Balkanlar,Ortadoğu, Kafkasya: Soğuk Savaş Sonrası ABD Politikaları 

 

Yazar: Vakirmizilar.comssilis K. Fouskas
Çeviren: Ali Çakıroğlu 
Yayınevi: Aykırı Yayınları
ISBN: 9789758337767  
Sayfa Sayısı: 214
Yayım Tarihi: 2004
Baskı: 2.
Hazırlayan: Mehmet MEMİŞ, (E) Öğretmen

Balkanlar, Ortadoğu, Kafkasya: Soğuk Savaş Sonrası ABD Politikaları 

Kingston Üniversitesi’nde görev yapan Yunanlı araştırmacı ve gazeteci Fouskas ABD’nin önde gelen stratejisti ve eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası kitabında İleri sürdüğü görüşlerle tartışarak, Avrasya’ya ilişkin barışçı ve dayanışmacı öneriler geliştirmeye çalışıyor.

Küresel egemenlik için Avrasya’ya egemen olmanın şart olduğunu belirten Brzezinski, özellikle petrol ve doğal gaz kaynaklan açısından zengin enerji havzalarının önemine dikkat çekiyor ve ABD’nin bölgeye egemen olması için ne yapması gerektiğini tartışıyordu. Nitekim Afganistan, Gürcistan ve Irak’a yönelik Amerikan müdahalelerinin hep bu Satranç Oyunu’nun birer parçası olduğu artık biliniyor. Soğuk Savaş’ın bitiminden ve 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin askeri ve politik stratejilerinde nelerin değiştiğini ele alan Fouskas, Avrasya’da Avrupa Birliği’nin izlediği alternatif politikaları da eleştiriyor ve özellikle Almanya, Fransa, İngiltere ve Türkiye’nin rollerini tartışıyor.

Bu arada Türkiye-Kıbrıs-Yunanistan arasındaki ilişkiler ve özellikle de Türkiye-Kıbrıs-AB ilişkileri bağlamında Yunanlı araştırmacının gözlemleri ve değerlendirmeleri dikkat çekiyor. (Arka kapaktan)

********

Yunan asıllı bir akademisyen araştırmacı Vassilis K. Fouskas’ ın büyük bir tarih ve uluslararası ilişkiler projesinin yan ürünü olarak yayınladığı kitap, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslar’ da Soğuk Savaş sonrası ABD politikalarını irdeliyor. Söz konusu olan, Eski Dünyanın  merkezinde bulunan ve göbeğinde Türkiye’ nin bulunduğu bu bölge  bizim dış politikamızın da mihenk taşını oluşturuyor. Balkanlar’ da Yugoslavya’ dağılmasında sonra çıkan çatışmalar, Hazar enerji  havzasındaki enerji kaynaklarının paylaşımı ve dağıtımı, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs Sorunu, Arap-İsrail çatışması ve Filistin sorunu bu kitapta ele alınıyor. Buralarda,  Soğuk Savaştan sonra, Dünya’nı global tek gücü olan ABD nin hakimiyetini ve etkisini sürdürmek için geliştirdiği stratejiler inceleniyor. Bu amaçla ABD, NATO’yu, IMF’yi ve Dünya Bankası’nı enstrüman olarak kullanıyor.   Burada hukuktan ve insan haklarından ziyade  ABD  çıkarlarının gözetildiğini görüyoruz. Kitap, hiçbir şeyin göründüğü gibi okunmaması gerektiğini gösteriyor. Örnek olarak yazar, AB ile ABD nin birbirinin  müttefikleri olduğu halde ABD’ nin,  AB nin bu bölgelerde etkinliğini istemediği ve buna uygun politikalar geliştirip uyguladığı anlatıyor. Bütün  bu politikalardan etkilenen ya da etkileyen  merkez ülkenin Türkiye olduğunu görüyoruz. Tabii ki yazarın Yunan asıllı olması sebebiyle Kıbrıs’ özel bir önem atfediyor ve Kıbrıs sorun başlığında ayrıntılı bir tarih-inceleme bölümünü de kitaba koyuyor:

