Bak Postacı Geliyor-XXX: Sabahattin Ali

“Her ne ki işlenmiş ise işlenmiş olan odur. Her ne ki işlenecek ise işlenecek olan odur.”

Ahd-i Atik’ten 

Süheyla Çokman ağabeyi ile ilgili anılarının bir yerinde şöyle der: “Onu asık suratlı hiç görmemişimdir. Bazen de kendi kendine söylediği şarkılar vardı ki, hiç aklımdan çıkmaz, duydukça onu anımsarım: ‘Ata binesim geldi, hay dah dah, yâre gidesim geldi, ela gözlü yârimi, hay dah dah, yine göresim geldi.’ Bir de ondan başka hiçbir yerde duymadığım bir şeyler mırıldanır, yengem de ‘Yeter Sabahattin, kes, bu ne biçim şarkı!’ dedikçe şaka yollu tekrarlardı: ‘Tabutumun altı çatlak, beni vuran benden alçak, sol böğrüme girdi pıçak, yâr yâr aman…’Meğer kaderinin şarkısı imiş bilemedik.” [1]

Bu, yalnız onun kaderinin mi yoksa yazan, çizen, düşünen kafaların kaderlerinin mi şarkısıydı, bilmiyoruz. Galiba hiç de bilemeyeceğiz. Kalem kâğıt arası düşünce mahkûm oldukça yakılan, yıkılan, yok edilen nice canları işte böyle sadece ara ara hatırlayacağız. 

Hatırlayalım: 2 Nisan 1948’de Bulgaristan sınırına yakın Üsküp nahiyesi mevkiinde gerçekleştiği sanılan, korkunç bir olay sonrası 41 yıllık ömrünü tamamlar Sabahattin Ali. Behçet Necatigil’in dediği gibi bir parantez açılır ve kapanır. Açılan parantezin içine sığdırılan bir ömür, üç beş cümleyle anlatılır: Şair, yazar, öğretmen, 1907’de doğdu, 1948’de öldü(rüldü), hepsi bu kadar. 

Göklerde kartal gibiydim
Kanatlarımdan vuruldum
Mor çiçekli dal gibiydim
Bahar vaktinde kırıldım.  

diyen şair, bir bahar gününde kafasına indirilen darbelerle bir bahar dalı gibi kırılıp dökülerek dünyamızı terk etmişti. Mezarını bulamayanlara da boşuna yorulmayın dercesine yıllar önce yazdığı şu mısralarla seslenmişti: 

Bir gün kadrim bilinirse,

İsmim ağza alınırsa,

Yerim soran bulunursa:

Benim meskenim dağlardır.

Ormanlık bir bölgede bir dere yatağına atılan Sabahattin Ali’nin cesedi, aylar sonra bulundu. Bu garip olayın sorumlusu olarak yargılanan Ali Ertekin, 28 Aralık 1948’de tutuklandı. 15 Ekim 1950’de Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi’nce dört yıla hüküm giydi. Fakat aynı yıl Af Kanunu’yla dışarı çıktı.

Buraya kadar çok çok özetleyerek anlattıklarım aslında tamda bir hikâyecinin olay örgüsü içerisinde değerlendirebileceği bir durumdur. Şayet Sabahattin Ali yaşasaydı belki de bu olaydan bir hikâye, bir roman, bir tiyatro, bir film senaryosu çıkarabilirdi. 

Neyse belkileri bir kenara bırakıp yaşanılanlara o dönemin belgelerine, bilgilerine, tanıklarına ulaşarak Sabahattin Ali’yi bir başka yönden ele alalım: Oldukça kıvrak bir zekâya ve müthiş bir enerjiye sahip olan bu şen, şakrak Edremitli genç, asker bir baba ile ruhsal yönden sıkıntılar yaşayan bir annenin çocuğudur.  

Balıkesir Öğretmen Okulunda okurken derslerine pek çalışmayan, bol bol kitap okuyan fakat öğretmenlerini dinlemeyi bilen; başarılı ve ilginç bir öğrenci tipi çizer.  1926’da son sınıftayken İstanbul Öğretmen Okuluna geçiş yapar. Burada edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntemdir. Bir gün ona:

– Hocam, güzel yazı nasıl yazılır? diye sorar.

