Balkan Harbi Tefrikaları
Edeköy’ün Hazîn Sonu
Ayşe SAMİHA
‘Kanlı Sofulu! hem canımızı aldın, hem malımızı! Beni evlâtsız bıraktın!’ derdi, ağlardı. Sonra bir sigara yakardı, sigara içerdi ninem…
‘İnsanoğlu,’ derdi ‘taştan pek! Her şeye dayanıyo… Bıçağı taşa vurmuşlar, taş dayanamamış, insan dayanıyor işte…
“Ninem Lütfiye Hanım… Hacı Mehmet Ağa’nın hanımı. Hacı Mehmet Ağa Edeköy’ün en varlıklısı, en sevileni. Suyun öte yakasında ipek kozası fabrikası var ve oranın ahâlisi Rûmlarca da sevilen, dürüst, çalışkan, mert bir Türk. Edeköy’de daha başkaları da var elbet, olmaz mı? Kayıtlara göre 900 hâne varmış burada. Nüfûsun bir kısmı olan genç erkekler o vakitler askerde. Çocuklar, kadınlar, orta yaşlı ve yaşlılardan mürekkep 1850 kişiymiş Edeköy’ün nüfûsu. Daha kimler yok ki; Gâzi Hasan var, Fatma ve Münevver kardeşler var, berber Nazmiye ve kocası Mustafa var, Deliağalar’ın Ahmet Dayı var, Deli Hüseyin var, Ayşeler, Zeynepler, Nigârlar, Hasanlar var…”
Aylardan hazan mevsimi; Ekim, 1912. Rüzgârlı bir sonbahar sabahı, Hacı Mehmet Ağa, uyandığında uzun zamândır aklını fikrini meşgûl eden düşüncelerle evden çıkar ve 1912 sonbahârının keskin serinliğini yüzünde hisseder. Giderek bulanmakta olan suları derûnunda hisseder.
“Etraf karışık, Dimetoka’da olanlar iç ayra alâmet diğil! Balkanlar’da savaş kapıda, aylardır konuşup dururlar. Sadece askerleri değil, topyekün hazırlar savaşmaya. Tevekkeli, Bulgar kralı durmadan Haç ile Hilâl’in meselesi olduğundan bahsetmiyor mu? Osmanlı, hangi akla hizmetse silâh altındaki çok sayıda deneyimli askeri neden terhis etti şimdi durup dururken? Zannederler ki Avrupa savaşa meydan vermeyecek. Tabi, İstanbul’un tuzu kuru” der ve yürüye yürüye Meriç kıyısına gelir. Suyun karşısında Rûm köyü Sofulu, yeni doğan güneşin altında zamanın kargaşasına inat, pırıl pırıl parlamaktadır. Gazeteleri okuyan ileri görüşlü Mehmet Ağa, bu düşüncelerle o sabâh köy kahvesine gider ve kahvedeki köylülerine:
“Ağalar, bu gidişât iyiye değil, bakın gazeteler neler yazıyor. Dimetoka’da olanlar iyice canımı sıktı… Gelin varın beni dinleyin. Biz köyümüzü bırakalım, alalım kıymetli eşyalarımızı arabalara, yatak, yorgan çekilelim gidelim. Ergene’yi aşalım, oradan Anadolu’ya geçeriz.” der.
Gel zaman, git zaman, evvelâ köylü bu göçe pek râzı gelmez, ammâ sonra “tamam” derler. Çoluk çocuk, yorgan yastık, iki öküz arabasını koşan Hacı Mehmet Ağa, altın dolu kasalarını da yükletir arabalara. Öyle ya Mehmet Ağa Edeköy’ün en zengini, mültezim ağalarından. Edeköylü Mehmet Ağa, Sofulu’nun da en zengin, en çalışkan adamı. Sofulu’daki mağazalarında Rûm ortakları, Rûm tâcirler var. Sofulu’da koza fabrikası var. Atının terkisine atlamış Hacı Mehmet Ağa, bir kısım altınlarını da meşin heybesinin iki yanına doldurmuş. Mehmet Ağa’nın hanımı Lütfiye Hanım, kimse ondan şüphelenmez diye on dört yaşındaki oğlu Hakkı’nın kuşağına bir dizi altını yerleştirmiş. Mehmet Ağa, ayrılırken köylüye;
“Ağalar, benimle birlikte gelin. Ben size, çoluğunuza, çocuğunuza iki sene bakarım, her nereye gidersek sizi beslerim, buna gücüm yeter.” der.