Kıbrıs Sorunu

Türkiye ve Yunanistan’ın Batı’nın nüfuz alanına dahil olmasının ardında yatan mantık daha geniş bir bağlamdan kaynaklanıyordu. Sadece Yunanistan ve Türkiye’nin birleşik bir savunma hattı oluşturduğu düşünülmüyor, aynı zamanda Balkanlar ve Ortadoğu da potansiyel olarak tek bir jeo stratejik kuşağın parçası olarak görülüyordu. Ancak bu abartılmamalı çünkü Soğuk Savaş sırasında Balkanlar ve Ortadoğu planlama amaçlarıyla ayrı ayrı gruplandırılmıştı, yine de özellikle Batı Balkanlar’da hala yararlanılabilecek bir stratejik potansiyelin bulunduğu gerçekti. Sözgelimi Tito’nun Yugoslavyası en sonunda Stalin-Churchill paylaşımı uyarınca bağlantısız bir dış politika izlemeye başladığında, Batı’nın Balkan kuşağına etkide bulunma şansı artmıştı. Susan Woodward’in yazdığı gibi, Soğuk Savaş boyunca Yugoslavya’nın ayakta kalması:“ABD askeri yardımı, ABD’nin yönetiminde IMF ve DünyaBankası, ABD Exim Bank ve yabancı bankaların ekonomik desteği ve 1949 Ağustosu’ndan sonra Batı ile ticari ilişkilerin yeniden kurulması |sayesindeydi|. Karşılık olarak, sosyalist Yugoslavya Soğuk Savaş sırasında ABD’nin küresel liderliği için, onun anti-komünist ve anti-Sovyet kampanyasında bir propaganda aleti olarak ve Doğu Akdeniz’de NATO politikasının bütünleyici bir öğesi olarak çok önemli bir rol oynadı. Tarafsızlığını kıskançlıkla koruyan Yugoslavya, Batı’nın Sovyetler Birliği’ni kontrol altında tutma stratejisinin önemli bir öğesi haline geldi. Sovyetleri Akdeniz’de bir köprü başı tutmaktan alıkoydu ve Balkanlar’da potansiyel bir Sovyet saldırısına karşı askeri bir caydırma unsuru sağlayarak, İtalya ve Yunanistan’a giden yolları korudu.”

ABD’nin Balkan ve Yakındoğu politikasının başarısının doruk noktası, 1953’te Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye arasında ertesi yıl genişleyerek bir karşılıklı savunma paktına dönüşen Balkan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması’nın imzalanmasıydı. Ama İngiltere Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgili olarak Yunanistan ile yaptığı ikili müzakerelere (1954-55) Türkiye’yi de kattığında, çok geçmeden Türkiye ve Yunanistan arasında gerilimler ortaya çıktı. Bu, Yunanistan ve Türkiye arasında 1930’dan beri Venizelos-Atatürk Dostluk ve Uzlaşma Konvansiyonu’yla birlikte gelişmekte olan anlayışı ortadan kaldırdı.

Yunanistan Türkiye’nin görüşmelere katılımını gereksiz ve hukuk dışı olarak görüyordu. Yunanlılara göre, 1923 Lozan Antlaşması Türkiye’nin artık Müslüman nüfusun bulunabileceği Osmanlı İmparatorluğu’nun eski toprakları üzerinde hak iddia edemeyeceğini şart koşuyordu. Ne var ki Türkler bu topraklara ilişin hukuksal haklara sahip olduklarında ısrar ederek Antlaşmanın söz konusu maddesine farklı bir yorum getiriyorlardı. Lozan Antlaşması’nın 16. Maddesi şu şekildeydi: “Türkiye işbu maddeyle bu Antlaşmada çizilen sınırların ve söz konusu Antlaşmanın tanıdığı egemenlik hakkına sahip olduğu adalar dışında kalan topraklar üzerinde ya da bu topraklarla ilgili ne mahiyette olursa olsun tüm hakları ve mülkiyet haklarından vazgeçer. Bu toprak ve adaların geleceği ilgili taraflar arasında kararlaştırılır.

Bu ifade Yunanistan’ın yorumundan yanaymış gibi görünmekle birlikte, “Kıbrıs’ın kaderinin belirlendiği bölümde, hukuksal bakımdan “ilgili taraflar” olarak kabul edilebilecek uluslar olan Türkiye ve Yunanistan arasında tartışmalar için kapıyı açık bırakıyordu.”

Kıbrıs konusunda iki ülke arasında süren anlaşmazlık sonucunda, 1960’larda en az iki kez, 1963-64 ve1967’de ve 1974’de çok daha ciddi bir biçimde Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı iki müdahale ile (20 Temmuz ve 14 Ağustos) NATO ‘nun kuzey kanadının güney kanadının bölünme tehlikesi ortaya çıktı.

Bu politika Kıbrıslı Müslümanların Türk milliyetçilerine dönüşümüne zemin oluştururken, Türkiye’yi de Kıbrıs sorununa diplomatik bir taraf olarak katıyordu. 1950’lerde Türk azınlığı Rum çoğunluğa karşı açık savaşa sokarak, iki topluluk arasında Yunan-Türk ilişkilerinde olumsuz sonuçlar yaratmaya mahkum uzlaşmaz farklılık tohumları ekmek İngiltere’nin stratejisiydi  Ayrıca daha 1955-56’da ve yine İngiltere’nin suç ortaklığıyla, Türk stratejisi Kıbrıs sorununu, Ege, Yunanistan’a ait Batı Trakya’daki Müslüman azınlık ve İstanbul’daki Rum azınlık gibi sorunları da kapsayan daha geniş bir çerçevede ele almaya başladı.

