1 Şubat 1999 günü vefât eden BARIŞ MANÇO’nun Âlem-i Cemâl’e vuslatının 25. sene-i devriyesinde
bu güzel insanı bir kere daha hasret, hürmet ve rahmetle anıyor, Fâtihalar gönderiyor ve 25 yıl önce kaleme aldığım bu yazıyı Et tekrâru ahsen velev kâne yüz seksen” fehvâsınca bir kere daha arz ediyorum.
O, hep bizim türkülerimizi söyledi. Bizi anlatır, bizim gibi anlatır, bizi “Biz” yapan bizim kültür değerlerimizi çok faklı ve çok latîf bir biçimde dile getirirdi. Bizim türkümüzü bir başka güzellikte terennüm ederdi. Bizim Türk’ümüzün; derdiyle hemdert, kalenderliğiyle civanmert, muhabbet ve müsâmahasını temsil îtibâriyle de çok cömertti. Ama bizden (?!) olduğu halde, bizim; millî, İslâmî ve insânî değerlerimizi inkâr edenler gibi asla nâmert değildi…
Bir gönül adamıydı, gönlümüze yeni ufuklar açan “Dönence” şarkısında;
“Simsiyah gecenin koynundayım, yapayalnız,
Uzaklarda bir yerlerde güneşler doğuyor;
Görüyorum dönence.”
dizeleri bizi alıp, “gönlümüze dar gelen” hudutlar ötesi diyarlara, Tûran illerine götürürdü…
“Bu akşam yine garip bir hüzün çöktü üstüme
Hücrem soğuk, bir tek sen varsın düşlerimde.”
diye başlayan “Benden Öte, Benden Ziyâde” şarkısı, bizlere Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende benden içerû” dizesini hatırlatırken;
“Dört kitaptan başlayalım istersen gel söze
Orda öyle bir isim var ki
Kuldan öte kuldan ziyâde
O’nu düşün O’na sığın
O senden öte benden ziyâde
Bir ben var ki benim içimde,
Benden öte, benden ziyâde.
Bir sen var ki senin içinde,
Senden öte, senden ziyâde.”
diye, ifâde ettiği O’nun, yâni “Hüve”nin kim olduğunu, ehl-i gönül çok iyi anlardı… O; zâhiren beşeri sevgiyi anlatsa da, gerçekte İlâhî Aşkı terennüm ederdi. “Yine bir gülnihâl aldı bu gönlümü” şarkısını, kadife sesiyle icrâ ederken kalbimizi fethederdi…
Bir yiğit adamdı;
“Dağlar, Dağlar” derken sanki Köroğlu olup seslenirdi. Kimi zaman “Genç Osman” edâsıyla “Beline bir ibrişim kuşak” bağlar, kimi zaman; “Estergon Kalesi, seni Nemçe illerine Allah emâneti verdik, şimdi o emâneti almaya geldik!” sözlerini bir mehter nağmesinde dile getirir, kimi zaman da “Yaz dostum, selâm almayana yiğit denir mi?” diye haykırırdı. O; Türk milletinin güzelliklerini, Anadolu insanının zengin kültürünü, insanımızın inanç değerlerini kendine özgü rumuz ve motiflerle dünyaya duyuran bir destan kahramanıydı.
Bir büyük sanatkârdı;
Geçmişten geleceğe kapılar açıp, köprüler kuran, gelenekle geleceğin sentezini yapabilen, geçmiş ile kurduğu köklü bağlardan beslenip, bu toprakların insanı olma özelliğini koruyan bir sanatkârdı. Batı çalgılarıyla, bizim tınılarımızı mezcedip, atasözlerimizle mûsikîmizi yoğuran, millî kalarak evrenseli yakalamayı başarabilen, kökünden kopmadığı için ayakta dimdik duran ve sevgi dolu yüreğiyle gönüllerde taht kuran bizden biriydi. “Güz yağmurlarıyla bir gün göçüp giden” ama “Unutamadım” diyebileceğimiz gerçek bir sanatkârdı.