Bir kısım köylüler Mehmet Ağa’nın kaafilesine katılır, bir kısmı geride, köyde kalırlar.
Bu sırada Sofulu’daki Rûm çeteciler gizlice Edeköy’e baskın yapmaya hazırlanmaktadırlar. Tabi evveliyâtı var bu işin. Görebilene aşk olsun!
Çete reisi Paskal:
“Bre Tanev, al bu 800 lirayı, al da bizim yapacaklarımızı görmezden geliver.” der.
Bulgar komutan Tanev de bu 800 lira karşılığında Rûm çetelerin hazırladığı bildiriyi görmezden gelir. Bu bildiride, Edeköy halkının uzun zamandır civardaki Hristiyanlara hakâretlerde bulundukları ve mezâlim yaptıkları yazılıdır. Tanev, aldığı rüşvetin hakkını verir ve bu aslı astarı olmayan bildiriyi, ulaşabildiği her yerde okutur. O bildiride, Edeköy halkından silâhlarını teslim etmeleri, aksi takdîrde köyün topa tutulacağı söylenmektedir. Hemen ertesi gün, iki yüzü aşkın Rûm ve bir kısım Bulgar çeteci köyü kuşatır. Eli silâh tutan gençler cephededir. Buna rağmen çetelerin köye girmesi engellenir.
Hacı Mehmet Ağa’nın kaafilesi çoktan yola çıkmış, Adasarhanlı’ya varmıştır. Oranın büyükleri olanlardan ve olacaklardan belli ki bîhaber:
“Bre Mehmet Ağa, ne bu milletin raatını bozdun büle! Yoktur bişiycik! Gel yapma, etme, küyü dağatma!”derler.
Mehmet Ağa:
“İlişmeyin bana! Küyümü 3 sene, 5 sene bakacak barındıracak kadar kudretim var benim! Ben geçicem denizden öte!” diye karşılık verir.
Ammâ velâkin, hoş beş derken Mehmet Ağa’yı vazgeçirirler gitmekten. Herkes eşyâsını, arabasını, çoluğunu, çocuğunu alıp geri dönerler Edeköy’e… Varırlar ammâ, hani kimsecikler ihtimal vermemişti ya, bir de baksınlar ki köy hudûduna vardıklarında daha dün yanlarında çıraklık, çobanlık yapan Sofululu bir takım Rûmlar, ellerinde silâhlar, hendeklere sinmişler, bekler dururlarmış gelenleri… Köye tam 500 metre kala Çete Reisi:
“Haydi bakalım, yeter şimdiye kadar saltanat sürdüğünüz! İnin atlarınızdan bizimle gelin!” diye bağırır.
Rûm çeteciler, köyü başsız bırakmak için, başta Hacı Mehmet Ağa olmak üzere, köyün ileri gelenlerini kaafileden ayırıp topluca Sofulu’ya götürürler. Altın dolu kasayı, beygirdeki heybeleri alırlar. Üzerlerinde ne var ne yok hepsine el koyarlar. Köye girip orada da ne bulurlarsa yağmalarlar. Hayvanlar, koyunlar, kuzular, hepsini… Bir tek Mehmet Ağa’nın oğlu Hakkı’nın kuşağında, bundan sonra hepsine harçlık olacak birkaç altın kalır geriye.
Hacı Mehmet Ağa’dan bir daha ne bir haber alınır, ne de bir ize rastlanır… Tâ ki olanlar duyulmaya başlayana kadar. Ne siz sorun, ne ben anlatayım… Ammâ, anlatmadan da olmaz… Anlatacağım, durun hele…
Edeköy’de, geride kalanlar; pek çoğu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, olan bitenden habersiz ammâ pek tedirgin herkes evine dağlışır. O gece, çeteci Rûmlar evleri, altınları yağmalarlar… Yağmalanacak bir şey kalmayınca da, ertesi gün köydeki bütün erkekleri köy câmiine toplarlar. Kadınlar ve çocuklar da iki büyük binâya konulurlar. Kurban Bayramı’nın ilk günü Edeköy’de korkunç cinâyetler, işkenceler, tecâvüzler işlenecek, büyük bir katliâm yapılacaktır. Öyle büyük bir kıyım olur ki, askerde olan köylüler dışında, bir elin parmakları kadar insan sağ kalır. Câmi tavanına saklanan Hüseyin, hayâtta kalan tâlihli Türklerdendir. Hüseyin, her şeyi görmüştür:
“Bizi kesenler, kılıçtan geçirenler, Meriç Nehri’nde erkekleri kesip suya atanlar, çoluğu çocuğu ahırlarda yakanlar, ırzımıza geçenler, bizim yanımızda çalışan Sofululardı. Yaktıklarını, kestiklerini hep kuyulara attılar.” der.
Nagehân yıkılan bir sed gibi, güzergâhındakileri yok ederek ilerleyen bu çılgınlığın içinde katledilen, yok edilmek istenen Türk’ün varlığı idi. Balkanlardan, Rûmeli’nden doğuya, daha doğuya atılmak isteniyordu Türk. Karşımızda yok edilen bir köy, bugün izi bile olmayan, unutulan Edeköy! Cümle nebât, canlı-cansız mevcûdât topyekûn sukût etti olanlar karşısında, Türk’ün karşısında hep yokuş, hep bayır! İnsanların nefesleri, tâkatleri kesilmiş, bir arâzi-yi ârıza ki, her yer izdihâm. Geçilecek az suları olan derelerden can havliyle firâr edebilenlerin meydâna getirdiği müthiş bir izdihâm! Harbin başlamasıyla birlikte katliâmlar ve tecâvüzler de başlamıştı. Olanları duyan Müslüman halk panik hâlinde, muhârebe edilen arâzinin arka taraflarında sığır, koyun, öküz arabaları sürüleri ile hareket hâlinde, o ne müthiş bir izdihâm! Belli ki, Müslümanları kıyımdan geçirip kalanları göçe zorlayanların amacı, Balkanlar’ı ve Trakya’yı Türklerden arındırmaktı. İşte bu izdihâmda Edeköy’den firâr edebilen, canını kurtarabilen bir avuç Müslüman Türk, bir de çoğu o sırada cephede olan köyün genç erkekleri kalır geriye.
İşte bu katliâmdan canını kurtaranların hayatta olan çocukları, torunları, akrabâları ve komşularının yaşadıkları, gördükleri:
“Anam berber Nazmiye kesimden, bıçak altından kurtulma. Önce erkekleri ayrı yere toplamışlar. Sonra kadınları han gibi büyük bir yere toplamışlar. Anam da ordaymış. Kapıya iki tane süngülü Rûm dikilmiş. Ağlaşırlarmış anamlar birbirlerine sarılıp. Sorarmış anamlar: ‘Ne yapıcanız bizi, bırakın gidelim.’ ‘Kapitan sizden ifâde alacak, bir şey olmayacak’ derlermiş. Ama ortalığı kan bürümüş. ‘Kanı görünce anladık’ derdi anam. Bir arkadaşıyla birlikte kaçmaya karar verip iki arkadaş çeteciler uyurken gizlice çıkmışlar handan. Sine sine, emekleye emekleye köyden çıkmışlar. Koca bir köpeğin saldırısına uğrayıp bir kabak tarlasına sığınmışlar. Yağmur zamânı, Meriç taşmış, ovayı su almış, yollar kesilmiş! Anacım elinde bir sopa, suyu yoklaya yoklaya arkadaşıyla suyun öte yanına zar zor geçmişler. Bir gece bir ağacın büklemliğinde uyumuş anamlar. Karşıya bakmışlar, küyde hiç ses sadâ yok. Yalnız hayvanlar, horozlar tarlaya doğru koşuyormuş. Ağacın tepesine çıkıp bi de bakmışlar ki küy yanarmış, iki hanın ikisi de yanarmış. Bilmiyorlar ki, içinde insanlar var! Anam arkadaşına:
‘Emne, bunlar peşimizden iyiye gelmeyi, bizi burda yeycekler, gel atalım kendimizi suya boğulalım, ölceksek bâri suda ölelim.’ Arkadaşı:
‘Dur mara. Sesler yabancı diğil.’
“Anamlar bi de bakmışlar küyden; yanan ambarın tavan aralarında, fırınlarda saklanan ne kadar kadın-çocuk varsa koşmuşlar, anamların tarafa, suyu geçmeye çalışırlarmış. Bir kadın bir çocuğunu geçirmiş, ama öteki çocuğunu geçirememiş, karşıda kalmış çocuğu. Anam koşmuş, o çocuğu da geçirmiş karşı tarafa. Omurca küyünün erkekleri bunları kayıklarla kurtarmışlar, küye getirmişler. Bakmışlar ki burada hayat devam ediyor, bir şey yok. Demek ki henüz sadece onların küyüne girmişler. Babam askermiş, Edirne’de vurulmuş, hastanede yatarmış o sıra. Katliâmı duyunca koşmuş. Edeköy’den evvel Omurca var, Omurca’ya varınca babama demişler ki: ‘Senin Nazmiye katliâmdan kurtuldu Mustafa, ama Alibeyköy’e gitti.’ Babam tez Alibeyköy’e yayan gider, orada annemle buluşurlar.”
Komşulardan Muzaffer Çatan anlatıyor:
“Çakırların Naciye inge bir zengin kızıymış. O da altınları takıp gezermiş. Evvelden çeteciler onu gözlerine kestirmişler. İşte katliâm başlayınca, kendi çırakları, biliyorlar tabi, çok altın var! Gâvur bi süngü sallamış, Naciye inge kafasını kollamak için ellerini başına koyunca oracıkta kesilmiş elleri. Naciye inge bilse gâvurun büle kötülük yapçanı, takar mıydı hiç o altınları! Ama gâvur işte, gâvurun yüzü tersi mi olur, yapmış yapçanı!”
Rûmlar yakaladıkları bir kısım köy zenginlerini kayıklarla Meriç’in ortasına götürüp oracıkta öldürerek nehre atmışlar, ammâ Palavuz Ahmet bir yolunu bulup suya atlayarak yüzmeyi başarmış ve canını kurtarmış. Yeğeni Mehmet Ali Yavaş anlatıyor:
“Deliağaların Ahmet derlerdi, benim dayım olurdu. Ahmet dayımı babasıyla berâber alıyorlar, Meriç kenarına götürüyor bu eşkıyalar. O zaman ihtiyarların bellerinde kuşakları vardı, babasıyla ikisini bi yere bağlıyolar bu kuşaklan, Meriç’e itiyorlar! Babası çözememiş kendini, buğulmuş. Ahmet dayım kendini kurtarıyor bu kuşaktan. Bu sefer tekrar dışardan ona silâh atıyolar vurmaya. O da yüzmeyi iyi bilirmiş, dalmış çıkmış yüzmüş. Taa Okuf’dan (Vakıf Köyü) çıkmış.
Edeköy’deki katliâm sırasında birbirlerine sarılıp ağlaşan hanımlar o can havliyle Rûm çetecilere:
“Bize ne yapacaksınız? Nereye götürüyorsunuz bizi? Hani, erkekler nerede?” diye sorunca, akşam sabâh sofra kurup besledikleri çırakları Yorgi:
“Kapitan ifâde alacak sizden.”
der.
Hâin Vangel ise:
“Hiç ağlaşmayın! Türklük öldü! Türklük bitti! Türk yok! Hepiniz bu bıçaktan geçiceniz! Ağlamanın ne faydası var! Alaşmayın!”
diye bağırır.
Bunu duyan Edeköylü kadınlar, birbirlerine sarılıp sarılıp ağlaşmışlar. Yine de içlerinde birazcık kurtulma ümîdi varmış. Ölen köylülerden akan kanı görünce, ne olduğunu ve başlarına nelerin geleceğini anlamışlar. Kurban Bayramı’nın ilk günü, kesim başlamış meğer. Öyle bir hâl almış ki, bir hafta devâm etmiş ve köyde mevcut 150 kuyudan ancak 7’si kullanılabilir, suyu içilebilir hâlde imiş, gerisi hep kesilmiş insan bedenleri, uzuvları ile doldurulmuş. Câmiye getirilen erkekler, topluca yakılmış. İnsanları kesip kollarını, bacaklarını kuyulara atmışlar. Küçük çocukları havaya atıp altlarına süngü tutmuşlar, zavallı sabîleri hunharca kesmişler, öldürmüşler.
Hacı Mehmet Ağa’ya ne mi oldu? Onu da torunu Nigâr Hanım’dan dinleyelim.
“Rûmlar, dedem Hacı Mehmet Ağa’yı, kaynanasını, iki kızını, dört görümcesini, onların kocalarını, onların çocuklarını, hepsini kesmişler. 25-30 hısım akrabâ, kesilerek öldürülmüş.”
Bir de anlatılanlara göre derler ki; Mehmet Ağa’yı kafileden ayıran Rûm çetecilerin, onu Sofulu’da bir ağaca çivileyerek çok ağır işkencelerle öldürürler. Her gün vücûdundan bir parça kesilerek yavaş yavaş cân verir Mehmet Ağa…
Hacı Mehmet Ağa’nın hanımı Lütfiye Hanım ve göçe hazırlanırken belindeki kuşağa birkaç altın sakladığı 14 yaşındaki oğlu Hakkı, anneleri ve kızları kurtulurlar. Torunları Nigâr Hanım, işte bugün bize gidenleri ve geride kalanları yukarıda anlatıldığı gibi aktarıyor.
Köyde öldürülecek kimse, gasp edilecek, talan edilecek bir şey kalmayınca da Rûmlar, köyü yakıp giderler. Olanları suyun öte yakasından, Sofulu’dan seyreden Bulgar askerleri, ancak kıyım bitince Edeköy’e gelirler.
Derler ya, bu dünyâ kimseye kalmaz. Hele hele mâsumların ırzına, kanına girenler ise artık gün yüzü görmezler. Katliâmın ele başlarından Kapitan, Demirci ve hain Vangel’e ne oldu dersiniz? Bunlar katliâmdan sonra Sofulu’da söğüt ağaçlarıyla ilgili bir anlaşmazlıktan dolayı birbirlerine düşüyorlar. Biri ötekini öldürüyor, diğeri de hapse giriyor. Bunlar da cezâlarını bu dünyâda böyle buluyorlar.
Bütün bu olanlar, anlatılanlar Binbaşı Mehmet Rüştü Bey’in hazırladığı resmî raporlarda da mevcuttur. Binbaşı Mehmet Rüştü Bey’in raporunda toplam 1800 nüfûstan, cephede asker olan genç askerlerle birlikte 141 kişinin hayatta kaldığı yazılıdır. Mehmet Rüştü Bey’in kaydettiği ölü sayısı, 1659 kişidir. 1912 yılı Kurban Bayramı’nın ilk günü başlayan katliâm bir hafta sürmüş. Yakılarak, kesilerek, boğularak, darp edilerek türlü işkencelerle hayatlarına son verilen Türkler, mevcut kuyulara doldurulmuş. Köyün toplam 150 kuyusundan sadece 7 tanesi kullanılabilir durumda olup koku çıkmaması için kuyuların üzeri örtülmüştür.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Edeköy ile ilgili bir belge, çok dikkat çekicidir. Katliâmdan sonra artık Edeköy’ün tamamen yok sayıldığı, orada bir nâhiye olmadığı için oraya para yollamaya gerek görülmediği, bu belgeden anlaşılmaktadır. Edeköy Nâhiyesi müdürü Talât Bey’in de, 1915’te Vize Kaymakamlığı’na atanma belgesi, Edeköy’ün yok sayıldığının bir başka ifâdesidir.
Edeköy’de 1912’nin bıçak gibi keskin bir sonbaharında tam 1659 kişi hunharca katledilir.
Edeköy’den sonra Dişbudak, Çamköy’de 40 hânede 150 kişi; Kalaycıoba Köyü’nde 80 hânede 250 nüfûs; Katrancı’da 100 hânede 250 kişi; Mukataa Köyü’nde 40 hânede 150 kişi; Demirören Köyü’nde 120 hânede 300 nüfûs; Hancağız’da 60 hânede 100 nüfûs katledilmiştir.
Aşağıdaki satırlar Gelibolu Jandarma Kumandanı, Mehmet Celâl Bey’in 2 Ağustos 1913 târihli raporundan bir kısımdır:
“Bunca zulüm ve katliâm, kısmen Bulgar asker ve sivil komitacı eşkıyası ile bunlara katılan Malkara, Uzunköprü, Keşan, Dimetoka, Sofulu, Ortaköy, Gümülcine, Dedeağaç ve Sancak kazalarında bulunan Rûm ve Bulgar köylü eşkıya ve haydutları, yine onları destekleyen eşrâf ve varlıklıların kol kol beslediği komitacı, kuvvetli ve zâlim çeteler tarafından yapılmıştır. Müslüman köylerine ilk çağların vahşîlerinin bile revâ göremeyeceği, akla hayâle gelmez şenaatler, çirkinlik ve zulümler yapılmış, beşikteki bebeklere kadar katliâm uygulanmıştır. Müslüman köylerinin yüzde doksanı yakılmış, yıkılmış, yağmalanmış ve yerle bir edilmiştir. Bir haftadır görerek, dinleyerek tahkîk ettiğim ve tarafsızca incelediğim bu bilgileri telgraf raporları ve yazıyla tespit ettim. Sofulu havalisi vakaları hakkındaki raporumu arz ederim.”
1912 yılının sonbaharında başlayan ve yaklaşık bir yıl sürmüş olan Balkan Harpleri içinde, I. Balkan Harbi’nde Türk kuvvetlerine karşı savaşan Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ devletleri, savaşın başlamasından çok kısa bir süre sonra büyük ölçüde zafere ulaşmışlardır. Ancak Osmanlı ordusunun tam anlamıyla hezîmete uğradığı bu savaş silsilesinin netîcelenmesi 1913 yılının Mayıs ayını bulmuştur.
Balkan Harbi sızısı, kalbimizde kan akıtan büyük bir yaradır. Allah ecdâdımıza rahmet eylesin. “Unutulan katliâmlar tekrar edilir” der rahmetli Alija İzzet Begovic. Dedelerinin, ninelerinin yaşadığı acıları hiçbir zaman unutmayasın Türk oğlu!
Ayşe SAMİHA
Singapore
22 Temmuz 2019
Kaynaklar:
SEVGİ Atakan; Balkan Savaşlarında Trakya ve 1912 Edeköy Katliâmı, Ceren Yayınevi, 2018
(Not: Edeköy katliâmı, Birinci Balkan Savaşı’nın en büyük toplu katliâmlarından biridir. Olayın büyüklüğüne rağmen bu katliâm târihî kaynaklarda hemen hiç yer almadı. Atakan Sevgi Bey’in kitabı Edeköy katliâmı üzerine hazırlanmış ilk geniş çaplı araştırmadır.)
Görseller ve notlar:
Hacı Mehmet Ağa ve Lütfiye Hanım’ın torunları “Nigâr Kocaman”, 80 yıl kadar sonra, bir zamanlar babaannesi Lütfiye Hanım ile akşamüstleri Meriç kıyısında oturdukları yerde. Nigâr Hanım aynı zamanda “Balkan Savaşlarında Trakya” kitabının yazarı Atakan Sevgi Bey’in anneannesidir.
Edeköy katliâmından kurtulan (Berber) Nazmiye ve kocası Mustafa, 1960’lar.
Bundan tam 107 sene evvel Meriç Nehri’nin hemen doğu yakasında bir güzel köy vardı; Edeköy. Edeköy’ün hemen karşısında, Meriç Nehri’nin Batı yakasında da Sofulu kasabası, bugün Yunanistan sınırları içindedir. İpek ve şarap üretimi ile ünlenen Sofulu, bir de İstanbul-Selânik demiryolunun açılmasıyla nüfûsu hızla artarak ihyâ olmuştur. Sofulu ve yakın çevresindeki köyler ekseriyâ Rûmlardan oluşuyordu. Edeköy ve Sofulu arasında işleyen sallar, kayıklar, kabak denen ulaşım araçları ile gidiş geliş sağlanıyordu. Bu iki küçük yerleşim yeri ekonomik olarak birbirine bağlıydı… Sofulu’da işlenen ipek için gerekli kozalar Meriç’in doğu kıyısındaki dutluklarda, Edeköy’de yetişiyordu. Bazı Edeköylülerin Sofulu’da iş yerleri vardı. 1908 yılında Osmanlı idâresindeki Sofulu’da 800 ton ipek üretilirken 1993 yılında ancak 5 ton üretilebiliyordu. İşte bu resimdeki bina Hacı Mehmet Ağa’nın Sofulu’daki koza fabrikası, yüz yıl önceki hâli ile bugünkü hâli. Bugün yenilenmiş durumdaki bina Yunanistan sınırları içinde şimdi “To Koukouli” İpek Kozası adıyla otel olarak işletiliyor, Hotel Koukouli; bir zamanlar Hacı Mehmet Ağa’nın koza fabrikası.
Hacı Mehmed Efendizâde Hakkı (İpekçioğlu) Efendi. Edeköy katliamı sırasında 14 yaşında olan Hakkı Efendi, 1920’li yılların başında, Yunan ordusu tarafından Edirne’de tutuklanıp sekiz ay Milos adasında esir tutulmadan önce İstanbul’da çektirdiği fotoğrafta.
Balkan Savaşları devâm ederken Avrupa basını her dâim Türk’e kara çalmaktan, propaganda yapmaktan geri kalmadı. Tam da Edeköy katliamı günlerinde, Avrupa basını ‘Katil Türkler’ propagandası yapmaya devâm ediyordu. 27 Ekim 1912, Pazar târihli Le Petit Journal’in kapağı: “Katliamlar başladı: Türk çeteler tarafından katledilen Sırp köylüler.”
Türk’ün yaşadığı acılar karşısında Avrupa’nın bir yüzü ya işte burada resmedilmiş!