Türk politikasını oluşturanlar, savaş durumunda Türkiye’nin sadece Antalya, Mersin ve İskenderun gibi güney limanları yoluyla ikmal yapabileceğini ve eğer Kıbrıs Yunanistan’a bağlanırsa, artık böyle bir güvenceden yoksun kalacaklarını iddia etmişlerdi. Türkiye gerçekten de geleneksel bir düşman olan Yunanistan tarafından kuşatılmaktan çekiniyordu. O sıradaki Türk başbakanı Adnan Menderes’in Kıbrıs sorunuyla ilgili özel danışmanı Nihat Erim’in sözleriyle:

“Yunanistan, Enosis ilan ederek Lozan’da varılan dengeyi bozmak istediği sürece, Türkiye, ilgili tüm konularda yani Ege adaları, Batı Trakya, Patrikhane’nin durumu, İstanbul’daki Rum azınlık gibi sorunlarda ikili görüşmeler talep etmelidir.”

Dolayısıyla ABD, NATO’nun bütünlüğünü korumak ve  bu yüzden “Kuzey Duvarı’nın stratejik operasyon kabiliyetini korumak için Yunanistan ve Türkiye’nin üzerinde uzlaşmaya varabileceği bir çözümü hedeflerken, İngiltere’nin desteğiyle Türk politikası, ikili ilişkileri zora sokacak bir planı düşlüyordu. Türkiye 1958’de kıta sahanlığı konusunda Cenevre Konvansiyonu’nu onaylamayı reddetti ve 1970’lerin başında Ege Denizi’nde Yunanistan’ın egemenlik haklarına karşı çıktığında, Konvansiyonun imzacıları arasında olmadığını anımsatmakta gecikmedi, Yunanistan da Konvansiyonu oldukça gecikerek, 1972’de imzalamıştı.

Türkiye’nin genel planı, Lozan Anlaşması’nın gözden geçirilmesi anlamına geliyordu. Ege Denizi ve Trakya, Kıbrıs ile stratejik benzerlikler taşıdığından, ABD karşılıklı etnik cemaatlere ev sahipliği yapan bölgelerde Yunan-Türk çatışmalarını önlemek konusunda aynı derecede hassastı. İlk olarak, bir Yunan-Türk savaşı, var olan koşullara ve SSCB için hangi seçimin daha elverişli olacağına bağlı olarak Yunan ya da Türk tarafını tutarak, etkisini Doğu Akdeniz’e yaymak için Varşova Paktı’na büyük fırsatlar sunardı. Ayrıca bugün de aynı derecede geçerli bir etken olan Karadeniz ticareti ve FIR hatları çökecek, bu olayların yansımaları Süveyş Kanalı ticaretinde ve NATO’nun bütün iletişim hatları ağında hissedilecekti. 

Öte yandan Kıbrıs’ın durumu tamamen farklıydı, çünkü diğer şeylerin yanında, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye adaletsiz, bölücü ve en başta Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin ruhuna aykırı göstermelik bir anayasa oluşturmayı başarmışlardı. Van Coufoudakis’in yazdığı gibi “ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İstihbarat ve Araştırma Bürosu bile, 1959 yazına dair kehanet gibi bir çözümlemesinde, bu anayasal anlaşmaların çetrefil ve işlevsiz olduğu sonucuna vararak, çökeceklerini öngörmüştü. 

Türkiye Kıbrıs’ta sert bir pazarlığa girdi ve bir Türk saldırısının son saatlerde ABD Başkanı Johnson tarafından önlendiği 1964’ten sonra SSCB’ye yanaşmak gibi kurnaz taktikler izledi. Türk-Sovyet işbirliği güçlü ekonomik bağlar biçimini aldı ve 967’de doruğa ulaştı. O yıl “SSCB Türkiye’de içlerinde bir çelik fabrikası, bir alüminyum arıtım tesisi ve petrol rafinerisi de olan birçok endüstri işletmesi inşa etmeye karar verdi.

Ayrıca 1967 Altı Gün Savaşı ve 1973’teki iki Arap-İsrail savaşında, Türkiye İsrail’e gidecek Amerikan yardımına sınırlarını açmayı reddetti. Dahası 1973 Ekimi’ nde Yom Kippur Savaşı’nda ABD tamamen yalnız kaldı, çünkü “Portekiz dışında, diğer tüm NATO üyeleri (Yunan cuntası dahil), ABD’nin bölge dışı müdahalesine kolaylık göstermeyi reddettiler.