Ali Canip gülümseyerek:

– Çok okumak gerek, çok okumak… diye cevap verir. Bir hafta sonra Hayat dergisinde “Edebiyat Meraklısı Bir Gence Mektup” başlıklı yazısı yayımlanır. Ardından babasının ölümü üzerine yazdığı “Babam İçin” başlıklı şiiri 15 Ocak 1927’de Orhan Seyfi’nin çıkarttığı Güneş dergisinde yayımlanır. Gerçi bu şiir, Sabahattin Ali’nin yayımlanan ilk şiiri değildir. Daha önce Balıkesir’de çıkan Orhan Şaik Gökyay’ın yönettiği Çağlayan dergisinde şiirleri yayımlanmıştır. Bu arada Sabahattin Ali sadece Çağlayan’a değil döneminin birçok dergisine şiirler ve hikâyeler gönderir.[2] Atsız Mecmua da bunlardan biridir. 

Burada birçok derginin arasından özellikle Nihal Atsız’ın çıkarttığı Atsız Mecmuanın adını zikr etmenin sebebini öyle zannediyorum ki uzun uzun açıklamama hiç gerek yoktur. Çünkü ne demek istediğimi bu memleketin 80-90 yıllık tarihini az çok bilen, okuyup araştıran herkes gayet rahat anlayacaktır. 

Gençlik çağlarında kızlı erkekli bir arada okuyup yazan, düşünen hatta eğlenen bu insanlar, nasıl böyle birbirlerine düşman olurlar, kin güderler anlamak mümkün değildir. Fakat bu durum bizde ne yazık ki değişmeyen bir kuraldır ve nedense birileri için bu kuralın rengi hep siyah beyazdır. Hâlbuki yaşadığımız bu dünya çok renkli ve olabildiğince müsamahakârdır. İsterseniz tabiatın doğal akışında resmigeçit yapan mevsimleri bir seyredin. Göreceksiniz ki her varlık kendi rengiyle, tadıyla, endamıyla bize bir şeyler anlatır. Aslında birtakım dar kalıpların içine hapsolmayan insanlar da böyledir. Mesela, Sabahattin Ali’nin öğrencilik yıllarında İstanbul’da kurmuş olduğu dünya buna güzel bir örnektir.

Kendisi Öğretmen Okulunun bir öğrencisiyken sınırlarını aşarak Yüksek Muallim’den ve Edebiyat fakültesinden birçok arkadaş edinmiştir. Öyle ki okulun pansiyonunda kalan arkadaşlarını görmeye gittiği bazı günlerde, evine dönmüyor boş olan yataklarda “kaçak misafir” olarak rahatlıkla kalabiliyordu. 

O dönemdeki arkadaşları, Nihat Sami Banarlı, Pertev Naili Boratav, Orhan Şaik Gökyay, Hüseyin Nihal Atsız, Mehpare Taşduman (Nihal Atsız’ın ilk zevcesi, tarih öğretmeni) Nahit Gelenbevi  ki Sabahattin Ali’nin ardından koştuğu, Orhan Veli’nin ebedi sevgilisi… Neyse işin dedikodu faslını bir kenara bırakalım ve biraz tebessüm diyelim. İşte Sabahattin Ali imzalı bir Terkib-i Bend’den Nahit Fıratlı için yazılan iki beyit ya da mecnûna dönen şairin perişan hâli:

Müşkil olacak zâtını vasfetmesi gerçek

Ol müşkili yapmakta bile başkaca tad var

 

Yalnız onu bir gün görerek şöylece tenhâ

Açsam ona kalbimde duran ukdeyi tekrâr”

Mizahın baş tacı edildiği Terkîb-î Bend’in diğer bölümlerinde ise kadim dostları Pertev Naili, Nihal Atsız, Orhan Şaik ve diğerleri de vardır.[3]

Yozgat’ta öğretmenlik yaparken arkadaşlarından ayrı kalmanın sıkıntısını üzerinden atmak için bir zamanlar onlarla birlikte İstanbul’da yaptıkları bir geziyi Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi’nin üslubû ile kayıtlara geçirince ortaya  “Seyahatname-i Südlice” çıkar. 

“… Bu taife-i ulemanın arasında Nihal Mirza’nın(Atsız) biraderi Necdet(Sançar) ve hemşiresi Nezihe Bala ve bu seyyahatnamenin muharrir-i hakiri, zamanenin kebiri, boyca cümlenin kasiri Sabahaddin Ali-i bir mikdar Yozgadi dahi var idiler.”

Bir yıl sonra, Millî Eğitim Bakanlığı hesabına Almanya’ya öğrenci olarak gider.  Ancak Sabahattin Ali’nin bu Evliya Çelebi mukallitliği Almanya’da da devam eder,  “Mufassal Cermenistan Seyahatnamesi” adlı yeni bir seyahatname yazar.

“Bu ceride, birader-i canım Pertev Naili Molla ile şürekası olan Orhan Şa’ik, Nihal, Münir, Ekrem Reşid, Ziya, Tahsin Mollalar ve Mehpare isimli ablamız içün tahrir edilmiştir.”

Evet, işte böyle, nedendir bilinmez o yılların dostluğu bir anda kara bulutlara, korkunç fırtınalara teslim olurken fikri ayrılıklar, ayrık otları gibi dostluğun bahçesini sarıverir. Sabahattin Ali başka diyarlara, Atsız ve arkadaşları başka diyarlara savrulur. İdeolojik yaklaşımlar birtakım değerlerin önüne geçiverir.

Almanya dönüşü Konya da öğretmenlik yaparken yazdığı “Memleketten Haberler” adlı şiirde Atatürk’e hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanır. Önce Konya, sonra Sinop hapishanesine gönderilir. Sabahattin Ali gibi birçok ünlü edebiyatçıyı zoraki misafir etmekle meşhur olan bu cezaevi aynı zamanda birçok şiirin doğuşuna da şahitlik eder.  Mesela bunlardan biri:

Dışarda deli dalgalar

Gelip duvarları yalar;

Seni bu sesler oyalar,

Aldırma gönül, aldırma…

Sinop cezaevinde Türkiye Komünist Partisi üyelerinden bazılarıyla tanışması Sabahattin Ali’nin sosyalist düşünceleri benimsemesinde etkili oldu.” diyor Nazım Hikmet.[4]

Cumhuriyetin onuncu yılı münasebetiyle çıkarılan aftan faydalanarak hürriyetine kavuşan Sabahattin Ali, elinden alınan öğretmenliğine ancak 15 Ocak 1934’te yazdığı bir başka şiirle ulaşacaktır. O şiirde Atatürk’e olan sevgisini “Benim Aşkım” diye belirtir.

(…)

Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?

Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya.

Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye.

Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.

Öğretmenliğe dönüşün ardından hayatına yeni bir düzen, yeni bir renk katmak için evlenmeyi düşünen şair, Nahit Fıratlı’da aradığı ilgiyi bulamayınca Almanya’da tanıştığı Melahat Muhtar’la evlenmek istemiş, ancak bunda da başarılı olamamıştı. Sonuçta  “İki gözüm Ayşe” diyerek mektuplaştığı tarih öğretmeni Ayşe İlhan’a evlenme teklifinde bulunur.  Aldığı cevabın sadece bir cümlesini duymanız kahkahalar atmanıza kâfidir.

“Aklımdan böyle şeylerin geçmediği sıralarda beni fesatlığa teşvik etme, anlıyor musun? Yoksa senin o Grek burnunu koparırım.”[5]

Bu cevapla ringe boylu boyunca uzanan Sabahattin Ali, şu mısraları yazar:

Sevip sevip yâri ele kaptırmak

Kara bahtın bana eski işidir.

Ömrümdeki yıllar kadar yâr sevdim

Her biri bir başkasının eşidir.

Lâkin bu düşüncesinden asla vazgeçmez. 1935’in Mayıs’ında Aliye Hanım’la evlenir. Bir kızları olur, adını Filiz koyarlar. Çok sevdiği karısına, kızına pek rahat, pek güzel bir hayat tattırmasa da onlar için yazdığı mektuplar zamanın perdesine “Canım Aliye, Ruhum Filiz” diye düşer.

                                                                     

                                                                                                                              

                                                                                                                                 13.XI.1946

Sevgili Aliye,

İstanbul’a selametle geldim. Mürettiphanenin yoluna konmasına uğraşıyorum. İşler fena gitmiyor. Markopaşa’yı belki on güne kadar çıkarabileceğiz. Ondan sonra bakalım birkaç nüshayı ben idare edeceğim, sonra Aziz Nesin’e bırakacağım.

Tokatlıyan Oteli biraz tuzluca geliyor, onun için ucuz ve temiz bir pansiyon buldum, yarın oraya çıkacağım.(…)

Siz ne âlemdesiniz? Canınızı sıkmayın, dostlara, sinemaya filan gidin… Ankara havadisleri ver. Uzun mektup yaz. Her ikinizin de gözlerinizden, yanaklarınızdan öperim, sevgili karıcığım.[6]

                                                                                                                      Kocan

                                                                                                                  Sabahattin Ali

 

Markopaşa‘nın ilk sayısı 25 Kasım 1946’da yayımlanır. Yayımlandığı günden itibaren de yeni mahkûmiyetler yağmur gibi iner Sabahattin Ali’nin başına.  Artık günleri, matbaa, adliye koridorları ve cezaevi koğuşlarının arasında geçer. 

Bazı sayıları “Fırsat bulduğu zamanlar çıkar, siyasî mizah gazetesi” bazı sayıları ise “Toplatılmadığı zamanlar çıkar veya Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar.” gibi ibarelerle tanıtılan Markopaşa, sıkıyönetim tarafından kapatılınca yerine Merhum Paşa (26 Mayıs 1947), Malum Paşa (8 Eylül), Ali Baba (25 Kasım) adlarıyla yeniden, yeniden çıkar. Sonuçta Markopaşa’nın kapısına kocaman kilit vurulur. Yayımlanan son kitabı “Sırça Köşk” toplatılır. Yeni davalar Sabahattin Ali’yi takip ederken o kendine yeni bir meslek edinir. Bir kamyon alıp şehirlerarası nakliyecilik yapar, ta ki yazımızın girişinde belirttiğimiz 2 Nisan 1948’e kadar. 

Atilla Özkırımlı, “Evet, ne acıdır ki yıllar boyu, ne arkadaşları, ne dostları, ne yakınları, ne ilerici aydınlar, ne de sanatçılar sahip çıkabilmişlerdir Sabahattin Ali’ye. Kaçma isteğini gizlemediği için ortadan kaybolunca yurt dışına çıktığı sanılmış, öldürülüşü tam dokuz ay sonra yansımıştır basına” diyor 

Samet Ağaoğlu ise hatıralarını yayınladığı İlk Köşe’de onun için şunları söyler: 

Hikâye ve romanlardaki Sabahattin Ali ile gerçekteki Sabahattin Ali arasında dağlar kadar fark vardı… Sabahattin, realitede en mükemmel bir burjuva tipi idi. Para harcar, şık giyinir, âlâ sigara içer, pahalı lokantalarda karnını doyururdu.”

Bir gün Sabahattin Ali ile Ağaoğlu arasında geçen bir tartışma sırasında Ağaoğlu,  Sabahattin Ali’ye : “İşte söz veriyorum eğer sen o zafer günü hayatta olmazsan hanımın ve kızın her başları sıkıldığı gün bana gelebilirler.” der.  

Ne gariptir ki Sabahattin Ali, ortadan kaybolduktan sonra, onca sosyalist sanatçının, yazar ve çizerin sahip çıkamadığı Aliye Hanım’a 1950’lerin demokratı Samet Ağaoğlu âdeta bir can simidi olur.

Evet, bu dünyada  ‘Vefa’nın sadece bir semt adı olarak yaşaması, tuhaf bir durum değil mi? Neyse, en iyisi Sabahattin Ali’den bir dörtlükle bitirelim:

Dağlar dik, çeşmeler kuru
Yârimin benzi çok sarı
Ölüm var, dönülmez geri
Yürü yağız atım, yürü…

 

Dipnotlar 

[1] Atilla ÖZKIRIMLI, Sabahattin Ali, Cem Yay. İst. 1979 s. 29

[2] Asım BEZİRCİ, Sabahattin Ali’nin Yaşamı, Eserleri, Evrensel Yay. İst. 1994, s.19

[3] a.g.e Atilla ÖZKIRIMLI, s.310-317 

[4] a.g.e Atilla ÖZKIRIMLI, s.12

[5] a.g.e Atilla ÖZKIRIMLI, s.144

[6] Haz. Sevengül SÖNMEZ, Sabahattin Ali- Canım Aliye, Ruhum Filiz, YKY, İst. 2015,s. 103

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen