Editörlerimizden Sayın Mustafa TEZEL ile Değerli Yazarımız Ahmet URFALI’nın söyleşisi.
Söyleşi: Ahmet URFALI[1]
Mustafa Bey, siz asıl mesleğiniz yanında ülke/dünya sorunları ve çözüm yollarıyla ilgili okuyup yazıyorsunuz. Bu ilgi ve alâkanın alt yapısında hangi nedenler yatmaktadır? Nasıl bir kültür ortamında yetiştiniz? Düşüncelerinizin şekil almasındaki ana kaynaklar nelerdir?
M. TEZEL: Anadolu’nun en eski yerleşim ve ticâret merkezlerinden birisi olan Tosya’da doğdum. Ben küçük yaşlarda iken -Babamın işi sebebiyle- önce Karabük’e, sonra da İstanbul’a taşınmış olmamıza rağmen, Tosya ile irtibatımız sıkı bir şekilde hep devâm etti. Bu köklü geçmişi olan beldemiz, 1980’li yıllara kadar, millî kültürümüzün bütün unsurlarının canlı bir şekilde yaşatılabildiği yerlerdendi.
Âilem ve yetiştiğim çevrenin millî-mânevi konulardaki hassasiyeti çok yüksekti. Çocukluk yıllarımda evde ve yaşadığım çevrede aldığım kültür ve millî-mânevî konularda edindiğim bilincin, ortaokul-lise çağlarından itibâren semeresini vermeye başladığını düşünüyorum. Nitekim, 1980 öncesinin o çalkantılı döneminde, herhangi bir teşvik ve yönlendirme olmadan, kendiliğinden, milletimizin ve devletimizin karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi sezerek, aynı hassasiyetleri taşıyan milyonlarca akranımla birlikte, mukaddes bildiğimiz değerler uğruna, mücâdeleye atıldım.
Ülkemizin güçlü ve müreffeh olmasını, esir Türklerin hürriyetlerine kavuşmasını; Türk Milletinin öncülüğünde, öncelikle -zelil durumda olan- İslâm Dünyâsı’nın ayağa kaldırılmasını ve sonrasında, tıpkı güçlü olduğumuz zamanlardaki gibi, yine milletimizin öncülüğünde “bütün insanlığın huzur ve güven içinde yaşayabileceği” bir yeryüzü nizamının tesis edilmesini, arzuluyorduk. Sıradan insanlara mahsus her türlü hevesten vazgeçmeyi gerekli kılan bu büyük amacı gerçekleştirebilmek için, iyi bir eğitim almalı, çok çalışmalı ve her bakımdan “en iyi” olmalıydık; iyi ve ahlâklı bir insan, iyi bir evlât, iyi bir eş, iyi bir ebeveyn, iyi bir vatandaş ilh… Dündar Taşer’in deyimiyle “kadife eldiven içinde çelik bir yumruk olmalı”; Bulunduğumuz yerde mutlaka -kendiliğinden- farkedilmeli, parmakla gösterilmeli; Yüzyıllardır medeniyet yarışında geride kalan Türk Milletini muasır medeniyetin üzerine çıkarmak için gerekli donanım ve yüksek ahlâkî vasıflara muhakkak sâhip olmalıydık. Bu amaçla gece gündüz çalışıyor; seminerlere katılıyor, durmaksızın okuyorduk. Daha sonra İktisat Fakültesi’nde hocam olan Mehmet Eröz’ün doçentlik tezi “Marksizm-Leninizm ve Tenkidi”ni okuduğumda, henüz lise ikinci sınıf talebesi idim. Bu dönemde, Nihâl Atsız, Osman Turan, Orhan Türkdoğan, Mümtaz Turhan, Erol Güngör gibi ediplerimizin/düşünürlerimizin eserleri zihin, ruh ve gönül dünyamızın şekillenmesini sağlamaktaydı.
Yaklaşık üç sırdan buyana ricat hâlinde olan medeniyetimizi yeniden -eskiyi gölgede bırakacak ve bütün geçmiş hesapların görülmesini sağlayacak- bir görkemlilikle yeniden ayağa kaldırılması gibi azim bir işin bütün sorumluluğunu âdetâ omuzlarımızda hissediyorduk. Geceler boyu ülkenin-dünyânın gidişâtına dâir uzun ve harâretli tartışmalar yapıyor, bir sonuca varamadığımız zamanlarda, bunları seminer konusu hâline getiriyor, o dönemin kısıtlı kaynaklarından bilgi edinmeye ve sonuca ulaşmaya çalışıyorduk. Kutlu ülkümüz uğruna canımızı, gençliğimizi ve istikbâlimizi ortaya koymaktan çekinmiyorduk. Okul dışında meşgâlelerimiz olmasına rağmen, yine de eğitim gördüğümüz okullarda en başarılı öğrenciler arasında yer alıyorduk.
12 Eylül darbesi, böylesine hâlis düşüncelerle, yaşıtlarımızın çoğunun “oyunda-oynaşta” vakit öldürdükleri çağda “vatanın felâhı için” akıllara durgunluk veren meşakkatlere katlanmayı gurur vesilesi sayan bu nesle -gerçek anlamda- “darbe” vurdu, ne yazık ki. “Güçlü, öncü ve müreffeh bir Türkiye inşâı” amacını etkisiz kılmayı; Türkiye’yi rotasından çıkararak, “kontrol altında tutulan bir ülke” hâline getirmeyi amaçlayan çevrelerin destek ve yönlendirmesiyle yapıldığına inandığım bu elim olayın müsebbiplerinin, huzuru mahşerde hesaplarını nasıl vereceklerini merak ediyorum.
Ülkemizin en köklü sivil toplum kuruluşu Türk Ocaklarında ve Eskişehir yerelinden evrensele hitap eden Kırmızılar Hareketinde etkin görevlerde bulunmaktasınız. Her iki kuruluş, “Türk medeniyetini yeniden inşa etmek” gibi yüce bir değeri hedef alarak yoluna devam etmektedir. Siz, yazılarınızda; “Medeniyet Tasavvuru ‘Yaşayarak’ Yapılır, Yalnız ‘Konuşarak’ Değil’’ ve ‘’Medeniyet Tasavvuru; Evet Ama, Nasıl’’ başlıklarıyla konuyu değerlendiriyorsunuz. Medeniyet tasavvuru nedir? Türk medeniyeti yeniden nasıl inşa edilecektir?
M. TEZEL: Medeniyet tasavvuru, bir medeniyetin karşılaştığı ve karşılaşması muhtemel olan sorunlara, ana ilkeleri çerçevesinde çözümler üretme çabası olarak tanımlanabilir.
Bir medeniyet, karşılaştığı sorunlara -ana ilkelerinden sapmadan- çözümler üretebildiği sürece, terakki eder, gelişir; aksi durumda, durağanlaşır, medeniyet yarışında geride kalır ve hattâ sükût edebilir.
Bir medeniyetin terakkisi yolunda ileriye sürülen çözüm önerileri kuvveden fiîle geçirilemediği takdirde, etkisi sınırlı olur.
Elbette, ileri sürülen her görüşün tatbik edilebilmesi mümkûn değildir. Dolayısıyla, hangi görüşün nasıl uygulanacağı konusu da yine tartışma/tecrübe sürecinde aşılması ve çözüm üretilmesi gereken bir “mesele” olup, Batı’da ortaya çıkan modernleşme, demokrasinin ve ulus-devlet yapılanmasının gelişimi gibi süreçleri bu çerçevede değerlendirmek doğru olur.
Medeniyet tasavvuru, düşe-kalka yapılan, sonu olmayan, meşakkatli bir süreçtir.
Diyelim, sosyal adalet ve kul hakkı konusuna çok önem veriyoruz. Bu değerlerin hayâta geçirilmesi o kadar kolay değildir, farklı yöntemler/teklifler sözkonusu olabilir; bu değerleri hayâtımıza tatbik etmemizi güçleştiren çok büyük engellerle karşılaşabiliriz; farklı öneriler arasından hangisinin daha uygun olduğuna karar vermekte zorlanabiliriz. Böyle durumlarda, sigortasız işçi çalıştırmak, çalışana hak ettiğinin altında ücret vermek, fabrikanın atıklarının çevre ve insan sağlığını tehdit etmeden bertaraf edilmesini sağlayacak yatırımların yapılmasından kaçınmak, vergi kaçırmak, bir mal ya da hizmeti daha ucuza temin etmek maksadıyla belge istemekten imtina etmek, mevzuata uygun olmayan bir işimizin görülmesi ve/veya kurallara uygun olan bir işimizle ilgili sürecin hızlandırılmasını sağlamak amacıyla kamu görevlilerine çıkar sağlanması gibi hususlarda, rekabet şartları, maddî güçlükler, başka çıkar yol bulunamaması vb. gerekçelerle, inandığımız değerler ile çelişen bir tutum içerisinde olabilir, bu tutumumuzu mâzur göstermek için de ilk bakışta haklı gibi görünen gerekçeler ileri sürebiliriz. İşte, medeniyet tasavvuru, bu yola sapmadan, önümüze çıkan engellerin ortadan kaldırılması ve inandığımız değerlerin hayata geçirilmesini sağlayacak yol ve yöntemlerin mutlak surette bulunması için dâimî bir çaba içinde olunmasını ifâde eder.
Batı Medeniyetinin XII.-XIII. Yüzyıllardan sonraki serencâmı, bu açıdan dikkate şayandır.
Kilisenin tasallutuna karşı verilen mücâdele, laiklik ilkesinin doğmasını sağlamış ve dünyevî otorite ile uhrevî otoritenin sınırları belirlenmeye çalışılmıştır.