Sıra dışı bir şahsiyetti;
Uzun saçlarıyla, hilâl bıyıklarıyla, kaftanıyla, cepkeniyle, parmaklarını gümüş bahçelerine çeviren yüzükleriyle farklıydı. Ve bu farklılıklarıyla sevmiştik onu biz… Bir gecede parlatılıp (!) bir günde söndürülen yıldızların (!) vârolduğu bir dünyada, 40 yıldır alnının akıyla ayakta kalmayı başardı. Bir bataklığın içinde yürüdü, ama ayağına çamur bulaştırmadı. Sansasyonel hâdiselere ve ucuz işlere hiçbir zaman prim vermedi. İsmini seviyesiz dedikodulara, medyatik skandallara karıştırmadı. Kompleksler içinde yaşamadı. Saf ve duru kaldı… Âilenin kutsiyetine inandığı için mazbut bir hayat yaşadı. Eşini ve çocuklarını objektiflerden uzak tuttu… Dünyayı doğru algılayıp, ölümü hayatın merkezine koyan inançlı bir insandı.
Bir alperendi;
Ecdâdımızın tarihinden, kültüründen, edebiyatından, tasavvufundan, atasözlerinden, deyimlerinden, folklorundan, çocuk oyunlarından nağmeler derledi. Yiğit tavırlarını, insan sevgisiyle süslerken, zarfıyla Anadolu’yu, mazrufuyla Horasan Erenlerini hatırlatıyordu.
“Duyuyorum, biliyorum, görüyorum dönence.
Dönence, gün dönende dönence,
Bir gün gelecek dönence, biliyorum.”
diyerek hudutlar ötesinde Al-Bayrağımızdan ışık bekleyen “Gönülleri birleşen, uzaklarda dertleşen” “yaslı yaralı Türkleri” anlatıyordu…
“Sen gelince bahar gelir Gülpembe
Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik Gülpembe.
Dudağımda son bir türkü Gülpembe,
Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır Gülpembe.”
dizeleriyle bizleri alıp başka diyarlara götürüyor; bu sözlerdeki mazmunlar ve sûfî tavırlarla da Kâinâtın Solmayan Gülü’nden yansımalar tedâî ettiriyordu gönüllerimize…
Yüreği kişiliğinden de büyük olan bir bilge insandı.
İnsana insanlığını kazandıran meziyetleri bilen, “kendisi olup, kendisi olarak kalan” yerli bir aydındı. İdeolojilere köle olmadı. Her kesime hitâp etti… Dünyaya karşı duruşunda kendine has sivil bir tavır geliştirerek “Milletin sanatçısı” olma bahtiyarlığına erişti. Yaşantısını fikir, sanat ve estetik üzerine kuran bir bilge insandı. “Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi” dizelerini terennüm etti ve milleti “Halil İbrâhim Sofrası”na çağırdı. “Domates, Biber, Patlıcan”, “Nâne, Limon Kabuğu” gibi gündelik kelimelerle bestelediği şarkıları insanımızın dilinden hiç düşmedi. “Gesi Bağları”nda bizleri, “Seven sarhoştur elbet, içse de, içmese de” dedirtecek bir hâlet-i rûhiyeye taşıdı…
“Adam gibi bir adam”dı;
“Adam olacak çocuklara”; “Müsâdenizle çocuklar”, “A de bakayım”, “Arkadaşım eş…” diye seslenirken, “Süper Babaanne”nin macerâlarını ve “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”yı anlattı… Gençlerin nabzını da;
“Sabah yeli ılgıt ılgıt eserken
Seher vakti ben bir yâre vuruldum”
ezgileriyle tutmasını bildi. Toplumu “7’den 77’ye” kucaklayabilen, “Kol düğmeleriyle” bizi duygusal ve hüzünlü vâdîlere götüren bir his adamıydı. Batının çok sesli ritim anlayışıyla, doğunun efsunkâr müziğini ve duygusal şarkılarını notalara dökerek; bir büyük sentezi gerçekleştiren, rûhundaki güzellikleri notalara yansıtabilen müstesnâ bir müzisyendi. Geçmişin derinliklerinden gelip, günümüzü etkileyen, geleceğe dair mesajlar veren ve kâmil mânâda “kültür elçimiz” olan mümtâz bir şahsiyetti.
Bir Osmanlı Çelebisiydi;
Halka tepeden bakmayan, kendisini milletinden ayrı görmeyen, sevgiyle örülmüş, sanatla dokunmuş, gücünü tevâzûdan ve samîmiyetinden alan bir İstanbul Efendisi’ydi. Modern zamanların seyyâhı olan bu Osmanlı Çelebisi, “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez” dese de; bu yolu bulan, bu yolda yürüyen bir insandı. “İşte hendek, işte deve” diye şarkı söyleyip dünyada ayak basmadık yer bırakmadı… O; “Uzun ince bir yolda” gezdiği ve gördüğü 150 ülkeyi bizlere gösteren, tanıtan ve çağın gezginlerinden olan, Evliyâ Çelebi’nin has torunu ve tam bir “Osmanlı” idi. Ve son bestesini Osmanlı için yapan bir Osmanlı Çelebisi’ydi…
Kalender bir şahsiyetti;
“Aldığım nefesin hakkını vermeliyim, 43 numara ayakkabı giyiyorum -bu 30 santimetrekare bir yer işgal eder- bastığım bu topraklara karşı da sorumluluğumu yerine getirmeliyim” diyen bir insandı. 56 yıllık ömrünü dolu dolu yaşadı ve geride iki yüzden fazla kaliteli beste bıraktı.
Güzelliklere kara sevdâlı “bir güzel insan”dı;
Milletin büyük sevgisine mazhâr olan nâdide bir sanatkârdı. “Kara Sevdâ”sı sadece bu toprağın insanına ya da Anadolu’ya değil, Türk Dünyası’na ve bütün insanlığa hitâp ediyordu. Bu sebeple “Yine Yol Göründü Gurbete” diyerek bizleri hüzünlendirirken, “Hemşerim Memleket Nire” dizelerinde de ayrı bir güzellik sergiliyordu…
Velhâsıl O, “Kara haber tez duyulur” dedi. Ve öyle de oldu… Âniden bir yıldız kaydı ülkemizden… Onun için, “Bizim iller sensiz, bizim iller sessiz…” Yarım kaldı, Barış Çelebi’nin hazırlığını yaptığı, 37 ülkede çekilecek olan “Türklerin 4000 Yılı” belgeseli…
Ülkemizin gerçeklerini dile getiren, bu toprağın sesi olmaya özen gösteren, besteci, yorumcu, şâir, seyyah, yapımcı ve sunucu olan bu Osmanlı Çelebisinin, insanımızın kalbinde müstesnâ bir yer bulduğu ölümünden sonra daha açık olarak ortaya çıktı. Son yolculuğuna, bir sevgi seli içinde; “her kesimden” binlerce kişi tarafından uğurlandı. “7’den 77’ye” herkesin ardından gözyaşı döktüğü bu büyük usta bizlere vedâ ederken; kökünden kopmayan, kültürünü hakir görmeyen, millete saygılı olan, eserleriyle gönlümüze ışık saçan, ortak değerlerimizi yücelten ve herkesi sevgiyle kucaklayan insanları, halkımızın baş tâcı edeceğini / ettiğini bir kere daha ispatladı. Türk milleti; millî ferâseti sâyesinde kendisine hizmet eden, millî, İslâmî ve insânî değerlere sevgi ve saygı göstermiş olan herkesi el üstünde tuttuğunu, her zaman -özellikle de cenâzelerde- âşikâr etmiştir…
İsmiyle müsemmâ olan, hem kendi kendisiyle, hem milletiyle hem de bütün insanlıkla barışık yaşayan bu güzel insanın gönlümüzde ayrı ve özel bir yeri olacaktır. Bir kelâm-ı kibârın ifâde ettiği gibi “Eser bırakmayanın yerinde yeller eser…” O, muhteşem eserler veren, eserleriyle ölümsüzleşen “Biz”den biriydi… “Biz” kalarak da evrenselliğin yakalanabileceğini herkese gösteren bu Osmanlı Çelebisine kendi dizeleriyle;
“Unutma ki dünya fâni,
Veren Allah alır canı
Ben nasıl unuturum seni
Can bedenden çıkmayınca”
diyoruz…
Bizim milletimiz; “adam” olanı, “adam gibi” sever. Biz onu çok sevdik… İnancımız ve duâmız odur ki, Yüce Rabbimiz de çok sevdiği için genç denecek yaşta Hilâl bakışlı, turkuaz sevdâlı bu güzel insanı da Âlem-i Bekâ’ya aldı. Bir ehl-i dil; “Ehl-i îmânın ölümüne semâ ve arz ağlar” demektedir. Biz ağlamışız ne çıkar, Barış Manço’nun ölümüyle, günlerce semânın gözyaşı hiç dinmedi…
Allah (c.c.) rahmet eylesin.
Rûhu şâd, kabri nur, mekânı Cennet olsun… Âmin…
El-Fâtiha…
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Türk Yurdu Dergisi, Mart-Mayıs 1999, Cilt: XIX, Sayı: 139-141, Sayfa: 225)