Serdar bakıp at üstünden, dedi : İleri!…
Bir ağızdan uğuldadı cenk türküleri…
…
Geçtik Tuna kıyısından üç yüz akıncı,
Süngülerde yanıyordu ordunun hıncı!Uçlarından kan damlayan kılıçlar kınsız,
Tanrı böyle emretmiş: Türk durmaz akınsız!
Diyordu, “Akından Akına” şiir kitabında Yusuf Ziya Ortaç.
Henüz 21 yaşındaydı ve bu hamaset dolu kitap onun başına bir devlet kuşu gibi konmuştu. Neden mi? Kitabın yazılış ve yayımlanış hikâyesini kısaca anlatayım da nedenine siz karar verin:
Osmanlının genç Harbiye Nâzırı Enver Paşa, genç şairlerden savaş şiirleri istemekteydi. Bu şiirler askere moral vermek için cephelerde dağıtılacaktı.
Hemen kalemine sarılan Yusuf Ziya, karlı dağlardan susuz çöllere kadar cepheden cepheye, akından akına koşmuştu. Nihayet birkaç ay içinde hazırladığı şiir defterini ilgili makama teslim etmiş ve bir hafta sonra da kendini Dâhiliye Nâzırının odasında bulmuştu. Talat Paşa, genç şaire kitabın basılacağını müjdeliyordu. Şair sanki o an bir başka âlemdeydi. Söylenenleri dinliyor fakat heyecandan ne söylendiğini duymuyordu bile.
— Kitabınızın basılması için ne lâzımsa Efdalâddin Bey yapacak diyen Talat Bey’in son sözüyle noktalanan konuşmanın ardından on bin adet basılan “Akından Akına” kitabının hikâyesini Yusuf Ziya Ortaç, “Bizim Yokuş”ta anlatırken şöyle diyordu:
“Kitabımın dizilmesi, basılması, kapak geçmesi bir ay sürmedi galiba… Bir gün, üst üste yığılmış paketleri göstererek:
— Buyrunuz, dediler, hepsi hazır!
Üzerime bir çığ yıkılmıştı sanki… Ne yapacaktım bunları ben?… Nereye kaldıracaktım? Nereye götürecektim?
Önce, birkaç tane aldım, dostlar için, arkadaşlar için ve üstatlar için: Ziya Gökalp’e, Rıza Tevfik’e, Abdullah Cevdet’e, Celâl Sahir’e, Hamdullah Suphi’ye, Orhan Seyfi’ye, Enis Behiç’e… Ve bir tane de Dâhiliye Nâzırı Talât beyefendiye.
Haaa, daha önemlisi var: Bir tane de bizim Malûmat mecmuasına!
Malûmat’ı Cemiyet Kütüphanesi çıkarıyordu: Hacı Hüseyin ve Kasım Efendiler. Ama bu konuda söz sahibi daha çok iki kişiydi: Süleyman Tevfik Baba ile Sudi Bey.
Şiirlerime her hafta bir mecidiye verenler, Akından Akına’ya hiç de alıcı görünmediler: Önce, yüz para çoktu. Sonra, kitabı aranacak kadar isim yapmış bir şair değildim. Satılmazdı kolay kolay… Ama beni kırmayacaklardı. Alacaklardı hatırım için…
Oturdular, düşündüler, fısıldaştılar ve yirmi lira verdiler, iki yüz elli liralık kitaba…
Yine de içimde bir sevinç vardı… Yarın, camekânlarda sıralanmış görecektim ilk eserimi: Akından Akına, Akından Akına, Akından Akına!… Yusuf Ziya, Yusuf Ziya, Yusuf Ziya!…
Aradan ya iki gün geçmişti, ya üç gün. Harbiye Nezaretinden aldığım bir mektup karşısında şaşırdım kaldım:
Kahraman askerlerimiz için yazdığım şiirlere Başkumandanlık adına teşekkür ediliyor ve kitabımın, cephelerde dağıtılmak üzere satın alınacağı bildiriliyordu…
Önce, doğru Cemiyet Kütüphanesine koştum: Şu hatır için aldıkları eserimi geri istedim… O nâzik Hüseyin Efendi, o çelebi Hacı Kasım, o Baba Süleyman Tevfik, o saz benizli Sûdi, servetleri tehlikeye girmiş insanlar oluverdiler ansızın…
Sonunda, hepsi biraz somurtuk, haksızlığa uğramanın küskünlüğü içinde elli liraya razı oldular… Yâni ben onlardan aldığım yirmi liraya, üç gün sonra otuz lira eklemiş ve kitaplarımı hamallara yüklemiştim!
