“…Dil kâh olgun bir insan, kâh bir çocuk, kâh bir erkek yahut bir kadın ağzına girer. Fakat o aynı zamanda hem kutupların hem istiva hattının (ekvator) üzerinde yaşar. Teneffüsü rüzgârlardan geniş, bakışı ayla güneşten parlak, uykusu topraktan sağır, hareketi bulutların hududu kadardır…
O bir sihirbazdır, bin bir kılıkta görünür: Nebî’nin ağzında ayet, başbuğun ağzında emir, hâkimin ağzında karar, hatibin ağzında telkin, şairin ağzında şiir, âşıkın ağzında rica, sevgilinin ağzında şivedir…
Onu ne kadar sevsek az, ona ne derece hürmet etsek yetişmez. Fakat bizim bu kadar dil dökmemiz neye yarar? Öyleleri var ki dilini dudaklarıyla üfler gibi düdük düdük kulağımızı sağır eder, dili alçaltır.” [1]
Gerçekten dil, onu kullananın ağzında, farklı kalıplara, kılıklara girerek bazen zirvelere çıkıyor bazen gayyâ kuyusuna yuvarlanıyor. Bu durum acaba dilin mi yoksa insanoğlunun mu kaderidir? Yoksa diline sahip olmadan önce yüreğini mi terbiye etmelidir insan?
Velhasıl dil, iki tarafı keskin bir bıçak gibi hayatımızın tam ortasında durmaya devam ediyor. Ona verdiğimiz değer kadar kıymetimiz artıyor ya da azalıyor, diyerek sizi, dilimiz döndüğü kadar yukarıdaki satırların sahibiyle tanıştırmak istiyorum.
Bir adını bir şehirden, soyadını ise bir dağdan alan yazarımız, genç cumhuriyetimizin aydınlık yüzü, bir folklor araştırmacısı, şair, yazar, eğitmen, milletvekili olarak karşımıza çıkar. 1901’de Kudüs’te doğar, babası bu şehrin hatırasını ömür boyu yaşatsın diye ona Kudüslü anlamına gelen Kutsi ismini ikinci isim olarak verir.
Ahmet Kutsi, ilkokula bu şehirde bir Fransız mektebinde başlar, babasının tayini sebebiyle ilk ve orta öğrenimini Kırklareli’nde tamamlar. Lise öğrenimi için İstanbul’dadır. Artık okullararası müthiş bir koşu başlar. Kadıköy Sultanisi’nden mezun olduktan sonra Halkalı’daki Ziraat Mekteb-i Âlisi’ni 1922’de bitirir. Bir yıl kadar İzmir’de çeşitli işlerde çalıştıktan sonra tekrar İstanbul’a döner ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kaydolur. Yüksek Öğretmen Okulu için açılan mülakat sınavını da kazanarak parasız yatılı hakkını elde eden Ahmet Kutsi, bu okulun bursu ile ikinci sınıftan sonra Paris’e gider.Ancak burada gönderildiği bölüme değil de felsefe derslerine devam ettiği için herhangi bir belge alamadan 1927’de yurda döner. Felsefe bölümüne, bıraktığı üçüncü sınıftan devam ederek 1929’da mezun olur.
Burslu okuduğu yılların ardından mecburi hizmetini yapmak üzere 1930’da Sivas’a gelir. Sivas Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak görev yaparken Sivas Maarif Müdürlüğü görevine getirilir. Burada kaldığı dört yıl süresince bütün ömrü boyunca meşgul olacağı folklor araştırmalarına başlar. Sivas’ın âşıklık geleneği açısından çok zengin bir il olduğunu fark eden Ahmet Kutsi, 1931’de düzenlediği Âşıklar Bayramı’yla “Aldanma cahilin kuru lafına/ Kültürsüz insanın külü yalandır.” diyen Âşık Veysel başta olmak üzere, birçok halk şairinin Türkiye’de tanınmasını sağlar. 1932 yılında neşrettiği Sivas Halk Şairleri Bayramı kitapçığı ise halk edebiyatı ve Türk folklor çalışmaları açısından çok değerli bir belge olarak tarihe geçer. Ahmet Kutsi, Halkevlerinin Sivas şubesinde ve ona bağlı olarak açılan Halk Odaları’nın faaliyetlerinde de aktif rol üstlenir.
“Orda bir köy var, uzakta” diye başlayan meşhur şiiri ile içindeki memleket sevdasını anlatan Ahmet Kutsi, işte Sivas’ta bulunduğu yıllarda, bu sevdayla yanıp tutuşurken soyadını Sivas ilindeki Tecer dağlarından alır ve edebiyatımızın Ahmet Kutsi Tecer’i olur.
Şiirleri, makaleleri, tiyatro eserleri ve araştırmalarıyla edebiyat ve folklor sahasında adından söz ettiren Ahmet Kutsi, Sivas’a gelmeden önce Ahmet Hamdi Tanpınar’la birlikte Ankara’da Görüş adını verdikleri bir şiir dergisi çıkarırlar. Derginin ömrü pek uzun sürmez; ancak dostlukları bir ömür devam eder.
İşte bu dostluğun nişanesi olan bir mektup:
YIL 1935’tir. Eşine pek rastlamadığımız türden bir mektup alır Ahmet Kutsi. Müşterek bir mektuptur, bu mektup. Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa ortaklığıyla yazılan mektup “Kutsi”, diye başlar. Pek yakında çıkaracakları Kültür Haftası adlı dergi için A. Kutsi Tecer’den şiir, makale ne olursa olsun göndermelerini isterler. Sonrasını birlikte okuyalım:
“Bu satırları Peyami’nin evinde ve onunla müştereken yazıyoruz. Tahmin edersin ki canım sıkılıyor (benim Hamdi’nin) çünkü biraz evvel Peyami bana, neşretmeye adamakıllı karar vermiş göründüğü mecmuasından bahsetti. Yine tahmin edersin ki bütün diğer şeylerden mâadâ (başka) bizim (seninle benim) görüş hayallerimizle kör olası iradelerimiz arasındaki buhran ve iğtişaşa (karışıklığa) dokunduğu için canımızı sıkmaktan hâli kalmaz. Onun için bir melce(sığınak) bulmak ihtiyacıyla sana varacağını umduğum bu kâğıdın üstüne kendimi attım. Yalnız garip bir havadis vereyim ki bu kadar derunî ve şahsî duygumu bana yazdıran yine Peyami’dir.(binaenaleyh tekzip edebilirim). Fakat diyor o, ben o kadar Hamdi gibi söylüyorum ve sen o kadar Hamdi gibi yazıyorsun ki Kutsi’nin tekzip edebileceği ne kalıyor bilmem.
Kutsi,(Hamdi diyor bana Peyami, şimdi benim için senden ve Kutsi’den behemehâl ilk nüshaya yetişmesi için şart ve kaydıyla bu mektubu aldığı tarihten azami on beş gün sonra Bâbıâli’de Suhulet kütüphanesine göndereceğin ve senin aynı tarihte bana teslim edeceğin yazıların istekleriyle dolu). Ve yine (mademki Hamdi, sen bana bitti mi sözün diye soruyorsun, hakiki olarak bitmedi. Verbalement [2] bitti).
Şimdi içeriye evin kedisi girdi. Peyami onu “Gel minnacık cici, vay vay! Bak ne şikâyetçi hayvandır, ne zillidir.” Falan diye okşadı. Ve kedi hakikaten hem kendini okşatmak ihtiyacıyla yaklaştı, hem de acı mırıltılar ve çığlıklar kopararak uzaklaştı… Kedi çenesiyle en tüysüz yerini sandalye ayağının yuvarlağına sürterek can sıkıntısından bize yetişmeye çalışıyor. Ve galiba da bizi geçiyor, çünkü onun mektup yazabileceği bir Kutsi’si, bir kurşun kalemi, bir defteri ve gramer malumatı yok. ( Peyami dili olmadığına katiyen kani değil!) Nitekim dışarı kaçtı.”[3]
Bu mektup Türk edebiyatının usta kalemlerinin birbirleriyle olan dostluğunun en güzel belgesidir. Ve yine bu mektup Cemil Meriç’in ifadesiyle “Hür Tefekkürün Kalesi” olan bir dergi uğruna yazılmış en “makyajsız” en samimi, bir istek yumağıdır.
“Dergi, Hür Tefekkürün Kalesi” deyince elbette, Cemil Meriç’in o unutulmaz yazsından bir paragraf okumadan geçilmez. Üstat bu yazısında dergilerin dramatik sonunu Türkiye’nin panoramasını çıkararak anlatır.
“Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar… Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi… En talihlileri bir nesle seslenir… Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık… Anahtarı kaybolmuş bir çekmece… Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş, merak eden yok.”[4]
Evet, Peyami Safa’nın büyük bir heyecanla çıkarmaya çalıştığı Kültür Haftası da 21 sayı sonra sessiz sedasız çekilir bir kenara. Aldığı nefes bu kadardır. Yani, “zekâlar topluluğu” yine savaşı kaybetmiştir. Anlaşılan zor bir zanaattır bizde dergicilik…
Neyse, dergi bir kenarda dursun biz yine mektuba dönelim yani, gönülden gönüle giden yola. Fakat bu sefer imza yerinde yirminci yüz yılın Leyla ile Mecnun’unu ya da Cemil Meriç ile Lamia Çataloğlu’nu görelim…
Lamia Çataloğlu, 38 yaşında görmeyi unutan Cemil Meriç’in sevgilisi, aşkı, mesai arkadaşı ve karanlık dünyasının gün ışığıdır. Dokuz ay sürmüş mektuplaşmaları. “Tevrat haklı, önce kelam vardı, kelam yani sen.”diyen üstat, mektuplarında maskesizdir kelimelerin arkasına saklanmaya gerek duymaz, yazdıklarını bir daha okumaz, düzeltmez, kalemiyle kalbi arasında herhangi bir kapı yoktur. Sadece bütün parlaklığıyla Lamia vardır…
Aynı duygular Lamia’da da sonsuz bir teslimiyettir. 1 Mart 1967 tarihli mektubunda bu durumu şöyle ifade eder: “Sizi okurken, trapez cambazlarının dehşetine düşüyorum. Bir anda kırılıyorum size. İkinci satırda havadayım, terkedilmek korkusuyla titriyorum bir an. Bir an içinizdeyim, bir parçanızım”.
