunu için hece vezniyle yazdığı küçük mersiyesiyle, edebiyat tarihimizde müstesna yerini almıştır.
Tıfl-ı nazeninim unutmam seni [4]
Aylar günler değil geçse de yıllar
Telhkâm eyledi firâkın beni [5]
Çıkar mı hatırdan o tatlı diller
Kıyılamaz iken öpmeğe tenin
Şimdi ne hâldedir nâzik bedenin
Andıkça gülşende gonca-dehenin[6]
Yansın âhım ile kül olsun güller
Evet, Sultan II. Mahmut’un döneminde devletin çeşitli kademelerinde görev yapan, ilk Hariciye ve Dâhiliye Nâzırı unvanlarına sahip olan Akif Paşa’nın Şeyh Müştak Efendi’den az mı çok mu şikâyetçi olduğunu tam bilmesek de Miyop Çörçil’in elinden neler çektiğini ayan beyan bilmekteyiz.
– Şimdi nereden çıktı bu adam? Bu Miyop Çörçil de kimin nesi? diyeceksiniz.
Bu sualin cevabını almak için gelin 27 Nisan 1836 tarihine gidelim. Bu tarih, büyük bir bunalım içinde olan Osmanlı devletinin bütün sıkıntılarını unuttuğu, yaşanılan iç ve dış tehlikelerin bir tarafa atıldığı, her şeyin ve herkesin sadece ve sadece sultanın kızı Mihrimâh Sultanın düğün törenlerine odaklandığı tarihtir.
Öyle ki bu tarihten itibaren yedi gün yedi gece süren şatafatlı ve muhteşem eğlenceler sona erdiğinde payitaht âdeta kendinden geçmiştir.
Ve hemen arkasından Kâğıthane’de padişahın oğullarıyla birlikte on bin çocuğun sünnet edilmesi, yeni şenliklerin başlamasına vesile olur. Bu da şehrin bütün çocukları için nerdeyse on güne yaklaşan yeni bir neşe ve eğlence âlemidir. Kısacası çalsın davullar, oynasın çocuklar misali her şey yolunda giderken İstanbul’un bir başka köşesinde, Kadıköy’de, bir Türk çocuğu ve yanındaki kuzusu bir İngiliz avcının tüfeğinden çıkan saçmalarla tehlikeli şekilde yaralanır. İşte o avcı William Churchill’dir yani bizim Miyop Çörçil dediğimiz adam. Meydana gelen olay ise sıradan basit bir olaydır. Ancak bu basit olayın sonucu bize dededen toruna intikal eden bir miras gibi kalırken kapitülasyonlar denen beyliğin de ne yaman bir şey olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Anlatalım: 8 Mayıs 1836 bir Pazar günü, Çörçil, Kadıköyü’ndeki evinde misafirlerini bir güzel ağırlar. Yemekler yenilir, içkiler içilir. Kafalar hoş, keyifler yerinde. Gelen misafirlerden birinin isteği üzerine bıldırcın avına çıkılır. Halkın mesire olarak kullandığı bir alanda Çörçil, 90-100 adım mesafedeki bir kıpırdanmayı kuş sanıp ateş edince, kuzusunu otlatan bir Türk çocuğu ve kuzusu yaralanır. Etraftakiler koşar, Çörçil yakalanır. Önce Üsküdar Kâhyasına gönderilir. Çörçil burada gazeteci olduğu söyleyip nutuk atmaya başlayınca Kâhya onu kavaslar eşliğinde Kadı’ya gönderir. Kadı olayın hikâyesini dinledikten sonra Çörçil’in Babıâli tomruğunda (cezaevinde) tutuklu kalmasına karar verir ama tutuklunun yabancı olması sebebiyle kararın Reis Efendi’nin (Reisülküttap, Dışişleri Bakanı) onayına sunulmasını ister. Devrin Reis’i de Akif Paşa’dır.
Cezaevine gönderilen Çörçil bu sırada kavaslardan izin alarak İngiliz elçiliğinde çalışan tercüman Pisani’ye bir mektup yazıp durumunu haber verir. İşte bundan sonra bu âdî, sıradan vak’a, devletlerarası bir olaya dönüşür ve Osmanlı devletini yöneten üç paşanın (Akif, Pertev ve Ahmet Paşaların) akıbetini hazırlar. Akif Paşa Hariciye, Pertev Paşa Dâhiliye Nâzırımızdır. Müşir Ahmet Fevzi Paşa ise Donanma komutanımızdır.
Kapitülasyonlara göre Avrupalılar bir suça karıştıklarında sadece kendi konsoloslarınca cezalandırıldığından İngiliz elçisi Ponsonby, Dışişleri Bakanımız Akif Paşa’ya Çörçil’in salıverilmesi için bir nota verir.
Babıâli Dışişleri Bakanına,
Aşağıda imzası bulunan ben, Britanya Kralının olağanüstü ve tam yetkili elçisi… diye başlayan (Sanki Kanuni Sultan Süleyman’dır mübarek) yazısının ikinci paragrafında Osmanlı Devletinin atadığı Dışişleri Bakanını tanımayarak diplomasi tarihinde görülmemiş bir davranışa imza atar.
“… Yüce Sultanlarca Britanya vatandaşlarına tanınmış ve özellikle şu anda vatandaşlarının mutluluğu için hüküm süren Ulu hükümdarca saygıyla kabul edilen hakları çiğnediği cihetle, Ekselans Akif Efendi ile bundan böyle hiçbir resmî ilişkide bulunmayacağım…”[7]
Diye devam eden tehdit dolu bu resmî yazıyı aynı zamanda Londra’ya bir rapor hâlinde gönderir. İşin ilginç yanı İngiliz elçisinin bu tavrına kendilerine tanınan hakların çiğnenmemesi için Fransa, Prusya, Avusturya, Rusya temsilcileri de katılır. Onlar da Akif Paşa’ya birer nota ulaştırırlar.