Bu kritik ortamda Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios, ki kendisi bağlantısızlar hareketinin kurucularından biriydi ve ABD politikasını oluşturanlar tarafından defalarca Akdeniz’in Castrosu olmakla suçlanmıştı Amerikalıların Kıbrıs’taki İngiliz egemenliğindeki üsleri kullanmasına izin vermedi. İngiltere Makarios’un tutumuyla uyum içindeydi. Henry Kissinger ve ABD savunma analistlerinin, İsrail’in savunmasında Kıbrıs’ın politik askeri önemini berrak bir biçimde kavramalarına yol açan işte bu kritik olaylardı.

****

NATO’nun, doğu sınırlarının güvenliğini garanti edemeyebileceği gerekçesiyle, Türkleri Kıbrıs’ta herhangi bir maceraya girmemeleri konusunda uyaran ünlü Johnson mektubundan önce bile, ABD bir Sovyet saldırısını püskürtmek için konuşlandırdığı Jüpiter füzelerini Türkiye’den çekme karan almıştı. 

1963-64’te topluluklar arası bölünmeden sonra, Makarios’ un stratejik üstünlüğünün genel çerçevesi, Türkiye ve SSCB arasındaki yakınlaşma bağlamında ABD için özel bir anlam kazandı. Arap-İsrail çatışmasının şiddeti, Avrupa’nın ABD ile çelişkisi ve Kıbrıs ile Yunanistan’ın ABD’yi Doğu Akdeniz’de desteklemekteki gönülsüzlüğü, ABD’yi Türkiye’nin önemini yeniden düşünmeye itti. Dahası, Türk dış politikasının SSCB yanlısı bir eğilim göstermesinden sonra, ABD Türkiye’yi yitirmesinin NATO’nun savunma ve iletişim hatları bütünlüğüne zarar verebileceğinden korktu. Bu “Kuzey Duvarı’nın jeostratejik olanaklarını ortadan kaldırarak SSCB’ye olağanüstü avantajlar sağlayabilir ve Ortadoğu’nun petrol ve gaz üretim kuşaklarına daha çok nüfuz etme olanağı verebilirdi. Eğer gerçekleşseydi, Türkiye’nin kaybedilip SSCB’ye yaklaşması, İsrail’in kaybı anlamına gelirdi, çünkü SSCB ile Arap milliyetçiliğinin ortak bloğu Kuzey Duvarı’nda gedik açardı.

ABD’nin 1960’larda ve 1970’lerde Kıbrıs için yaptığı taksim planları işte bu bölgesel ve küresel bağlamda çözümlenip kavranabilir. 1964-65’te George Ball ve Dean Acheson’ın denetimindeki güvenlik ve diplomasi ekiplerinin hazırladığı bu planlar, temelde Türkiye’ye Kıbrıs’ta büyük bir askeri üs taviziyle, adanın Yunanistan ile birleşmesini öngörüyordu? Bu yolla, ABD NATO içerisinde Yunan-Türk ilişkilerini yeni bir dengeye oturtmayı ve Kıbrıs sorununda hem Türkiye hem de Yunanistan tarafından kabul edilen bir çözüm aracılığıyla, Yunan-Türk dostluğunu yaratarak “Kuzey Duvarı’nı güçlendirmeyi umuyordu. Ancak ne Makarios ne de Yunanistan’ın seçimle iş başına gelen George Papendreou hükümeti taksim planlarını kabul ediyordu. O sırada Kıbrıs Cumhuriyeti’nin izlediği bağımsızlık ve bağlantısızlık olduğundan, taksim planlarının herhangi bir şekilde kabul edilmesi ülkeyi Yunanistan ve Türkiye arasında bölünmüş bir NATO toprağına dönüştürürdü. Aslında, taksim planlarının işlevsiz olduğu ortaya çıkmıştı. ABD “Kıbrıslıların çıkarları” ve politik iradesini değil, sadece kendi güvenliğini dikkate alıyordu.

ABD’nin Kıbrıs sorununa hem Yunanistan hem de Türkiye’yi “mutlu” edebilecek bir çözüm bulma politikası iki stratejik zorunluluğa ayrılmaz bir şekilde bağlıydı. Birincisi, “Kuzey Duvarı“ nın caydırma ve savunma konumunu sürdürmek, İkincisi Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de kuvvet dengesini NATO ve İsrail lehine korumak. Bu stratejik zorunluluklar, 1973 Ekimi’ndeki Yom Kippur Savaşı’ndan sonra ABD için özel bir aciliyet kazanan, Türkiye’nin SSCB’ye yaklaşan dış politika eğilimini yeniden dengeleme stratejisinin temelini oluşturdu.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen