Târîh tedrisâtında, zafer sayfa ve sahnelerini anlatmak, anlatana da, dinleyene de sürûr verir. Hâlbuki târîh sâdece zaferlerden ibâret değildir. En az onlar kadar, belki de daha fazla, hezîmet demlerimiz vardır. Bu ikinci gruba giren bâzı tâlihsizlikleri aktarmak, hiç de kolay olmuyor. Balkan Savaşı dediğimiz felâket ötesi fâciâyı, neresinden ifâde etmeye başlasan, insanda mecâl ve tâkat kalmıyor.
Balkan coğrafyasına yerleşmemiz, öyle lâf veyâ mâcerâ olsun diye gerçekleşmemiştir. Orada kazanılan her evlek toprağa, Anadolu’dan saf ve temiz Türk âileleri getirilip yerleştirilmişti. Evlâd-ı Fâtihân, bu şekilde teşekkül etmişti. Aradan geçen çok kısa bir zamân içinde; Üsküp, Selânik, Vidin, Filibe, Yanya, Saray-Bosna, Belgrad, Niş, Estergon, Budin ve daha nice Tuna ve Balkan güzeli; Bursa, Kütahya, Sivas, Erzurum, Trabzon, İzmir, Aydın gibi bizim diyârlar arasına katılmıştı.
Yirminci asrın başlarına kadar, Rûmeli ve Balkanlarda kaybettiğimiz birçok yer olmuştu. Fakat 1911’de, hâlâ hatırı sayılır bir Avrupa arâzisi elimizde idi. Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan, İtalya’nın Trablusgarb’a saldırmasını fırsat bilip Osmanlı Devleti’ne harb ilân ettiklerinde, aklı başında hiçbir devlet adamı, içeride ve dışarıda hiçbir otorite, Osmanlı Devleti’nin bu yeni yetme devlet müsveddelerine yenileceğini tahmîn etmiyordu.
Bunun en büyük delîli, kendilerini büyük Avrupa devletleri olarak gören İngiltere, Fransa ve Rusya’nın, daha savaşın başında, sonuç ne olursa olsun, sınırların değişmeyeceğine dâir yayınladıkları deklârasyondur. Gerçi, netîce onların beklediğinin aksini gösterdiğinde, bu deklârasyonun gölgesi bile hatırlanmayacaktır, ama savaşın hangi psikoloji ve beklenti içinde başladığını bildirmesi bakımından, bu husûs çok önemlidir.
O hâlde, biz Balkan Harbi’ni niye kaybettik ve onun meş’ûm netîcesini yaşamak mecbûriyetinde kaldık? Tamâmen bizim hamâkatimiz ve îcâd ettiğimiz kabâhatlerimiz yüzünden, bu ibret sayfalarını yazdırdık. Ömer Seyfeddin, bu harbin içinde bizzat bulunmuş ve sonunda esir olmuş subaylarımızdandır. Onun, günlük hâlinde tutup, sonradan hikâye formunda kitaba aktardığı notlarında ve Primo Türk Çocuğu adlı uzun hikâyesinde, Balkan Savaşı’nı niçin kaybettiğimize dâir kâfi miktârda cevap bulunmaktadır.
Balkan fâciâsını yaşayan bir milletin, yirmi birinci yüzyılda daha tedbîrli olması gerekmez mi? Son yaşananlara ve bizi dışarıdan devâmlı kaşıyanlara bakılınca, ibret ve tedbîr husûslarında kifâyetsizlik olduğu anlaşılıyor. Böylesine büyük bir bâdireden çıkan insanların, mevcut vatanlarına daha hassas nazarlarla bakması beklenmez mi?