Aslında bu olay bir süre sonra sadece paşaların değil devletimizin de itibarını sıfıra indirecek garip bir gelenek oluşturur. Öyle ki nerdeyse hemen her olayın ardından “Acaba yabancılar ne der?” diyerek devletin vezirleri, valileri, paşaları çok kolay harcanır hâle gelmiştir. Bunun sonucunda bazı çıkarcı devlet adamlarımız makam koltuklarına sahip olabilmek için Türkçü olmanın dışında şucu bucu olup birbirlerini kâh İngilizci, Fransızcı kâh Rusçu, Almancı diye suçlayarak didişip dururken birilerinin ekmeğine yağ sürmüşlerdir. Bu durumdan yararlanan yabancı menşeli tüccarlar, gazeteciler hatta papazlar tıpkı şimdi olduğu gibi memleketimizde istedikleri gibi at oynatırken kabak da Akif Paşa gibi paşaların başında patlar…
Sonuçta Akif Paşa Dışişleri bakanlığından alınır, Edirne’ye sürülür. Görevden alınmasından İçişleri bakanı Pertev Paşa’yı sorumlu tutar. İki yıl Edirne’de kalır bu sırada Çörçil vak’asının aslını ortaya koymak için Tabsıra adlı eserini yazar. Bu eser çeşit çeşit jurnallerle doludur. Tabii jurnallerin hedefinde de Pertev Paşa vardır. Paşa’dan söz ederken onun “İngiliz yanlısı,gaddar, acımasız, kıyıcı, rüşvet yiyici, kötülüğünden Allah’a sığınılacak bir fitneci” olduğu anlatılır.[8] Padişahtan dikkatli olmasını ister, Pertev’in Padişaha düzenleyeceği suikasttan bahseder. Bunu üzerine Pertev ve takımı (kardeşi ve damadıyla birlikte ) görevden alınır, Edirne’ye sürgün edilir.
Akif Paşa, Pertev Paşa’dan boşalan İçişleri Bakanlığı koltuğuna Şeyh Müştak Efendinin de desteğini alarak oturur. Ancak bu makama gelse de Pertev Paşa’ya olan kini ve düşmanlığı bir türlü bitmez. Padişaha sunduğu tezkereyle Pertev Paşa’nın “…hayatta kalmasının şer’an caiz olmadığını…”[9] belirtir. Bu isteği 1837 tarihinde yerine getirilir. Lâkin yedi ay sonra kendisi de hastalığı bahane edilerek tekrar görevinden alınır, tekrar sürülür. Şehzade Abdülhamit’in doğumu üzerine Padişaha sunduğu bir şiirle İstanbul’a döner. Hacca gitmek ister. Dönüşünde İskenderiye’de ölür. (1845)
Çörçil’in cezaevinde tutuklu kalmasını sağlayan Müşir Ahmet Fevzi Paşa’ya gelince, o da II. Mahmut’un ölümünün ardından Sadrazamlığını ilan eden Hüsrev Paşa’dan korktuğu için memleketi terk eder. Memleketten giderken de Kaptan-ı Derya olarak Osmanlı donanmasını ve içindeki binlerce askeri götürüp Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya teslim eder. (1839) Tarihimizde “hain ve firari” lakaplarıyla anılan Ahmet Fevzi Paşa kısa bir süre sonra Mısır’da cariyeleri tarafından zehirlenerek öldürülür.
Paşalarımız böyle birer birer hazin sonlarda buluşurken İngiliz elçisi Ponsonby görevine devam eder ve İstanbul’da beş yıl kalır.
Miyop Çörçil ise bu işten en kazançlı çıkandır. Başına gelen bu talihsiz(!) vak’anın kapatılması için Devlet-i Âliyy’emiz kendisine pırlantalı bir nişan, 10 bin kantarlık zeytinyağı ihracı için bir ferman ve bir de Türkçe gazete çıkarma imtiyazı verir. [10]
Zaten kendisi de bu olay meydan gelmeden önce İstanbul’da, zaman zaman ticaretle uğraşmış, Amerikan elçiliğinde tercümanlık yapmış, bir İngiliz gazetesinin muhabiri olarak da caka satmıştır.
E, haklıdır adam, baksanıza sayesinde Türk basın tarihine ilk özel ama yarı bağımsız bir Türkçe gazete, Ceride-i Havadis girivermiştir.
Yalnız şunu da bir düşünmek lâzım: Yarı bağımsız olan Ceride-i Havadis miydi yoksa asırlarca yabancılara birtakım imtiyazlar tanıyan Osmanlı devleti miydi? Çünkü o dönemlerde bağımsızlığımız biraz da bu ecnebilere Çörçillere, Ponsonbylara veya Meternichlere bağlıydı.
Şükürler olsun ki şimdi kimselere eyvallahımız yok!
Dipnotlar
[1] Ahmet Hamdi TANPINAR, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İst. 1976 s.118
[2] TDKYay. Mektup Özel Sayısı, Ank. 2017,s.97
[3] Hürrem: sevinçli, neşeli
[4] Tıfl: çocuk
[5] Telhkâm: keder
[6] Dehen: ağız
[7] Orhan KOLOĞLU, Miyop Çörçil Olayı, Yorum Yay. Ank. 1986,s.42
8.Orhan KOLOĞLU, a.g.e., s.105
9. Orhan KOLOĞLU, a.g.e.,s.123
[10] Orhan KOLOĞLU, a.g.e, s.125