Birinci Dünya Savaşının ilk vurguncusu galiba onlar, ilk harp zengini de bendim galiba: Cebimde, Harbiye Nezaretinin çifte saatli kapısından çıkarken, iki yüz yirmi lira vardı…
İki yüz yirmi liraya dört odalı bir ev alınırdı o zaman!”[1]
Evet, gördünüz mü devlet kuşu nasıl konmuş Yusuf Ziya’nın başına, zaten kendi de saklamıyor. Birinci Dünya Savaşının ilk harp zengini olduğunu. Neyse işin şakası bir yana, asıl bomba haber Cemiyet Kütüphanesinin ve Malumat Mecmuasının sahipleri olan İranlı iki kardeş Hacı Kasım ve Hacı Hüseyin Efendiler’le ilgili. Neden mi?
Bunlar okuma yazma bilmezlermiş. Yanlarında çalışan Sudi Bey, yazarların getirdiklerini akşam dükkân kapandıktan sonra okurmuş onlara. Eğer dinlerken ağlarlarsa hemen kabul edip basarlarmış eseri! Yazı ücreti mi? Dökülen gözyaşlarına göre hesaplanırmış… İşte bu mecmuadan şiirleri sayesinde ayda dört mecidiye almaktaymış Yusuf Ziya Bey.
Sakın küçümsemeyin haftada bir mecidiyeyi. Bu bir mecidiye ile o dönemde İstanbul’un en meşhur lokantalarından “Ali Efendinin lokantasında eti ile sebzesi ile tatlısı ile dört gün yemek yiyebilirdiniz!” diyor Yusuf Ziya ve ekliyor “Eskiden şair toplum için soylu bir azınlıkmış.”[2]
Edebiyat tarihimizde yer alan hecenin beş şairinden biriydi Yusuf Ziya Ortaç. Bir şiirinde, “Ey şair, uğraşma kendi derdinle; / Milletin ağlayan kalbini dinle.” demişse de o, milletin gülen ya da güldüren yüzünü tercih etmiş olmalı ki şairlik tarafını bir kenara bırakıp mizah edebiyatının zirvesinde dolaşır.
Onu mizahla âdeta nikâhlayan Ömer Seyfettin’dir.
“…Toprak Sokakta karşılaştık Ömer Seyfettin’le:
— Yaz cancağızım, diyordu, yaz… Sen, hem iyi şair olamayacak, hem iyi mizah muharriri olacak kadar zekisin.”[3]
Bu söz Yusuf Ziya için tam bir gül- diken dostluğu gibiydi. İster istemez Ömer Seyfettin’e katlanacaktı… Zaten birkaç gün önce Sedat Simavi onu pek yakında çıkaracağı mizah dergisi “Diken” e davet ederken Ömer Seyfettin’in Yusuf Ziya için söylediği “Türkçe’nin canbazıdır, kafiyelere taklalar attırır.” sözünü ona söylememiş miydi?
Böylece mizah dergisine ilk manzumesini takdim eden Yusuf Ziya, karşılığında bir okka şeker alarak bu güldürürken düşündüren kapıdan içeriye tatlı tatlı girmiş olur.
***
Refik Halit Karay’ın Aydede’si kapanmış, Refet Paşa, yeni bir Fâtih gibi, İstanbul’a girmiş, halk coşmuştu. Aydede’nin boşluğunu dolduracak bir mizah dergisine ihtiyaç vardı. İşte Yusuf Ziya Ortaç’ın 45 yılını verdiği mizah dergisi Akbaba’nın ortaya çıkışı böyle olmuştu. Haftada iki kere Pazartesi- Perşembe dört sayfa çıkacak, 100 paradan satılacaktı.
Akbaba’nın çıkacağı günü şöyle anlatır Yusuf Ziya:
“Uyur – uyanık bir gece geçirdim. Yıldızları sayarak bekliyordum sabahı. İlk aşkın ilk buluşması bile böylesine soluk kesici olmaz. Bütün kaderim uçurduğumuz kuşun kanatlarındaydı. Uyuyor, uyanıyor, baktığım karikatürlere yeniden bakıyor, okuduğum yazıları tekrar okuyordum. Dört sayfayı ezberlemiştim âdeta…”[4]
İlk baskıda 5000 âdeti bulan derginin 7 Aralık 1922’de ilk sayısı çıkar ve ilk sayının ilk Akbaba imzalı başyazısı şöyle biter:
«İnsanların çok yaşlısına, saçı sakalı ağarmış olanına akbaba derler. Kuşların en çok yaşayanı da Akbaba’dır. İnşallah bizim Akbaba’mız da gazetelerin en uzun ömürlüsü olur!»[5]
Akbaba’nın ilk sayısının birinci sayfasında yayımlanan dikkat çekici bir şiir, sanki bugünü anlatır gibi insana çok tanıdık gelmekte: “Memurların Şarkısı”
Her an bükülür fakr-ü zaruret ile bâşın,
Var ise eğer şehr-i Stanbul’da maaşın!
Çeşminden akar seyl-i huruşan gibi yâşın,
Var ise eğer şehr-i Stanbul’da maaşın![6]
***
Ve yıllar birbiri ardına devrilirken Akbaba bir uçar, bir kaçar, bir düşer… Çok değişik kalemler gelir gider; hatta bir ara Yusuf Ziya da mebusluk hevesiyle ondan uzaklaşır. Fakat hasretine fazla dayanamaz ve Bizim Yokuş’a çıkıp tekrar döner Akbaba’sına.
Yıl 1952. Bir gün derginin yazı işleri müdürü “Güzel bir hikâye” diyerek elindeki kâğıtları uzatır Yusuf Ziya’ya.
Kimin?
— Bir gencin… Tanımazsınız!
Yusuf Ziya, kâğıtları alır “Elimdeki şu iş bitsin de okurum.” der.
İş biter. Hikâyeyi okur. Çok beğenir. Hemen matbaaya gönder dizilsin, sahibine de iyi para verilsin, der.
Ertesi hafta yazı işleri müdürü aynı gencin iki hikâyesini daha getirir. Bu hikâyeler de muhteşemdir. Yusuf Ziya fazla dayanamaz hikâyelere imza atan gençle zor da olsa tanışmayı başarır.
Kışa yaklaşan bir günde Yusuf Ziya’nın odasına o genç girer. Ürkektir, utangaçtır, isteksizdir. Adı Aziz Nesin’dir. Hikâyelerini vermeye razıdır ama imza yerinde ismi olmamalıdır. Çünkü o polisin fişlediği adamdır.
Yusuf Ziya bu genç hikâyeciyi rahatlatmak için epeyce dil döker ve kazanır. Zafer Akbaba’nındır. Hemen ona dergide bir oda, bir masa, bir koltuk verir, sonra da İstanbul valisine telefon eder:
“Aziz Nesin’i Akbaba kadrosuna aldık… Sayın valimizin bilmesini isterim…” der. Vali Fahrettin Kerim Gökay, çok memnun olduğunu ifade ettikten sonra “Yalnız hükümete de haber ver.” der. Yusuf Ziya Bey, Ankara’yı da arar. Adnan Menderes, pek keyiflenir bu haberden:
— Onun Akbaba’da imzasını görmek bizi sevindirir, kendisine lütfen selâmlarımı söyleyiniz, gönül rahatlığı ile güzel yazılarını yazsınlar!
Evet, şimdilerde de böyle bir şeyler olmakta mı doğrusu hiç bilmiyorum. Bu konuyu merak edenler mesela, Ayarsız’ın patronuna, M. Ragıp Vural’a bir soruversinler, diyerek biz Yusuf Ziya’nın Aziz Nesin’e yazdığı 5 Mart 1965 tarihli mektubuna geçelim:
Aziz’ciğim,
Gelmiyorsun… İnşallah işleri iyidir. İnşallah rahatsındır… İnşallah bana hikâyeler, hikâyeler hazırlıyorsundur.
Azizim, söz aramızda: Akbaba’da sen ve ben olmayınca Akbaba’nın tadı kalmıyor. Ben tevazuu hiç sevmem. Pis şeydir tevazu, gurur kadar pis… Onun için sen derken ben de dedim…
Bir terzi Pelteks vardı. Dâhi idi herif. Deveye elbise yapsa adam olurdu. Çok da tatlı cakası vardı, kültürlüydü… Müşterilerine:
“Ulan ben ölünce ne bok yiyeceksiniz, alıştınız bana… Vallahi sizin için tek çare var, nüdistler derneği kurup çıplak gezmek, derdi.
Yani Aziz, senin hikâyen olmayınca beyaz kâğıt çıkarmak daha iyi… Kuzum Aziz, bir tanem, ne yap yap, benim için bir gün bir gece evde kal, iki hikâye getir… Hele üç olursa!..
Çok sevgi sana ve Meral’e…
Akbaba ailesinden tüm selam.
Ortaç[7]
Yusuf Ziya Ortaç’ın bu mektubundan sonra muhtemelen beklediği hikâyeler gelir. Hikâyeler gelmese de yaklaşık iki buçuk ay sonra Aziz Nesin’den bir mektup gelir.
Berlin – Wipersdorf 21 Mayıs 1965… “Ziya Bey… (Sayın diye yazsam gücenirsiniz!) Biliyorum, Almanya’ya gittiğimi duyunca telâşlanmışsındır. Roman ne olacak diye? Hiç merak etmeyin, her şey yolunda yürüyecek.”
Mektup devam eder. Berlin’deki Uluslararası Yazarlar Kongresine katılmaktan çok memnun olduğunu anlatır.
“Ben şimdi Berlin’e 90 kilometre uzaklıkta, bir köydeki şatodayım. Kutsal kitapların cennet dedikleri yer burası olacak. En sonunda cennetin adresini buldum! Ama neye yarar? Ben bu cennetin içinde yaşayamıyorum ki… Cehennemimi yanımda, beraber getirmişim: Gece gündüz çalışmak zorundayım! Çalışmasam bizim evdekiler ne olacak?…”[8]
Edebiyat tarihi için evdekiler değil, yazarın kendisi önemlidir. Nitekim Aziz Nesin için şöyle diyor Ortaç:
“Galiba ilk hikâyesi bizde(Akbaba’da) çıkmış: Yirmi iki yıl önce, açtığımız bir yarışmada birinciliği kazanarak.
Ondan sonra hep birinci… Yalnız Türkiye’de mi?… Bordighera’da yapılan milletlerarası yarışmaya da iki kere girdi ve bayrağımızı, Fransızları, İtalyanları, Amerikalıları arkada bırakıp başta koşturdu!”[9]
Kendisi için de Bizim Yokuş’ta şunları yazmış:
“Beylerbeyi’nde doğmuşum, bostanlara karşı bir evde… Yıl, 1895… Babam, mühendis Süleyman Sami bey. Yalnız çizgi adamı, rakam adamı değildi, kafa ve kalb adamı idi de… Ne güzel bir kalemi vardı.
Bir kere eli kalkmadı bana… Bir kere öfke ile bakmadı gözlerime… Bir kere kaşları çatılmadı dargın dargın…
İyi yetişmemi isterdi. İlkokulu bitirir bitirmez, Kuzguncuk’ta Alyans İsrailit mektebine yazdırdı beni: Fransızca öğreneyim diye…
Türkçeyi evde, özel öğretmenler okutuyordu. Dikkat ettiniz mi: Öğretmen demedim, öğretmenler dedim. Çünkü Türkçenin adı Osmanlıca idi benim çocukluğumda ve iki yabancı dil karışığı idi: Arapça, Farsça! Ne kadar genç öldü babacığım: Kırk yedi yaşında…”[10]
Evet, işte bu güzel adam da bir gün babası gibi:
“Bir gün basacak beni de /Göğsüne bu anne toprak.
Görecekler ellerimi/Bir çınarda yaprak yaprak…
diyerek 11 Mart 1967’de çekip gitti dünyamızdan.
Dipnotlar
[1]Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş, Akbaba Yay. İst. 1966 s.44
[2] Yusuf Ziya Ortaç, age, s.27
[3] Yusuf Ziya Ortaç, age s. 68
[4] Yusuf Ziya Ortaç, age s.97
[5] Yusuf Ziya Ortaç, age s.95
[6] Yusuf Ziya Ortaç, age s.95
[7] Türk Dili Dergisi Mektup Özel Sayı, 1974. s.293
[8] Yusuf Ziya Ortaç, age s.268
[9]Yusuf Ziya Ortaç, age s. 256
[10]Yusuf Ziya Ortaç, age s.344