Evet, mektuplar… Mektuplar bir biri ardınca gidip gelen mektuplar…
Meriç’ten Lamia’ya 5 Ekim 1966 tarihli mektup:
“…Her kadında yalnız seni aradım, kiminde saçların vardı, kiminde tenin, kiminde kahkahanın bir parçası. Bütün yazdıklarım bir davetti, bir arayıştı. Sana açılan bir kucaktı her kitabım. Ders verirken senin için konuşuyordum. Seni seviyorum dediğim her kadında sevdiğim sendin. Ve yoktun ortada.
(…)
Sana cehennemim ve cennetim dediğim zaman, Dante’m benim, diye cevap vermiştin. Beatrice’m, Dante’yi Beatrice yarattı. “Komedya” bir şükranın, bir hayranlığın, bir vecdin kasidesi… Asırlara değil, sana seslenmek istiyorum. Şöhretten, ebediyetten bana ne? İstiyorum ki, bütün yazdıklarımı ve bütün yazacaklarımı yalnız sen okuyasın. Ben, bütün ilhamlarım, bütün rüyalarım, bütün vecitlerimle yalnız seni terennüm etmek, şarkılarımı yalnız senin için söylemek istiyorum.”
20 Kasım 1966,
“Mektuplarını üzülerek okudum. Sen ki son liman, son ümit, son dost, ilk ve son sevgilisin. Sen ki yıldızım, sen ki annem, sen ki çocuğumsun. Acılarımla hırçınlaştığına üzüldüm. Istıraplarım çok mu çirkin, çok mu çocukça? Onları senden de mi gizleyeceğim? Sahneye maskeyle çıkmak! Ben aktör değilim. Sesinin tonunda minnacık bir soğuyuş hissettiğim anda yokum. Acılarımın kaynağı sensin, evet ama hayatımın kaynağı da sensin, senin için ve seninle yaşıyorum.
29 Kasım 1966,
“Bütün canavarlarla pençeleşecek kuvvet var içimde. Mektuplarını okurken ölümsüzleştiğimi hissediyorum. Birbirimize inanalım, canım benim. İkimizin de bocalamadan, ezilmeden geçirmek zorunda olduğumuz bir imtihan var: ayrılık. Bu iki ay, daha mükemmelleşmemiz, daha olgunlaşmamız, daha gençleşmemiz için kaderin bize verdiği bir nevi mühlet. Beni seviyorsan, bana lâyık kal. Sen gözyaşlarınla da güzelsin, ak saçlarınla da. Sen, sen olduğun için güzelsin. Benim olduğun için güzelsin. Ama bu kadar gönülden seven kadın yalnız olmadığını bilmelidir, öksüz olmadığını bilmelidir. Ve geleceği bütün hazzıyla, bütün aleviyle, bütün fırtınalarıyla yaşayabilmek için diri kalmalıdır.
Anlıyor musun canım benim. Diş ağrısı yok, baş ağrısı yok, hele karın ağrısı hiç yok. Yirmi beş yıl, ayaklarımızda demir çarık, ellerimizde demir asa bir vaha aradık. Ve bulduk. İki ay sonra beraberiz.
İstediğin kadar beraberiz. İstediğin zaman beraberiz.”[5]
İşte geçip giden zamanın çok renkli perdesinde seyrettiğimiz bu “aşknâme” lerin sonunda ya Faruk Nafiz Çamlıbel’in
“Ne şair yaş döker, ne âşık ağlar,
Tarihe karıştı eski sevdalar.”
diyen mısralarını ya da sanki 1967’nin 23 Temmuz’unda aramızdan ayrılan Ahmet Kutsi Tecer’in
“Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar: – Nerdesin?” diye seslendiğini duyar gibi oluruz.
Sağlıcakla kalın!
Dipnotlar
[1] Dil, Ahmet Kutsi TECER, Güzel Yazılar, TDK Yay. Ank. 2011. s.122
[2] Verbalement: sözlü olarak
[3] Beşir AYVAZOĞLU, Peyami Safa, Ötüken Yay. İst. 1998, s.243
[4] Cemil MERİÇ, Bu Ülke, Ötüken Yay. İst. 1979, s.29
[5] Cemil MERİÇ, Jurnal-2, 1966-83, İletişim Yay. İst. 1993,