Hakkı Suat YILMAZER
Yarası oldukça derindi. Karın boşluğuna koca paslı bir bıçak girip çıkmıştı. Her daim jilet gibi ütülü beyaz gömleğinin karın bölgesi kanlıydı fakat yeleği ve omzuna attığı ceketi ile yarasını gizleyebiliyordu. Eli istemsizce kanayan yarasına giderken, aklı ise az evvel yaralanmasına sebep olan Rus ile yaptığı kavgadaydı.
Ne olmuştu, nasıl olmuştu da bir anda kavgaya tutuşmuşlardı?
Aslında beklemiyor değildi bu kavgayı. Ne zamandır hâkim olduğu Balkan sokağından gelip geçerken Rus ile kesişiyordu. Kendisine ters baktığına kaç kez şahit olmuştu. Eskiden olsa kendisine değil ters bakmak, bunu akıllarından bile geçiremezdi mahalledekiler. Sanki bu durum çok eskilerde kalmıştı.
Yaşlanıyor muydu yoksa?
Yarasından kan sızmaya devam ederken, hayır dedi kararlı şekilde. Yaşlanma ile yaşadıklarının alakası yoktu. Rus da çok genç sayılmazdı. Her ne kadar uzun boylu ve iri yapılı bir görüntüsü olsa da kendisinin de ondan aşağı kalır yanı yoktu. Öyle ki Rus, bu zamana kadar kendisi ile karşı karşıya gelmeye tereddüt etmişti. Şimdi ise her ne olmuşsa cesaretini ve gücünü toplayıp sokak çıkışında yolunu kesip kendisini yaralamıştı.
Canı çok yanıyordu.
Ağır adımlarla ilerlerken sokak başında iki kişi elektrik direğinin yanında dikilmiş, müjdeli bir haber üzerine konuşuyorlardı.
Eğlendikleri çok belliydi.
Eli karın hizasında, gözleri çektiği acıdan dolayı kısık, yarası ise derindi. Sarsılmamaya dikkat ederek yürüyordu. Birkaç adım sonra fısır fısır konuşan o iki kişiyi tanıdı. Bunlar İngiliz ve Fransız’dı…
Kaşlarını çattı, elini karnından çekip boşluğa bıraktı ve adımlarını güçlü atmaya gayret gösterdi. Onların yanından geçerken güçsüz görünmemeliydi. Belki Rus ile yaptıkları kavgadan onların da haberleri vardı. Ondan dolayı böyle kıs kıs gülüyorlar, ellerini ovuşturuyorlardı. Hâlbuki Rus ile birbirlerini çok da sevmezlerdi. Geçmiş zamanda mahalleli az mı mücadele etmişti onlar kavga etmesin diye. Ama her ne oluyorsa bu yaşananlar çabuk unutuluyordu. Bir gün evvel işine taş koyduğu gerekçesiyle Rus ile kavga eden İngiliz ve Fransız, bir gün sonra Rus ile köşe başlarında, kuytu köşelerde fısır fısır konuşur halde görülüyordu. Mahalleli de anlamamıştı ilişkilerinin yapısını.
Mahalleli bu üçlünün arasındaki ilişkiye akıl sır erdiremiyordu. Ama kendisini tanımışlardı. Hangi olaylara nasıl karşılık vereceğini, neyi sevip sevmediğini öğrenmişlerdi. Dün mahalleden birisine kızdığında, ertesi gün kızdığı kişiyle can ciğer kuzu sarması olmayacağını da iyi biliyorlardı. Dümdüz bir adam diyorlardı kendisi için.
Dümdüz ve dürüst bir adam…
Mahallenin eskilerindendi. Daha çocukluğunda dikkatleri üzerinde toplamıştı. Gelecekte nasıl birisi olacağını herkes merak ediyor ve aslında biraz da endişeleniyordu. Güçlü bir çocuktu ve her şeyden evvel adaletliydi. Haklıyı haksızdan her şartta ayırıp ona uygun bir davranış sergiliyordu. Haklılar için bir kurtarıcı ve güvenecekleri bir dağ oluyorken, bile isteye haksızlık yapanların gözünde de oyunbozan konumundaydı. Menfaatlerine ters düşen her hareketinde, mahalledekiler kendisine karşı bileniyordu. O da bunun farkındaydı ama hiç önemsemiyordu. Kendinden emindi, çünkü gücünün farkındaydı. Bu yüzden dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeyi bertaraf edeceğini gerek kendisi gerek mahalleli iyi biliyordu. Bu yüzden kim kendisi hakkında ne demiş, kimler bir olup kuyusunu kazıyormuş ilgilenmiyordu. Karşısına çıkacak cesaretleri olduğunda ise gereken cezayı verip geçerim diye düşünüyordu.
Kendine olan aşırı güven sebebiyle konuşulanlara kulak kabartmıyor, köşe başlarında kimlerin durduğunu ve hâkimi olduğu Balkan sokağını elinden almak için çevrilen dolapları göz ardı ediyordu.
Güçlü görünmeye gayret göstermesine rağmen mecalsiz attığı adımlar ile sokakta ilerlerken bir yandan da direğin dibindekileri süzüyordu. Her an harekete geçebilirlerdi. Günlerdir aradıkları fırsat belki de bugün ellerine geçmiş olabilirdi. Bunu değerlendirmeleri gerekiyordu. Son zamanlarda kendisi hakkında bir de “hasta” diye dedikodu çıkarmışlardı. Haklılar mıydı onu da bilmiyordu ama geçmiş zaman gibi çok güçlü değildi, bunun kendisi de farkındaydı. Fakat hasta olması onun kolay bertaraf edilebilir olduğu anlamına gelmezdi. Eksilse de gücü, geçmişini anımsayıp tekrar toparlanabilirdi.
Bunun olmasını ne de çok isterdi.
Bir ara hissettiği yoğun acıdan dolayı adım atamadı ve olduğu yerde kaldı. Nefes almakta dahi zorluk çekiyordu. Canı çok yanıyordu. Yarası ağırdı. Çevresine göz gezdirirken, evlerinden çıkıp sokağın kaldırımlarında dikilen mahallelileri fark etti. İngiliz ve Fransız’ın komşuları olan İtalyan ve Alman birkaç adım ötesinde kendisini seyrediyordu. Mecalsiz yürümesi ve aniden durup nefes alamaz halde görünmesi belki onların da içlerinde tuttukları kini kabartmıştı. Gözlerini bir saniye bile olsun üzerinden çekmiyorlardı.
Arkasında kalan İngiliz ve Fransız’a, az ötesinde bakışlarını üzerinden ayırmayan İtalyan ve Alman’a karşı güçlü görünmeye gayret göstermekten de çok yorulmuştu. Gömleğindeki kan yeleğine geçmişti ve artık dışarıdan bakıldığında dahi fark edilebiliyordu. Bu durum hoşuna gitmemişti. Yaralı olduğunu bilmeleri karşısındakileri cesaretlendirecekti. Bir de “hasta adam” diyorlardı, iş artık birisinin öne çıkıp bir hamle yapmasına kalmıştı.
Omuzlarını dikip göğsünü kabartıp kaşlarını çatmaya çalıştı. Fakat yarasından dolayı bunda pek başarılı olamıyordu. Sokakta bir iki adım daha attığında kenardaki hareketliliği yeni fark ediyordu. Mahallenin kendisine göre yeni yetme gençleri; Yunan, Bulgar, Sırp ve Karadağlı…
Bu dört genç, bugüne kadar sözünden çıkmamıştı. En azından korkudan böyle bir adım atamamışlardı. Ara ara şımarıklık yapmış olmalarına rağmen, o sokaktan geçerken hemen yol verip köşelerine geçerlerdi.
Ama bugün bir farklılardı…
Diğerleri dip dibe iken, Bulgar onların bir adım ötesinde duruyordu. Aralarındaki mesafe o kadar azdı ki, birbirine kenetlenmiş olduklarını o an anladı.
Yarasının sızlaması artmıştı. Kan kaybetmeye devam ediyordu. Ama yolundan dönmesi de imkânsızdı. Bundan evvel de dönmemişti bundan sonra da dönmeyecekti. Var gücüyle yere sağlam basmaya gayret ediyor ve bakışlarını kendisine bakanlardan ayırmıyordu.
Doğru zaman mı gelmişti bilemedi ama köşe başında üç gölge fark etti. Biraz evvel yanından geçtiği İngiliz ve Fransız, şimdi ileride iki evin arasındaki dar ve taşlı yoldaydı. Önlerinde Rus, hemen arkasında İngiliz ve Fransız dip dibeydi. Önde duran Rus’un kaşları çatılmış ve birilerine direktif veriyor gibiydi. Bakışlarını Rus’un baktığı yöne çevirdiğinde, az evvel birbirine kenetlenmiş dört genci gördü.
Şimdi daha iyi anlamıştı…
Köşe başında duran üç güçlü adam, bu dört gence kendisine saldırması hususunda arka çıkıyordu.
Mahallede ve sokakta, güçlü Türk yiğidini istemiyorlardı. Her ne pahasına olursa olsun onu Balkan sokağından kovmaları gerekiyordu. Mahalleden uzaklaştırmak ise en büyük arzularıydı ama bunu geçmiş zamandan bu yana hiçbiri başaramamıştı. Şimdi ise hiç olmazsa bu sokaktan uzak tutmaktı tüm gayeleri. Çünkü bu sokak mahallenin en önemli sokaklarından biriydi. Bu sokağın hâkimi olarak birçok emellerine kolaylıkla ulaşabileceklerini iyi biliyorlardı.
Artık olan olmuştu…
Bu dakikadan itibaren geri adım atmak da Türk yiğidine yakışmazdı…
Kan kaybından dolayı feri kesilmiş olan bacaklarının üzerinde zorlansa da sağlam durmaya ve kanayan yarasının acısını unutmaya çabalıyordu.
Ama nafileydi…
Gücü tükenmek üzereydi…
Hoşgörüyle yaklaştığı, hatalarını kusurlarını görmezden geldiği bu dört gencin kendisine olan düşmanca tutumu, karnındaki bıçak yarasından daha çok canını acıtıyordu. Köşe başındaki abilerinin kaş göz işaretleriyle harekete geçen dört genç kendisine yaklaşırken bu düşünceler içerisindeydi.
Köşe başındaki abileri yerlerinden ayrılmış kavganın yaşanacağı alana adımlanırken, dört genç tereddütlü şekilde Türk yiğidine doğru koşturuyordu.
Tereddüt ediyorlardı, çünkü karşısındakinin her an yeniden diriliş sergileyebileceğinden, hasta olmasına rağmen güçlü bir direnç gösterebileceğinden çekiniyorlardı.
Nitekim kısa bir süre içinde taraflar birbirine girdi…
***
Derin bir rüyadan uyanır gibiydi…
Soğuk taş zemine temas eden yanağını hissetmiyordu. Tek hissettiği karnındaki ve sırtındaki acıydı. Karnındakini kimin yaptığını hatırlıyordu.
Ya sırtındakilerinin müsebbipleri kimdi?
Sırtındaki açılan derin yaraların muhatapları o dört gençti…
Göz kapaklarını zorlukla araladığında buğulu gözlerle gürültünün koptuğu yere baktı. Az evvel birbirine kenetlenip kendisine saldıran dört gençten Bulgar, sokağın ortasında tam da kavganın olduğu alanda elini havaya kaldırmış, kararlı ve sert bir şekilde göğü yumrukluyor var gücüyle de bağırıyordu.
“ Bundan sonra sokağın tek hâkimi benim. Buralar hep benim olacak…”
Onun bu bağrışlarının arasında diğer üç gencin seslerini duyar gibi oldu. Üçü de tepki gösteriyordu Bulgar’a.
“Bu sokakta bizim de en az senin kadar hakkımız var, biz de kavga ettik” diyorlardı. Bu sırada köşeden Romen de gelmiş tartışmaya müdahil olmuştu.
Bu beş genç kendi aralarında kavgaya tutuşmuşken, onları cesaretlendiren abileri kavganın olduğu alana geldiler. Ciddiye almaz şekilde gençleri ellerinin tersiyle kenara ittirerek sokaktaki diğer insanlara seslenmeye başladılar. Onlar da gençlerden pek farklı konuşmuyorlardı. Her biri bu sokağın yeni hâkiminin kendisi olduğunu söylüyor ve bundan sonra kendi kurallarının işleyeceğini duyuruyorlardı. Fakat daha ilk dakikada sorunla karşılaşmışlardı. Hepsinin de sokak üzerindeki gayeleri aynıydı ve hiçbiri geri adım atmaya yanaşmıyordu.
Sokaktakilerin hatta mahalledekilerin hepsi toplanmış olanları seyrediyordu. Kavganın kendilerine de sıçramasından endişe duyuyorlardı.
Alanda yaşanan bu sokak kavgası tüm mahalleye sıçrayabilirdi.
Korktukları da başlarına gelmişti. Bir köşede beş gencin, diğer tarafta onları destekleyen abilerinin kendi aralarındaki tartışmaları büyüyor ve mahalledekileri de içine çekiyordu.
Çok geçmeden mahalle tamamen kavgaya tutuşmuştu. Bu kavga mahallelilerin topluca yaptığı ilk kavgaydı.
Yiğit Türk, almış olduğu yaralara rağmen gücünü toparlayıp yerden kalkmıştı. Damarlarındaki asil kan ve yüreğindeki iman ateşi ona güç veriyordu. Vücudundaki yaralar bir başkasında olsaydı yerinden dahi kalkamazdı ama o dayanıklıydı ve inançlıydı. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Yiğit Türk olarak anılmak istiyordu.
Gücünü yeniden toparlamak ve az evvel kendisine saldıranların bu büyük mahalle kavgasında birbirlerine zarar vermesini görmek için beklemek istese de bu durum çok uzun sürmemişti. Mahallenin güçlü ve büyük adamları, kendilerinin de içinde bulunduğu bu büyük mahalle kavgasına Yiğit Türk’ü de çekmişlerdi. Yeni bir mahalle düzeni kurmak isteyen bu güçlü ve büyük adamlar, bu düzende planlarını bozma ihtimali yüksek olan Yiğit Türk’ü de yaşanan girdaba çekip tamamen etkisiz hale getirmek istiyorlardı.
Yiğit Türk ise her şeyin farkındaydı. Fakat yapacak başka bir hamlesi kalmamıştı. Mecburen bu büyük mahalle kavgasına karışacak, verebildiği kadar kendisine düşmanca tutum takınanlara zarar verecek ve kendisine gelebilecek her türlü saldırıya karşı da müdafaada bulunacaktı. Bunu daha önce çok yapmıştı.
Yine yapması gerekiyordu ve yine yapmıştı…
Zincirleme bu kavgalar neticesinde sokağın da mahallenin de kaderi değişti. Yaşanan mahalle kavgasından çok kişi zarar gördü. Yiğit Türk de zarar görenlerden biriydi. Balkan Sokağını acı bir şekilde kaybetti ama hâkimi olduğu Anadolu Sokağını korumasını bildi.
Anadolu Sokağı’nda güçlü ve yiğit Türk’ün varlığının daim olacağını tüm mahalleye ispat ve ilan etmişti.
Anadolu Yiğit Türk’ündü ve öyle de kalacaktı…