Hükümdarın/yönetenlerin keyfî uygulamalarının ortadan kaldırılmasına yönelik çabalar, demokrasi, hukûkun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, düşünce-inanç ve teşebbüs hürriyeti gibi ilkelerin/kurumların ihdas edilmesini sağlamıştır.
Batılı toplumların kendi aralarında dînî, siyâsî ve iktisâdî sebeplerle yaptıkları uzun ve kanlı savaşlara son verme çabası, ulus-devlet ilkesinin hayta geçmesinin yolunu açmış; uluslararası hukûk alanında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Bilâhare, umûmî savaşlar sonrasında, dünyâ milletleri arasındaki siyâsî, iktisâdî, kültürel vb. ilişkilerin -üzerinde mutabakat sağlanan- kurallar çerçevesinde yürütülmesini temin etmeye çalışan uluslararası kurumlar oluşturulmuştur.
Hristiyanlığın ölümden sonraki hayatı önceleyen, bu dünyayı gözardı eden ve otoriteye -özellikle de dînî otoriteye- itaati teşvik/tavsiye eden yorumları, Batı Medeniyetinde yaklaşık bin yıl süren ve Ortaçağ olarak adlandırılan durağanlaşma döneminin yaşanmasına yol açmış; bu durum, kilisenin etki alanının daraltılmasını ve din kurumunun (aslında, Hristiyan inancının) yeniden yorumlanmasını gerektirmiştir.
Batı’da, bahsedilen zaman diliminde, ideal olanı bulabilmek için, hemen her alanda birbirini nakzeden sayılamayacak kadar çok teori ortaya atılmış, bunlardan bir kısmı yalnız tasarı/iddia safhasında kalırken, bir kısmı da tatbik imkânı bulmuştur. Misâl vermek gerekirse, “kuvvetler birliği” görüşünü de “kuvvetler ayrılığı” görüşünü de; demokrasiyi ve bireyi ön plâna alan görüşleri de, topluma öncelik tanıyan görüşleri ve/veyâ totaliter ideolojileri de savunan düşünürler olmuş; farklı zamanlarda bu görüşlerden bâzıları uygulanmış, fayda ve mahzurları görülmüş ve bu deneyimlerden dersler çıkarılarak, hukuk, demokrasi, inanç-düşünce ve teşebbüs hürriyeti gibi konularda daha iyi bir seviyeye gelinmesini temin edecek kuralların/kurumların ihdas edilmesi sağlanmaya çalışılmıştır.
Şu kadar ki, bütün bu çabalar, çoğu zaman uzun süren ve zaman zaman dünyanın önemli bir kısmını da etkisi altına alabilen umûmî savaşların, kanlı ihtilallerin ve toplumun geniş kesimlerinin büyük acılar çekmesine sebep olan toplumsal mücâdelelerin yaşanmasına da yol açmış; bu çatışmaların, hem Batı, hem de insanlık için ağır mâliyetleri olmuştur. “Medeniyet tasavvuru uzun ve meşakkatli bir süreçtir.” derken, kastedilen de budur.
Netice itibâriyle, Batı Medeniyeti, XVI. asırdan sonra hız kazanan atılımları sonucunda, medeniyet yarışında öncülüğü ele almıştır; en azından üç yüzyıldan buyana hâkîm/yaşayan medeniyet konumundadır. Ancak, Batı Medeniyetinin yeniden yükselişe geçmesiyle birlikte, bilim, teknoloji, hukûk, iktisat vb. alanlarda tahayyül sınırlarını zorlayan gelişmeler vukû bulmasına rağmen, insanlığın daha huzurlu ve mutlu olması sağlanamamıştır. Batı Medeniyetinin, gerek Batılı toplumların, gerekse insanlığın bütün sorunlarına ideal çözümler üretebildiğini söyleyebilmek zordur. Bunda, Batı Medeniyeti’nin gücü ve menfaati önceleyen bir anlayışa sâhip olmasının etkisi büyüktür.
Bizim inancımız, bütün kâinatı, canlı-cansız bütün varlıkları Yaradanın eseri olarak telâkki eder ve saygı duyulmasını, ihtimam gösterilmesini temel alır.
Türkler, târih sahnesine çıktıkları ilk günden buyana, yeryüzünde bütün insanlığın huzur, refah, adâlet ve güven içinde yaşatılmasını sağlayacak bir yeryüzü nizamının kurulmasını ve yaşatılmasını şiâr edinmişler, bu konuda Tanrı tarafından görevlendirildiklerine, bu ulvî göreve uygun düşmeyen bir yola saptıkları takdirde Tanrı tarafından cezalandırılacaklarına inanmışlardır.
Bizim anlayışımıza göre, İslâm Dînî de, insanın insana tahakküm etmesine yâni sömürüye ve hukûksuzluğa izin vermez; toplumların liyakat, adâlet ve meşveret (ortak akıl) üzere yönetilmesini esas alır.
Türkler, X. Yüzyıldan sonra İslâm inancıyla da takviye edilen bu yüksek anlayışı bütün târihleri boyunca uygulama çabası içinde olmuşlar; güçlü oldukları dönemlerde, egemenlikleri altında bulunan yerleri, inanç-köken-sınıf vb. ayırımlar gözetmeksizin, bütün insanların huzur ve güven içinde yaşayabildiği bir huzur beldesi hâline getirmeye çalışmışlardır.
Vakıa, XVI. Yüzyılın başlarından itibâren medeniyetimizin -çeşitli sâiklerin tesiriyle- durağanlaşmaya başladığı; Batı Medeniyetinin öncülüğünde hayatın çeşitli veçhelerinde kaydedilen gelişmelere muvâzi çözümlerin üretilmesi, gerekli ilke ve kurumların oluşturulması konusunda, gösterilen bütün gayretlere rağmen arzu edilen başarının sağlanamadığı görülmektedir.
Günümüzde, Müslüman toplumların büyük bir bölümü, refah, hukûk güvenliği, sosyal adâlet, insan hakları, demokratik kurumların işleyişi gibi konularda, insanın içini sızlatan bir görünüm arzetmektedir.
Bu noktayı nazardan hareketle, insanlığın bugüne kadar ki tecrübeleri de gözönünde bulundurularak, nimetlerin, külfetlerin ve kaynakların bireyler ve toplumlar arasında hakkaniyet çerçevesinde dağıtımına imkân veren ve bütün insanlığın huzur ve güven içinde yaşatılmasını esas alan bir yeryüzü nizamının yeniden Türklerin öncülüğünde tesis edilmesi, bizim için târihî ve insânî bir görev olarak karşımızda durmaktadır.
Türk Medeniyetinin yeniden inşâsı, öncelikle medeniyetimizde durağanlaşmaya yol açan sebeplerin tespitini ve çözüme kavuşturulmasını gerektirir. Bu bağlamda, bilim düşüncesinin yeniden teşekkûlü; donanımlı, değerlerini özümsemiş, yaradılış gâyesinin idrâkinde şahsiyetli bireylerin yetişmesine imkân veren -bu konuda en iyi durumda olan ülkelerin sistemleriyle kıyaslanabilecek evsafta- nitelikli bir eğitim sisteminin tesis edilmesi; “kanaat ekonomisi” olarak tanımlayabileceğimiz, üretim faktörlerinin daha ziyâde emek ve topraktan ibâret olduğu tarıma dayalı bir iktisâdî sisteme göre şekillenmiş olan iktisâdî dünyâ görüşümüzün, bilgi-teknoloji, sermâye ve teşebbüs gibi faktörlerin öncelikli hâle geldiği modern iktisâdî yapıyı kavrayabilmesini sağlayacak zihniyet dönüşümünü gerçekleştirebilmesi; bu çerçevede gelirin âdil dağıtılması, sömürünün ve sermâyenin belli ellerde temerküzünün önlenmesi ve böylelikle Batı Medeniyeti’nin en büyük zaafı olan ve günümüzde yaşanan insanlık dramının da esas sebebini teşkîl eden “insanın insana tahakkümü” konusuna çözüm bulunması (adâlet, liyakat, hürriyet gibi ilke ve kavramların bu çerçevede yorumlanması) gibi hususların “medeniyetimizin yeniden iyhâ ve inşâ edilmesi” konusunda mihenk taşı olduğu gerçeğinin hiç hatırdan çıkarılmaması, bilhassa büyük önem arzetmektedir.
“Eskişehir Uluslararası Demiryolu Sanayi Üretim Merkezi Olabilir (Mi)?” başlıklı araştırma yazınızda Eskişehir’i “Türk Demir Yolu Sanayiinin Kalpgâhı” olarak nitelendiriyorsunuz, Eskişehir’in Türk Demir Yolu Sanayiindeki yeri ve konumu nedir?
M. TEZEL: XVIII. yüzyılın son çeyreğinde buharlı makinenin sınâî üretimde kullanılmaya başlamasıyla, insanlık târihindeki en önemli dönüm noktalarından birisi yaşandı. Sanayi inkılâbı adını verdiğimiz bu dönüşümün temel aracı olan buhar teknolojisinin, XIX. Yüzyılın ilk çeyreğinde ulaşım sistemine uyarlanması ve buhar gücüyle hareket eden demiryolu araçlarının üretimine geçilmesi, sanayi inkılabının muazzam bir hızla dünyayı dönüştürmesinde en etkili sâiklerden birisi hâline geldi.
XIX. yüzyılın kalan döneminde, önce Avrupa baştanbaşa demir ağlarla örüldü, sonra bu süreç İngiltere, Fransa, Hollanda gibi sömürgeci ülkeler tarafından, başta Hindistan ve Güney Afrika gibi bölgeler olmak üzere, sömürgelerine taşındı. Kezâ, bilhassa XIX. yüzyılın ikinci yarısında ABD’nde 200 bin km’ye yakın demiryolu hattı döşendi (Hatırlatalım, hâlen bütün Avrupa kıtasındaki demiryolu hatlarının toplam uzunluğu 210 bin km civarındadır.). Demiryollarının yaygınlaşması, ulaşım mâliyetlerini düşürdü; hammadde ve ürünlerin üretim merkezlerine ve pazarlara taşınmasını kolaylaştırdı. XVI. yüzyıldan sonra, coğrâfî keşiflerin sağladığı imkânlar sâyesinde kadim medeniyetlere (Türk, Fars, Hint Çin vs.) iktisâdî ve teknolojik bakımdan üstünlük sağlamaya başlayan ve sanayi inkılâbı ile bu üstünlüğünü pekiştiren Batı, XIX. yüzyılda demiryollarının gelişmesiyle birlikte, her bakımdan aradaki mesâfeyi çok açtı. Öyle ki, XIX. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Batı, dünyânın geri kalan kısmının tamâmına yakınını -Türkiye dışında- sömürgeleştirdi ya da kontrol imkânına kavuştu. Türkler, bu zaman zarfında aynı akıbeti yaşamamak için çetin bir mücâdele verdiler; fakat bu esnâda -tabiatıyla- bütün kaynaklarımız da (insan, sermâye, toprak vs.) tükenme noktasına geldi.
İmparatorluk Türkiye’si, buhar teknolojisinin önemini ve gerekliliğini çok erken târihlerde -XIX. yüzyılın başlarında- kavramış, bu doğrultuda ilk yatırımlar da yapılmaya başlanmıştı. Ancak, İlber Ortaylı’nın deyimiyle Türklerin bu en uzun yüzyılında uğraşılması gereken o kadar çok gâile vardı ki… Biz, savaşlar, isyanlar, sistem değişiklikleri, bütün bunların sebep olduğu mâlî-iktisâdî ve siyâsî istikrarsızlık gibi sorunlarla boğuşurken, Batı ile aramızdaki mesâfe hızla açıldı. Bütün bu sorunların yanısıra, eğitimli insan, teknoloji ve sermâye konusundaki yetersizlikler, belki bunlardan da önemlisi “buhar çağı”nın iki stratejik hammaddesi olan demir ve kömürün ülkede yeterince bulunmayışı, gerek sanayileşmenin, gerekse demiryollarının gelişimi konusunu bizim için çok sıkıntılı bir duruma getirdi.
Devlet, emeğe dayalı üretimin Batı kaynaklı sınâî üretim karşısında tutunamamasından kaynaklanan üretim açığını, Batılı anlamda iktisâdî düşüncenin henüz teşekkül etmemesinin de etkisiyle, ilk başlarda ithalâtı ucuzlatmak ve yabancı yatırımcılara ülkede kolaylıklar sağlayarak çözmeye çalışırken, demiryollarının gelişimini de yine yabancı yatırımcılara imtiyaz vererek temin etme çabasına girişti.
Ülkemizde, ilk olarak, 1856 yılında İzmir-Aydın arasında yapılan 156 km’lik hattın inşâsıyla başlayan demiryolu yatırımları, Sultan II. Abdülhamit’in tahta geçmesiyle hız kazandı ve İmparatorluk târih sahnesinden çekilinceye kadar geçen sürede yaklaşık 12 bin km’lik demiryolu inşâ edildi. Bunun tamâmına yakını imtiyazlı yabancı şirketler tarafından yapılmıştı ve yine onlar tarafından işletilmekte idi. XIX. yüzyılın sonlarında, önce Almanlara imtiyaz verilmek suretiyle İstanbul-Bağdat Demiryolu, sonra da -İmparatorluğun ilk millî demiryolu yatırımı olan- Hicaz Demiryolunun inşaatına başlandı.
Bağdat Demiryolunda çalışacak demiryolu araçlarının bakım-onarımlarını yapmak için, 1894 yılında Eskişehir’de Cer Atölyesi açıldı. Bugün ülkemizin en önemli sanayi tesislerinden birisi olan TÜLOMSAŞ’ ın nüvesini teşkîl eden Cer Atölyesi, sonraki dönemlerde çok önemli başarılara imza attı. Demiryolu araçlarının bakım-onarımının yanısıra, Millî Mücâdele sırasında toplarımızın -gâlip devletlerce sökülen- kamaları burada imâl edildi. 1950’li yıllarda ilk yüzdeyüz yerli buharlı lokomotifler, 1962 yılında Türkiye’nin ilk yerli otomobili olan Devrim burada üretildi. 1970’li yıllarda yük vagonu üretiminin yanısıra, DE 24000 tipi lokomotifler ve bunların 2400 BG’ ndeki dizel motorlarının -% 85 yerlilik oranıyla- üretimine başlandı. 1980’ li yıllardan itibâren, GM, TOSHIBA, GE gibi firmalarla yapılan lisans anlaşmalarıyla çeşitli tip ve güçte dizel-hidrolik, dizel-elektrikli ve elektrikli lokomotifler ile çeşitli demiryolu bakım-onarım araçları üretildi. Hâlihazırda, GE lisansı ile -kendi sınıfında dünyânın en güçlü lokomotifleri arasında olan- DE 36000 tipi (3600 HP) dizel-elektrikli lokomotifler ve Rotem lisansı ile E 68000 tipi (6800 HP) elektrikli lokomotifler üretilmektedir. Bu lokomotiflerde yerlilik oranı şu an için % 50’nin altında olmakla birlikte, yerlileştirme çalışmaları hızla devâm etmektedir. TÜBİTAK ile yapılan işbirliği sâyesinde özgün E 1000 tipi (1000 HP) lokomotifin üretimi tamamlanmış olup, özgün E 5000 tipi (5000 HP) lokomotif ile -geleceğin lokomotifi olarak adlandırılan- özgün E 1000 tipi hibrit lokomotifin tasarım-üretim çalışmaları sürmektedir. DE 36000 tipi (3600 HP) lokomotif ile bâzı motor parçalarının ve demiryolu gereçlerinin ihracatı yapılmakta olup, artış eğilimindedir.
Bu noktada, TÜLOMSAŞ’ ın -ve, dolayısıyla Eskişehir’in- Türk Sanayii ve demiryollarımız açısından günümüzde taşıdığı önem ve gelecek için vadettiği potansiyel hakkında konuşmadan önce, bâzı hususları vurgulamakta yarar görüyorum.
Ülkemizde, 1950’ li yıllardan sonra, 2000’ li yıllara kadar, demiryollarına yapılan yatırımların durma noktasına gelmesi, demiryollarımız için olduğu kadar ülkemiz için de büyük tâlihsizlik olmuştur. Zira, demiryolu, ucuz, emniyetli, rahat ve çevreci bir ulaşım sistemidir.
Öteyandan, XX. Yüzyılın başlarında otomotiv sektöründe kaydedilen gelişmeler sebebiyle, demiryollarının nisbî önemi -ârızî gelişmeler dışında- bütün dünyâda azalma eğilimine girmiştir. Tâ ki, 1964 yılında, Japonların, Tokyo-Osaka arasında Şinkansen (kurşun tren) adını verdikleri 250 km sürat yapabilen yüksek hızlı treni işletmeye almalarına kadar. Sonraki yıllarda, başta Japonya, Almanya ve Fransa olmak üzere, gelişmiş ülkelerde yüksek hızlı demiryolu araçlarıyla, bilhassa yolcu taşımacılığı süratle artmaya başlamıştır.
Günümüzde 350-450 km. hız yapabilen yolcu trenleri, pek çok ülkede ticârî olarak kullanımdadır. Japonya, Çin ve Almanya gibi ülkelerde saatteki hızı 600 km’nin üzerinde çıkabilen maglev tipi (raylara sürtünmeden ilerleyen) trenlerin denemeleri yapılmakta ve hız seviyesinde sürekli yeni rekorlar kırılmaktadır. ABD’nde 2016 yılında yapılan bir denemede, maglev tipi trenin saatteki hızı 1000 km’nin üzerine çıkmıştır[2].
Yine, AB’nce, bütün Avrupa’yı bir ağ gibi saracak olan “Trans-European Network (TEN)” “Avrupa yüksek hızlı demiryolu ağı” projesinin inşâ çalışmalarında son aşamaya gelinmiştir. 2000 yılında başlayan ve 500 milyar Euro harcama yapılacağı öngörülen sözkonusu proje 2020 yılında tamamlandığında 78 bin km uzunluğunda yüksek hızlı demiryolu yapılmış olacaktır. Almanya’da, yüksek hızlı hatlarda gece saatlerinde konvansiyonel (hızı 200 km’nin altında olan) trenlerin işletilmesine de başlanmıştır.
Demiryolu araçlarının hızlarının sürekli artması, teknolojik gelişmeyle birlikte daha güvenli ve düşük mâliyetli araçların üretilebilir olması, gerek yük, gerekse yolcu taşımacılığında demiryollarının payının -bilhassa gelişmiş ülkelerde- yeniden kaydadeğer ölçüde artmasını sağlamaktadır. Yakın gelecekte, yapılan yatırımlarla, AB ülkelerinde demiryollarının payının -yaklaşık iki misli bir artış ile- yolcuda % 10 ve yükte % 15 oranlarının üzerine çıkması hedeflenmektedir.
2018 yılı itibâriyle, hâlihazırda bütün dünyâda işletilmekte olan yüksek hızlı tren hatlarının uzunluğu yaklaşık 43 bin km’dir; yapım hâlinde, plânlanan ve tasarlanan hatlar da devreye alındığında, iki katından fazla bir artışla 98,5 bin km’ye ulaşacaktır[3].
Ülkemizdeki yüksek hızlı demiryolu hattı uzunluğu ise, 2018 yılı itibâriyle 594 km’dir; yapım hâlindeki, plânlanan ve tasarlanan demiryolu hatları tamamlandığında, 6.836 km uzunluğa ulaşacaktır.
Ülkemizde, 2000’li yıllardan sonra yapımına başlanan metro, hafif raylı sistem, demiryolu ve yüksek hızlı demiryolu hatlarıyla, demiryollarının 1950-2000 yılları arasındaki durağanlığı telâfi edilmeye çalışılmaktadır. Demiryollarının hâlihazırda yolcuda % 2 ve yükte % 5 olan payının, inşâ, proje ve tasarı hâlindeki demiryolları hizmete girdiğinde, sırasıyla % 10 ve % 15 seviyelerine yükselmesi beklenmektedir.
Öteyandan, ülkemizde, demiryolları konusunda yaklaşık 15 yıldan buyana hızlanan yatırımlara rağmen, AB ile bir kıyaslama yapıldığında, hâlâ katedilmesi gereken çok mesâfe bulunmaktadır. Nitekim, AB ülkelerinde, 1000 km’ye düşen demiryolu uzunluğu ortalaması 56,3 km iken, ülkemizde 11,2 km’dir. Kezâ, AB’nde 10 bin kişiye düşen demiryolu uzunluğu 5,6 km iken, ülkemizde yalnızca 1,2 km’dir. Bu durum, ülkemiz demiryollarının kabataslak bir hesaplama ile yaklaşık 5-6 misli büyüme potansiyeline sâhip olduğu anlamına gelmektedir.
Bütün bunların yanısıra, demiryollarının önemini uluslararası alanda artıracak olan asıl önemli gelişme, Avrupa’yı Uzakdoğu’ya bağlayacak olan projelerdir. Çin’den İngiltere’ye kadar uzanacak olan demiryolları, Avrupa ve Çin arasında hâlen tamâmiyle denizyolundan yapılmakta olan yük taşımacılığının kaydadeğer bir kısmının demiryollarına kaymasını sağlayacaktır. Bilhassa Çin bu konuya büyük önem vermektedir. ABD’nin Pasifikte Çin’in hareket kabiliyetini daraltmak ve ticârî faâliyetlerini -gerektiğinde- denetim altına alabilmek amacıyla giriştiği operasyonların muhtemel olumsuz etkilerinden kaçınabilmek için, büyük ölçüde eski yüzyıllarda uluslararası ticâretin candamarını oluşturan İpek Yolu ve Baharat Yolu güzergâhlarını tâkip edecek şekilde, Asya’nın en doğusundan Avrupa’ya ulaşacak olan ve yaklaşık 1 trilyon dolara mâl olması beklenen “bir kuşak, bir yol projesi”ni hayâta geçirmeye çalışmaktadır.
Bir Kuşak Bir Yol Projesi (muhtemel güzergâhlar)[4]
Burada Size özetlemeye çalıştığım hususlar, 15-20 yıldan buyana dünyâ ekonomisinden daha hızlı büyümekte olan uluslararası demiryolu sanayiinin, önümüzdeki yıllarda da bu yüksek büyüme hızını koruyabileceğini ortaya koymaktadır. Dünyâda ve ülkemizde yapım, proğram ve tasarı hâlindeki demiryolu hatları devreye alındıkça, tabiatıyla yeni araçların üretilmesini de gerektirecektir.
Bütün bu gelişmeler, Ülkemizin en eski ve köklü sanayi merkezlerinden birisi olmasına rağmen, 1950’li yıllardan sonra sanayileşme konusunda Bursa, Kocaeli, Adana gibi illerimizin gerisinde kalan Eskişehir için, önemli bir fırsat sunmaktadır. Zîrâ, ülkemizin en eski sanayi kuruluşlarından TÜLOMSAŞ, demiryolu alanında Türkiye’nin en büyük kuruluşudur. Üretim kabiliyeti konusunda yazımızın başında ayrıntılı bilgi verilen bu köklü kuruluşun Eskişehir’de bulunması, şehrimiz bakımından büyük bir şanstır. TÜLOMSAŞ’ın, ülkemizde ve dünyâda demiryolları konusunda vukû bulan ve yukarıda özetlenen gelişmeler doğrultusunda gerekli atılımları yapabilmesi durumunda, Türk Sanayiinin yanısıra, bundan en çok yararı ilimizin göreceği ve Eskişehir sanayiinin üretim, ihracat ve istihdam gibi konularda Türkiye ortalamasının üzerinde gelişme kaydetmesinin imkân dâhiline gireceği, muhakkaktır. Hemşehrilerimizin, demiryolu sanayiinin Eskişehir için taşıdığı önemin farkında olmaları, bu imkânın değerlendirilebilmesi konusunda büyük önem arzetmektedir.
Bir ülkenin kalkınmasında sanayi ve buna bağlı olarak enerjinin yeri ve önemi nedir? Kaçırılan fırsatlar yanında hâlen var olan imkânlar nelerdir?
M.TEZEL: Sanayileşme ile modernleşme, şehirleşme, refah ve demokrasinin gelişimi gibi konular arasında çok güçlü bir ilişki sözkonusudur.
Sanayileşme, üretim, istihdam ve refah artışı sağlar. Enflasyon ve işsizlik, bütün toplumlar için her dâim ciddî bir sorundur. Sınâî yatırımların artırılması, bu sorunların çözümünde en emin yoldur.
Üretimin ihtiyaç fazlası kısmının ihraç edilmesi, ülkeye kaynak girişi ve dolayısıyla refah artışı sağlar; döviz yetersizliğinden kaynaklanan sorunların azalmasına yardımcı olur.
Ülkemizde, çok partili hayata geçilmesinden sonra, yaklaşık 10-15 yıllık devreler hâlinde tekrarlayan iktisâdî buhranların ana sebeplerinden birisi döviz, diğeri de tasarruf yetersizliğidir.
Ülkemizde % 5-6 nispetinde bir kalkınma hızının düzenli olarak sağlanabilmesi için, her yıl millî gelirin yaklaşık 1/3’ ünün tasarruf edilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki, millî tasarruflarımız umûmiyetle bu oranın altında kalmaktadır. Bu sebeple de, yatırımların ve kamu açıklarının finansmanı için dışarıdan borçlanmak zorunlu hâle gelmektedir.
Tasarruf açığının kapatılabilmesi için, tüketim ve tasarruf alışkanlıklarımızın değişmesi, yatırımların verimli alanlara yapılması ve yüksek teknolojiye dayalı üretimin artırılması gerekiyor.
İkinci önemli sorunumuz ise, istisnâî dönemler dışında, ithalâtımızın ihracatımızdan fazla olması, yâni dış ticaretimizin açık vermesidir. Bu durum, Ülkemizde zaman zaman nükseden iktisâdî krizlerin ve dövizdeki aşırı dalgalanmaların ana sebepleri arasında yer almaktadır. Bu sorunun da temelli bir şekilde çözüme kavuşturulabilmesi için, ülke ihtiyacının üzerinde üretim yapabilen ve fazlasını ihraç kabiliyetini hâiz güçlü bir sanayiinin vücuda getirilmesi gerektiği, açıktır.
Dış ödemeler dengesindeki açıkların başta gelen sebeplerinden birisi de, ülkemizin enerjide dışa bağımlı olmasıdır. Son on yılı esas alacak olursak, yıllık ortalama enerji ithalâtımız 35-40 milyar dolar civarındadır. Aynı dönemdeki cârî açıklarımız da aşağı-yukarı aynı seviyededir.
Ülkemizin mevcut doğalgaz ve petrol rezervlerinin yetersiz olması, ithalâtı zorunlu kılmaktadır. Enerjide dışa bağımlılığımız % 75 seviyelerindedir. 1990 yılında % 51 olan bu oran, sonraki yıllarda -iktisâdî gelişme ve tüketimdeki artışla bağlantılı olarak- mütemâdiyen artış eğiliminde olmuştur.
Enerji açığının azaltılmasına ümit verici gelişmelerin sözkonusu olduğu söylenebilir. Doğu Akdeniz’de hidro-karbon kaynaklarının tespit edilmesi ve çıkarılması durumunda, ülkemize büyük yarar sağlayacaktır. Kezâ, Güneydoğu Anadolu ve Orta Anadolu Bölgemizde varlığı bilinen kaya gazı/petrolü kaynaklarının üretimine başlanması durumunda, enerjide ithalâta olan bağımlılığımız önemli ölçüde azalacaktır. Amerikan Enerji Enformasyon İdâresi’nin (EIA) 2015 yılında yayınladığı Raporda belirtilen mevcut/üretilebilir rezervlerin değerlendirilebilmesi durumunda, mevcut tüketim miktarları üzerinden hesaplama yapıldığında, ülkemizin petrol ve doğalgaz ihtiyacını uzun yıllar boyunca millî kaynaklarından sağlayabilmesi mümkûn olabilecektir. Sözkonusu Rapor’da bahsedilen “muhtemel (riskli)” rezervlerin değerlendirilmesine imkân verecek teknolojilerin geliştirilmesi durumunda ise, ülkemiz ─hem doğalgazda, hem de petrolde─ 350-400 yıllık ihtiyâcını karşılayacak miktarda petrol/doğal gaz rezervine sâhip olacak ve dünyânın önde gelen üreticileri arasında yer alacaktır ki, bunun sonuçlarını tahmin etmek hiç de zor değildir.[5]
Güneydoğu Anadolu Bölgemizde tespit edilen “kaya gazı/petrolü” rezervleri[6]
Öteyandan, Ülkemizde, yenilenebilir (rüzgâr, güneş, jeotermal, enerji ormanları vs.) enerji kaynakları potansiyeli çok yüksektir. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Türkiye’den çok daha az günışığı alan Almanya, 2018 yılı itibâriyle toplam elektrik enerjisi üretiminin yaklaşık % 40’ ını güneş enerjisinden sağlıyor. 2050 yılına kadar Almanya’da elektriğin en az yüzde 80’inin, toplam enerji tedârikininse yüzde 60’ının yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanması hedefleniyor[7].
Ülkemizin coğrafî yapısı, yenilenebilir enerji bakımından eşsiz fırsatlar sunmaktadır. Meselâ, gelecekte, Karadeniz sâhil şeridinde, kıta sahanlığımızda, deniz üzerine kurulacak olan rüzgâr santrallerinin, enerji ihtiyacımızın mühim bir kısmını karşılaması sözkonusu olabilecektir.
Kezâ, geçmişte, ülkemizin ulaşım ve altyapı mâliyetlerinin artmasına sebebiyet veren engebeli yapısı, hibrit araçların kullanımı bakımından çok uygun bir ortam sunmaktadır. Özellikle ağır tonajlı araçlar, yokuş çıkarken harcadıkları enerjinin önemli bir kısmını, “geri-kazanım (Regenerative energy technology)” yoluyla yokuş inerken telâfi edebileceklerdir.
Ülkemiz için önemli bir enerji kaynağının da, BOR olması kuvvetle muhtemel görünmektedir. Bilindiği gibi, bor, sanayide, hemen her türlü ürünün kalitesini attırmak için kullanılmaktadır ve çok değerli bir hammaddedir. Ancak, son zamanlarda, onun değerini daha da artıracak bir gelişme sözkonusudur. Özellikle araçlarda, yakıt hücreleri yoluyla ‘bor’dan hidrojen elde edilmesi ve bunun elektriğe dönüştürülerek kullanılması yönündeki çabalar çok ilerlemiş durumdadır. Yakın zamanda, bu sistemin ticârî olarak kullanıma sunulması ihtimâli son derece yüksektir.
Dünyâ bor rezervinin yaklaşık % 70’i ülkemizde bulunmaktadır. Bor’dan -yakıt hücreleri yoluyla- ticârî elektrik üretiminin gerçekleşmesi durumunda, ülkemiz muazzam bir imkâna kavuşacaktır. Daha önce de belirttiğim gibi, cârî açıklarımızın önemli bir bölümü enerji ithalâtından kaynaklanmaktadır. İthâl edilen petrolün % 80’den fazlası, taşıtlar tarafından kullanılmaktadır. Bor’dan elektrik üretilebilmesi durumunda, ülkemizde elektrikli araç üretiminde de ciddî bir atılım sözkonusu olabilecektir.
Tabii, burada, şu hususun altını çizmek durumundayız: belki çok insan farkında değil, ancak şu anda dünyâda çok hızlı bir şekilde “elektrikli araç devrimi” yaşanmaktadır. Araç üreticileri, hızla bu konudaki üretimlerini artırmaktadırlar. İngiltere ve Norveç gibi ülkelerde, benzin ve motorinle çalışan araçlara şimdiden çeşitli kısıtlamalar getirilmeye başlanmış durumumdadır. Öyle zannediyorum ki, yakın gelecekte, üretilen araçların çok büyük bir bölümü, elektrikli olacaktır. Tabii, bu durumda, elektriğin hangi kaynaktan üretileceği konusu önem kazanacaktır. İşte, ülkemizin yenilenebilir enerji kaynakları ve bor konusunda sâhip olduğu imkânlar, iyi değerlendirilebildiği takdirde, 21. yüzyılda, en azından iki asırdan buyana hayâlini kurduğumuz muazzam kalkınma/medeniyet hamlesi için gerekli olan maddî kaynaklara ulaşmamızı mümkûn kılacaktır.
Mustafa Bey, milli kültür sizin ele aldığınız konulardan biridir. Küreselleşen dünyada milli kültürün yeri nedir? Milli kültürü yaşatıp geliştirme niçin önemlidir?
M. TEZEL: Kültür, inandığımız değerleri yaşama tarzımızdır, bu konuda geliştirdiğimiz araçlar ve yöntemlerdir.
Medeniyetimiz, insana ve tabiata değer verir. İnsanın insana tahakkümünü hoş karşılamaz. Nimet ve külfetlerin bireyler ve toplum kesimleri arasında hakkaniyetli dağıtılmasını esas alır. Bu yüzden, Türkler, sanayi öncesi çağlarda, üretim araçlarının mülkiyetinin, servetin belirli ellerde toplanmasına imkân vermeyecek şekilde sâhiplenilmesini sağlayan bir sosyo-ekonomik düzen tesis etmişlerdi. Hür insanların köleleştirilmesine ve angaryaya izin verilmez, çalışanın emeğinin karşılığını alın teri kurumadan almasına önem verilirdi.
Daha Hunlar döneminde, yılda en az iki kez Kurultay toplandığı; savaş-barış, yeni vergiler konulması, töre kurallarının değiştirilmesi gibi konularda Kurultay’ın geniş yetkilere sâhip olduğu; hattâ Hakan’ı sigaya çektiği ve gerektiğinde azline dahi karar verebildiği, biliniyor. Bu sistemin, Gök Türk Devleti son buluncaya kadar sürdüğü düşünülüyor.
X. asırdan sonra tedrîcen yerleşik düzene geçilmesiyle birlikte, merkezî otoritenin güçlendirilmesi ihtiyâcı ortaya çıktığından, bugünkü anlamda bir demokrasi anlayışına evrilmesi sözkonusu olabilecek bu süreç, ne yazık ki kesintiye uğramıştır. Ancak, sonraki çağlarda kurulan Türk Devletleri de (Selçuklular, Osmanlılar vs.), kişi hak ve hürriyetlerine saygı gösterilmesi konusunda titizlik göstermişler, toplumda ezen ve ezilenler şeklinde bir sınıflaşmanın oluşmasına izin vermemişlerdir.
Yine, eski çağlardan itibâren, Türklerin, tabiatın korunması, canlı-cansız bütün varlıklara ihtimam gösterilmesi gibi konularda, bugün dahi iftiharla hatırlayacağımız ilkeleri hayâta geçirdikleri bir vakıâdır.
Türklerin dünyâ ve âhiret konusundaki anlayışları, yaşama tarzları hep bu ilkeler doğrultusunda şekillenmiştir. Üstelik, kâinatın ve dolayısıyla bütün canlı-cansız varlıkların Tanrı’nın emâneti olarak kabûl edilmesi ve huzur ve güven içinde yaşatılmalarının Tanrı’ya karşı sorumluluk olarak algılanması, Türklerin güçlü olduğu dönemlerde, egemenlikleri altındaki bölgelerin birer “huzur beldesi” hâline gelmesini sağlamıştır.
Mehmet Genç Hocamız, Osmanlı Türklerinin Rumeli’ye geçmesiyle birlikte, esir fiyatlarının astronomik seviyelere yükseldiğini, belirtir. Zîrâ, o zamâna kadar, Avrupa’da, feodal yöneticiler, yönetimleri altında bulunan halkın mâliki konumundaydılar. Bu yüzden, herhangi bir sebeple finansman sıkıntısı çektiklerinde, yönetimleri altında bulunan insanlardan bir kısmını köle pazarlarında satışa çıkarmaları, en tabii hakları olarak kabûl ediliyordu. Bu uygulamadan muaf olanların toplum içindeki oranı çok azdı. Türklerin Rumeli’ye geçmesiyle birlikte, o vakte kadar feodal beylerin, prenslerin/kralların mülkiyetindeki bir “şey” durumunda olan geniş yığınlar, rahat nefes almışlar, Türklerin gelişini bir kurtuluş olarak görmüşlerdi. O yüzden, Türkler, Orta Avrupa içlerine kadar -iki asır gibi- çok kısa bir zaman içinde ilerleyebildiler.
Ünlü târihçi Gumilev’de, Eski Türkleri incelerken bu duruma işâret eder ve Türklerin, iyi yönetildikleri dönemlerde, idârelerine duyulan güven ve özlem sâyesinde, kıta büyüklüğündeki alanlarda çok kısa sürede hâkimiyet tesis edebildiklerini belirtir.
Magna Carta’dan itibâren Avrupa’da, daha sonra modern demokrasinin nüvesini teşkîl edecek hareketlenmeler, işte Avrupa’daki bu acımasız (yâni, köleci, sömürüye dayanan) düzene karşı başkaldırı girişimlerinden kaynaklanıyordu. Bizde, böylesine baskıcı/köleci bir siyâsî ve sosyo-ekonomik nizam hiçbir zaman sözkonusu olmadığından, modern demokrasinin yolunu açan düşünce hareketleri, ancak XIX. yüzyılın ortalarından itibâren, devletin özellikle dış baskılar sebebiyle zayıflaması sonucunda yaşanan istikrarsızlık ve düzen arayışının sonucunda filizlenmeye başlamıştır. Bu düşüncelerin toplumsal bir harekete dönüşmesi ise, ancak XX. yüzyılın ortalarında mümkûn olabilmiştir.
Bütün bunlardan çıkarabileceğimiz sonuç şudur: günümüzde, refah, huzur ve güven içinde bir ülke/dünyâ kurulması için asgârî şartlar olarak kabûl edilen meşveret usulü (demokrasi, ortak aklın inşâsı), hukûkun üstünlüğü, insan hakları, inanç-düşünce-teşebbüs hürriyeti gibi ilkeler/kurumlar medeniyetimizin âşinâ olduğu hususlardır. Fakat kabûl etmek gerekir ki, medeniyet yarışında geride kalmamıza yol açan sâikler kesin bir çözüme kavuşturulamadığından, bu esasların sanayi inkılâbı sonrasındaki çağların imkân ve ihtiyaçlarına yöndeş şekilde yeniden kurgulanmasında gecikmemize sebebiyet vermiştir. İşte, günümüzde, kültür-medeniyet köklerimizi yeniden keşfetme zarureti buradan doğmaktadır. Yeniden, yalnız insanımıza değil, aynı zamanda bütün insanlığa huzur ve güven içinde yaşama imkânı sunacak bir medeniyet atılımı başlatabilmemiz için en çok ihtiyâcımız olan iki şey; kendimizi tanımak ve aynı zamanda, günümüz dünyâsının imkân ve ihtiyaçlarını iyi tahlil ederek, canlı-cansız bütün varlıklara saygıyı esas alan değerlerimizi yeniden hayâta geçirmek; kendi kültür-medeniyet kodlarımızdan hareketle de, bütün insanlığa hitâb eden çözümler üretme arayışına girmek…
Türk aydınlanması hakkında ne düşünüyorsunuz? 13. yüzyılda Anadolu’da ve 1923 sonrası Cumhuriyet dönemindeki düşünce ve yenileşme teşebbüsleri, keza Türk dünyasında Ceditçilik ve Alaş Orda Hareketleri amaçlarına ulaşabilmiş midir? Türk aydınlanması gerçekleşebilir mi? Temel zorluklar nelerdir? Bu zorlukları aşmak için nasıl bir yol izlenmelidir?
M. TEZEL: Aydınlanma; düşünme, akletme, sorgulama eyleminin toplumun ekseriyetinde itiyat hâline gelmesini, tıpkı nefes almak gibi bir ihtiyaç olarak algılanmasını sağlayan zihinsel dönüşüm süreci olarak tanımlanabilir.
Önce, Türk ve Batı Aydınlanmaları arasındaki örtüşen ve ayrışan yönlere dikkat çekmek isterim.
Batı aydınlanması, uhrevî (kilise) ve dünyevî otoriteye (müstebit krallar ve aristokrasi) karşı verilen özgürlük mücadelesinin eseri olarak kabûl edilebilir. Bu hareketin başlamasında, Haçlı seferleri vb. yollardan İslâm Dünyâsı ile kurulan temas neticesinde, Batı Medeniyeti’nin üç temel unsurundan birisi olan Yunan düşüncesinin yeniden keşfedilmesi, matbaanın icâdı; XVII. yüzyılın sonlarına kadar Batı’da bilim dilinin Latince olması sebebiyle, entelektüel zümrenin birbirleriyle kolaylıkla iletişim sağlayabilmeleri ve bu yüzden de, aydınlar arasındaki fikrî-felsefî etkileşimin çok yüksek olması; Türklerin Avrupa’da tesis ettikleri adâlete dayalı yönetim şeklinin, Avrupalı devletlerin ve kilisenin ceberrut uygulamalarının sorgulanmasına zemin oluşturması gibi sâikler sayılabilir. Fakat, en az bunlar kadar önemli bir husus, coğrâfî keşifler sonucunda, Batı’nın, yerleşik düzenin bütün müesseselerinin zamanla temelinden sarsılmasına yol açan bir sosyo-ekonomik dinamizmin (cevvâliyetin) ortaya çıkmasıdır. Bu dinamizm, önce feodalizmin zayıflamasını ve burjuvazinin palazlanmasını sağlamış; burjuvazi, sanayi inkılâbıyla birlikte güçlenen toplumsal konumunun da yardımıyla, kral-aristokrasi-kilise ittifakına karşı meydan okuma durumuna gelmiş, bu mücadeleden gâlip çıkabilmek için de, laik-seküler-pozitivist aydınlarla ittifak tesis etmek cihetine gitmiştir. Burjuvazi, bütün bu süreçte elde ettiği kazanımları koruyabilmek ve yeni kazanımlar elde edebilmek için, demokrasiyi, mülkiyet hakkını ve teşebbüs hürriyetini güvence altına alan hukûkun üstünlüğü ilkesine dayalı bir devlet nizâmının tesisi, bu amaçlarının gerçekleştirilebilmesine zemin hazırlayacak sivil bir yapılanmanın ihdas edilmesi gibi konularda etkin bir vaziyet almış; bu mücâdelede çoğu zaman amaç birliği içinde olduğu aydınlarla dirsek temâsında olmuştur. Bu süreçte, demokrasi, hukûkun üstünlüğü, inanç-düşünce ve teşebbüs hürriyeti, ulus-devletin tesisi ve yaşatılması gibi hususlar, umûmiyetle aydınların ve burjuvazinin asgârî müştereği, yapıştırıcı unsuru hâline gelmiştir.
Batı’da, burjuvazinin, siyâsî-toplumsal konumunu sağlamlaştırdıktan sonra, bahsedilen amaçlarına ne ölçüde sâdık kaldığı, tartışılabilir. Netice itibâriyle, Hitler faşizmi gibi, târihin gördüğü en müstebit uygulamalar da, yine Batı’da, çoğu zaman burjuvazinin de desteğini arkasına alarak, neşvünemâ bulabilmiştir. Ancak, yine de, bahsedilen kurumların/ilkelerin, en azından Batı Medeniyetinin yapıcı/taşıyıcı toplumlarında/ülkelerinde kökleştiğini söylemek, herhâlde temelsiz bir iddiâ sayılmasa gerektir. Batı Aydınlanmasının en temel vasfı, toplumsal beklentilerin/taleplerin de yönlendirmesiyle, çoğunlukla aşağıdan yukarıya gelişen, güçlü sosyolojik-kültürel tabanı olan sivil karakterli bir toplum hareketi olmasıdır. Bu tanıma uygun düşmeyen gelişmelerin, onun bu karakterini değiştirecek nitelikte olmadığı inancındayım. Günümüzde, Batı Medeniyetine hayat veren ilkeler/kurumlar, devletin dayatma ve yönlendirmesiyle değil, çok zaman devlete karşı verilen, zaman zaman da büyük toplumsal acıların çekilmesine yol açan zorlu mücâdelelerin eseridir. Fransız ihtilâli, yine Fransa’da ve Almanya’da vukû bulan 1830 ve 1848 olayları bu minvâlde sayılabilir.
Türk Aydınlanmasına gelince… Kanâatimce Türk Aydınlanmasını dört temel evreye ayırmak mümkûn görünmektedir.
İlki, Maveraünnehir Okuludur. İslâmiyetin Türkler arasında henüz yeni yayılmaya başladığı X. Yüzyıldan itibâren Maveraünnehir’de, bilime, akıl, irâde ve hürriyet gibi kavramlara önem verilen tam bir aydınlanma dönemi yaşanmıştır. İbn-i Sina, Farabi, Birûnî, Harezmi gibi âlimler; İmam Mâtûridî, Hoca Ahmet Yesevî ve daha önceki târihlerde yaşamış olmasına rağmen etkisi bugüne kadar azalmadan devâm eden İmam-ı Âzam Ebû Hanife gibi din ulularını bu dönemin öncüleri arasında saymak gerekir. Moğol istilâsı ve Selçuklu İmparatorluğunun inkirâzı sonucunda siyâsî-sosyal istikrarın bozulması; Hâricî akımların sebep olduğu şiddet ve kargaşanın da etkisiyle, bilhassa Arap coğrafyasından başlayarak, “ulû’l emre itaat (yönetenlere kayıtstz şartsız boyun eğilmesi)” ilkesini ve “mevcut durumu değiştirmeye yönelik çabalardan uzak durmayı” esas alan, bu ilkelerle bağdaşmadığı için de akıl, irâde, vicdan ve hürriyet gibi kavramları “tehlikeli” addeden bir anlayışın giderek İslâm Dünyâsında hâkîm düşünce konumunu alması gibi sebeplerle, Türk Rönesansı olarak adlandırabileceğimiz bu dönemin zamanla sönükleşmesi, medeniyetimiz açısından çok büyük bir kayıptır. Ali Kuşçu ve Uluğ Bey, Maveraünnehir Okulu’nun son temsilcileri sayılabilir. XV. Yüzyılın sonlarında, coğrâfî keşifler sebebiyle uluslararası ticâretin hızla denizlere kayması, bu coğrafyanın tedricen önemini yitirmesi sonucunu doğurdu ve “medeniyet inşâ eden iklim” hızla yerini -bugün Afganistan’da bütün şiddetiyle tecessüm eden- derin bir taassuba bıraktı.
İkinci evre, XIII. Yüzyılda, yâni Anadolu’nun en sıkıntılı dönemlerinden birisinde başlayan ve Mevlâna, Sadrettin Konevî gibi temsilcilerini yetiştiren dönemdir. Dönemin istikrarsız ortamına uygun olarak, artık tasavvuf ön plâna geçmeye başlamıştır. Yunus Emre, bu akımın en gözkamaştırıcı temsilcilerinden birisidir. Şiirlerinde, insanlara, yaradılış gâyesine uygun şekilde yaşama sorumluluklarını hatırlatmaya çalışmıştır. Bu noktada, tam anlamıyla sivil bir hareket olan Ahilik müessesesinden bilhassa bahsetmek gerekir. Moğol baskısı sonucunda zayıflayan merkezî devlet kendisinden beklenen (varlık sebebi olan) hizmetleri ifâ etmekte acze düşmeye başlayınca, iktisâdî faâliyetlerin tanzim ve idâmesi, eğitim ve sosyal ihtiyaçların karşılanması, güvenliğin sağlanması gibi konularda -günümüzde tamâmiyle modern devletin fonksiyonları arasında sayılan- hizmetlerin ifâsını yüklenen bu yapı eğer -sonraki dönemlerin imkân ve ihtiyaçları doğrultusunda ana ilkelerinden sapmadan tekâmül ederek- devâm ettirilebilmiş olsaydı, Batı’da sonraki yüzyıllarda gelişen ve burjuva-aydın birlikteliğine dayanan bilimsel-teknolojik gelişmelerin ve sosyo-ekonomik dinamizmin daha önceki târihlerde Anadolu’da yeşermesine imkân bulunabilirdi.
Üçüncü evreyi, XIX. yüzyılda, önce Osmanlı coğrafyasında ve akabinde Kuzey Türkleri arasında başlayan ve günümüzde daha çok Türk Modernleşmesi olarak isimlendirilen fikîr hareketleri oluşturur. Kuzey Türkleri, yabancı bir devletin egemenliği altında yaşadıklarından, millî ve dînî çabalarında engelleniyorlar, çoğu zaman da aşağılanma ile karşılaşıyorlardı. Bunu aşmanın yolu, ya onlara benzemeye çalışmak (dolayısıyla, millî ve dînî değerlerinden uzaklaşmak) ya da -tamâmiyle kendi gücüne dayanarak- her konuda onlardan daha iyi olmaya çalışmaktı. İkinci yolun seçilmesi gerektiğini düşünen Şihabüddin Mercanî, Musa Cârullah, İsmail Gaspıralı, Yusuf Akçura gibi şahsiyetler, Kuzey Türkleri’nin önde gelen aydınları arasındadır. Mercânî ve Cârullah, asrın idrakiyle İslâmı yeniden yorumlamaya çalışırken, “ceditçilik” hareketinin öncüsü Gaspıralı, yazılarıyla, açtığı okullarla ve çıkardığı gazete vasıtasıyla, Türkleri ve Müslümanları karşı karşıya bulundukları tehlikeler konusunda uyarmaya çalışmıştır. Gaspıralı’yı tâkip eden Ceditçiler, Türkler arasında bir birlik kurulamadığı takdirde, Ruslar tarafından tam bir köleliğe ve asimilasyona tâbi tutulacaklarını anlamışlardı. Ceditçilik adı verilen reform hareketi, işte bu idrâkin neticesi idi. Gaspıralı’nın başlattığı bu akım, esas itibâriyle; a) mevcut okulların ıslah edilerek yeni usûlle eğitim (usûl-ü cedid) yapmaları, b) bütün Türkler için ortak (edebiyat) dili oluşturulması, c) Osmanlı Devleti’ne destek olmak amacını güdüyordu. İsmail Gaspıralı’nın “dilde, fikirde, işde birlik” düsturu, yenilikçi aydınların şiârı olmuştu. Çeditçilik hareketinin bir önemli özelliği de, Rus İmparatorluğunun Türkistan’ı istilasından sonra Türkistan ile Kuzey-Batı (Kırım ve Kazan) Türkleri arasında kesintiye uğrayan siyasi ilişkilerin sosyo-kültürel alanda devam etmesini sağlamasıdır. Kuzey ve Türkistan Türklerinde millî uyanışın sağlanmasında ceditçilik hareketinin büyük hizmetleri olmuştur. Bu çabalar Ruslar tarafından şüphe ile karşılanmış ve engellenmeye çalışılmıştır. Nitekim, bu konuların tartışıldığı bir toplantıda, Rus yetkililerden birisi (M.A. Miropiyev), şöyle demiştir; “Gaspıralı’nın bu tasarısını kabul etmek, yok olmak üzere olan müslümanları diriltmek, yani bağrımızda yılan beslemek olur. Müslümanların eğitimlerinin temelinde, İslamı bozmak, dinî gayreti tamamen yok etmek, dolayısıyla onları Ruslaştırmak olmalıdır.”
İsmail Gaspıralı’nın Ceditçilik hareketi, Türkistan’da 1900’lü yıllarda etkisini göstermeye başlamıştır. Alaş hareketi ve ardından kurulan Alaş Partisi, bu fikir hareketinin bir sonucudur. Türk/Kazak aydınlarının 1905’ten itibaren Türkistan’da büyük siyaset adamı Alihan Bökeyhan önderliğinde Alaş adıyla başlattıkları millî istiklâl hareketi, Ceditçilik hareketinin devamı niteliğindedir. Alaş hareketi, 1905’te gizlice kurulan Alaş Partisi ile güçlenmiştir. Parti, Türkistan’ın ilk millî siyasî partisi olup Rusya’daki Türk-İslam muhitinde tarihî ehemmiyeti hâizdir. Muhammetcan Tınışbay, Ahmet Baytursın, Mircakıp Duvlatulı, Ömer Karaşulı, Mağcan Cumabay, Mustafa Çokay, Alihan Bökeyhan’la birlikte bu davaya hizmet eden isimlerden sadece birkaçıdır.
Prof. Dr. Hülya Kasapoğlu Çengel’in tanımlamasıyla, Alaş; bütün Türk boylarına ait millî bir urandır ve köklü maziye sahiptir. Kaynağını, efsanevî bir kişilik olan Alaş Han’dan alır[8].
Alaş Hareketi’nin amacı; dil, din, kültür ve ideal birliği olan Rusya Müslümanlarını bir araya getirmek; Türkistan’ın bağımsızlığına kavuşmasını sağlayarak, Rusya tarafından sömürülmesinin önüne geçmekti.
Alaş hareketi 1917-1920 arasında üç yıl ayakta kalabilen Alaş Orda Millî Hükûmetini de kurmuş, ancak Rusya’da denetimi ele geçiren Bolşevikler, diğer milliyetçi hareketler gibi, Alaş hareketinin de inkırazını sağlamışlardır. Sovyet Rus yönetimi, millî şuura sâhip Türk aydınlarından öylesine nefret etmekteydi ki, genel af çıkarılmış olmasına rağmen, Alaş hareketine katılan Türk aydınların tamâmı, Stalin tarafından 1937-1938 yıllarında gerçekleştirilen tasfiye sürecinde kıyıma uğratılmıştır.
Ceditçilik hareketi, Kuzey Türkleri tarafından XIX. yüzyılın sonlarında tamâmiyle sivil/millî imkânlarla başlatılan gerçek anlamda bir aydınlanma hareketidir. Kendi sivil müesseselerini oluşturmuştur; okullar, yayınevleri, yayın faâliyetleri ilh… Yine, özellikle Kazan’da, millî hareketlere doğrudan ya da dolaylı olarak destek veren, istidatlı öğrencilerin iyi bir eğitim almaları için onlara burs sağlayan, yurt dışında okumalarını temin eden millî bir burjuvazinin de gelişmeye başladığını görüyoruz. Eğer, sosyalist hareketler Çarlığın sonunu getirmemiş olsaydı ya da Sultan Galiyev’in öncülüğündeki milliyetçi-sosyalist aydınların öncülüğünde, Rusya Müslümanlarının millî kimliklerini korumalarına imkân veren bir siyâsî yapılanmanın tesisi başarılabilmiş olsaydı, muhtemeldir ki Kuzey Türklüğü günümüzde çok farklı bir durumda olacaktı. Tabii, Türklüğün ve Dünyâmızın gidişâtı da…
XIX. yüzyılın sonların Osmanlı İmparatorluğu, dünyânın kalan kısmının neredeyse tamâmını egemenliği ya da kontrolü altına almış bulunan Batı Dünyâsı karşısında bir ölüm-kalım savaşı vermekteydi. Bu sebeple, Osmanlı-Türk aydınları, devletin yeniden yapılandırılmasına öncelik vermişlerdi. Aydınların ekseriyeti de bürokratlardan ve devletle çıkar ilişkisi içinde olan aydınlardan oluşmaktaydı. Bu sebeple, Osmanlı-Türk Modernleşmesi’nin sivil ayağı biraz zayıf kalmıştır. 1912 yılında Türk Ocakları’nın kurulması, bu açıdan önemli bir merhaledir. Türk Ocakları, Yesevî Ocağı ve Ahilik Müessesesi ile birlikte, Türk Târihinin en büyük sivil örgütlenmelerinden birisidir. Nitekim, Birinci Dünyâ Savaşı’nda târihimize altın harflerle kazınan zaferlerin kazanılması, millî mücadelenin gerçekleştirilmesi büyük ölçüde Türk Ocaklı aydınların/askerlerin eseridir. İngilizlerin, İstanbul’un işgâli sırasında ilk icraatlarından birisi Türk Ocakları’nın kapatılması olmuştur. Bu, sebepsiz değildir. Kendileri için asıl tehlikenin oradan geldiğini görmüşler ve önlem alma gereği duymuşlardır. Gerçekten de korktukları başlarına gelmiş ve Türk Ocakları’ndan feyz ve ilham alan aydınlar/askerler, millî mücâdeleyi başlatarak zafere ulaştırmışlar, İmparatorluğun yıkıntıları arasından modern bir Cumhuriyet kurmayı başarmışlardır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, onca yokluğa rağmen, her sahada büyük bir hamle başlatılmasında ve millî mücâdelede trenleri işletecek makinist dahi bulamayan ülkenin 10 yıl içinde uçak ihraç eder duruma gelmesinde, Türk Ocaklarının ve Türkçü aydınların katkısı çok büyüktür. Eğer, günümüzde bile hâlén tam olarak aydınlığa kavuşturulamamış olan bir takım sebeplerden ötürü Türk Ocakları’nın faâliyetleri kesintiye uğratılmamış olsaydı, Türkiye’nin demokratikleşme, sanayileşme, modernleşme, kalkınma çabalarında çok daha büyük ilerlemeler kaydedilmesi muhtemeldi.
Özetlemek gerekirse, Türk Aydınlanması özellikle milletin büyük sıkıntılar çektiği son iki yüzyılda Türklüğün hür ve müstâkîl yaşatılması konusunda büyük hizmetler görmüş ise de, tam olarak hedefine ulaşmış sayılamaz. Türklüğün yeniden istikbâle doğru güçlü bir medeniyet atılımının başlatılmasında öncülük görevi yapacak “yeterli sayıda” nitelikli aydının yetişmesini sağlayacak ortamın tesisi konusunda ülkemizde hâlén büyük eksiklik vardır. Açık söylemek gerekirse, devlete yaslanarak aydın olunamaz. Devlete bağımlı olan kişi ve kurumların “bağımsız” hareket edebilmeleri, eleştirel bir tutum takınabilmeleri çok zordur. Aydın, hakkaniyetli olmakla birlikte, asla muvafık (tasvip eden, onaylayan) konumunda olamaz, olmamalıdır. Aydın, dâimâ eleştirel olmak, “daha iyisi olamaz mı” diye düşünmek durumundadır.
Aydın’ın eleştirel olabilmesi, bağımsız olmasıyla doğrudan alâkalıdır. Bağımsız olabilmek ise, devletle organik bağının olmamasını gerektirir. XIX. yüzyıldan itibâren, İmparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerinde, Türk aydınlarının en büyük tâlihsizliği, devlet gücüne sâhip olmak ve bu gücü kullanarak düşündüklerini bir an önce uygulamak kaygısına/emeline kapılmış olmalarıdır. Bu dönemde, Ülkenin içinde bulunduğu tehlikeli durum, bir an önce bir şeyler yapılması gereğini ortaya çıkarmış ve bu durum, bir müddet sonra aydınların devlet/iktidar ile organik bir ilişki içine girmeleri, dolayısıyla da “eleştirel” kimliklerinin önemli ölçüde erozyona uğraması sonucunu doğurmuştur.
İktidar sorumluluğunu üstlenenler, doğal olarak yaptıklarının doğruluğuna inanır, çoğu zaman eleştirilerin gereksiz ya da haksız olduğunu düşünür.
Yapılanların doğru/yeterli olup olmadığını tartışma imkânının bulunmadığı yerde ise, düşünce üretiminden bahsedilemez. Oysa “hep daha iyisini yapabilmek” için, yapılanları/yapılmayanları bilmek, bunlar üzerinde düşünmek, değerlendirmek, tartışmak ve nihâyetinde yanlışları düzeltmek, eksikleri tamamlamak gerekir. Bu sürecin sonunda, “yapanın/yapılanın başarısız sayılması” ihtimâli her zaman mevcuttur. Başarısız sayılmak ise, bedel ödemeyi de gerektirebilir.
İşte, aydının bağımsız olması bunun için gereklidir. Aydın, taltif edilmeyi beklemeden, söylediklerinin/yazdıklarının olumsuz sonuçlarına katlanmayı göze alarak, tavrını ortaya koyar. Elbette, söylediklerinin doğruluğu kati değildir, o da eleştiriye tabiidir. Dolayısıyla, fikir üretimi, hür bir tartışma ortamının varlığını gerektirir.
Hür düşünme/tartışma imkânının olmadığı yerde, güç sâhipleri eleştirilmekten hoşlanmazlar, buna imkân vermek istemezler.
Ülkemizde, istisnâî dönemler hâriç tutulacak olursa, hür düşünme/tartışma ikliminin tesisi konusunda hâlén arzu edilen seviyeye gelinememiştir, sebepleri muhteliftir. Türk Aydınlanması henüz hedefine ulaşmış sayılamaz, derken kastettiğimiz budur.
Devletle organik bağı olmayan, gerektiğinde devleti ve iktidar sâhiplerini karşısına almaktan çekinmeyen; köklerine bağlı olmakla birlikte, dünyâdaki gelişmeleri doğru okuyabilen, geleceğe ilişkin isâbetli öngörülerde bulunabilen; bu doğrultuda toplumu etkileme gücüne sâhip -yeterli sayıda- donanımlı bir münevver topluluğuna sâhip olamamak, yaklaşık iki asırlık çabaya rağmen, hâlén ülkemizin en önemli sorunlarından birisidir.
Nicelik ve nitelik bakımından yeterli bir aydın zümresinin teşekkülü için, düşünen insanların “devlete yaslanmadan” varlıklarını sürdürebilmelerine imkân verecek bir zeminin oluşturulması şarttır. Sorunuza cevap verirken, ilk başta Batı Aydınlanmasından bahsedilmesi bu yüzdendir. Batı Aydınlanması, masa başında plânlanmış/proğramlanmış bir hareket değildir. İzah edilmeye çalışıldığı gibi, çeşitli etkenlerin devreye girmesiyle ortaya çıkan sosyal-siyâsî cevelân (dinamizm), burjuvazi-aydın birlikteliğini zorunlu kılmış; bu zümreleri hukûkun üstün kabûl edildiği, kişi hak ve hürriyetlerinin güvence altına alındığı, çeşitli toplum kesimlerinin ülke yönetiminde söz hakkına sâhip olduğu bir siyâsî-iktisâdî düzen kurulması konusunda birlikte hareket etmeye âdetâ icbar etmiştir. Ülkemizde eksik olan budur. Devlet eliyle kalkınma/modernleşme çabaları, Batı tipi bir aydınlanma hareketi için uygun zeminin teşkilini güçleştirmiştir.
Mustafa Bey, sizin tabirinizle ‘’Üçüncü Bin Yılın Eşiğinde’’ nasıl bir Türkiye ve Türk Dünyası hayâl ediyorsunuz?
M. TEZEL: Öncelikle, üçüncü bin yılın eşiğinde, bugünkünden daha güçlü ve müreffeh bir Türkiye hayâl ediyorum.
Ve, Türk Dünyası’nın, birliğini sağlayarak, küresel dengeler üzerinde etkili olduğu; huzurlu ve barış içinde bir dünyânın tesisine etkin bir şekilde katkıda bulunduğu günleri göreceğimize inanıyorum.
Günümüzde, Türk Birliği, artık romantik bir hayâl değil. Hattâ dünyânın gidişâtına bakarak, bunun bir zorunluluk olduğunu söylemek bile mümkûn.
Küresel dengeler değişiyor, dünyânın sıklet merkezi Batı’dan Doğu’ya kayıyor. İktisâdî göstergeler bu gidişâtın en bâriz kanıtı. Günümüzde, G-20 ülkelerinin 9’u Batılı olmayan ülkeler. Bu ülkelerin dünyâ ihracatındaki payları 2001 yılında % 19 iken, 2017 yılında % 27’ye yükselmiştir. Batılı G-20 ülkelerinin payı ise, aynı zaman diliminde % 44’den % 33’e gerilemiştir. 1980 yılında ABD ve AB’nin millî gelirleri toplamı, bütün ülkeler toplamının % 60’ını oluştururken, bu oran 2019 yılında % 46’ya gerilemiştir. IMF’nin tahminlerine göre, 2024 yılında da % 43’e gerileyecektir. Gelecekte ABD-AB ittifakının en büyük rakibi olacağı öngörülen BRIC[9] ülkelerinin payı ise, aynı dönemde % 6’dan % 24’e yükselmiştir.
AB, son dönemlerde, uluslararası gelişmeleri yönlendirme konusunda etkinlik sağlayamazken, ABD’nin, küresel konumunu kaybetmemek için büyük bir çaba içerisinde olduğu görülüyor.
Küresel mücadelenin bilhassa şiddetlendiği bölgeler ise, Ortadoğu ve Turan Coğrafyası[10]. Son dönemlerde, Kırım’da, güney sınırlarımızda, Afganistan ve Doğu Türkistan’da Türklere karşı girişilen mezâlimleri bu çerçevede değerlendirmek gerekir.
Turan Coğrafyası, geleceğin stratejik ürünleri olarak değerlendirilen su, gıda ve enerji kaynakları bakımından fevkalâde zengindir. Üstelik, Avrasya’nın -deyim yerinde ise- tam göbeğinde bulunmaktadır. Küresel çatışmaların hâlihazırda en şiddetli olduğu bir diğer alan olan Ortadoğu ile de bitişiktir. Bu yüzden, jeopolitik ve jeostratejik önemi çok büyüktür. Ve, bu durum, Türk Dünyâsını bütün küresel güçlerin ortak hedefi hâline getirmektedir.
Yeni kurulan ve devlet geleneği henüz yeterince kurumsallaşmamış olan Türk Cumhuriyetlerinin, küresel güçlere karşı tek başlarına varlık gösterebilmeleri fevkalâde güçtür.
Bu saldırıların savuşturulması ve üçüncü binyılda küresel politikaların belirlenmesinde söz sahibi olabilmek için, Türklerin, küresel dengeleri gözardı etmeden ve dost/çevre ülkeleri de dışlamadan, aralarındaki ilişkileri AB benzeri “kurumsal” bir yapıya dönüştürmeleri zorunluluktur. Bu konuda Türkiye’ye büyük sorumluluk düşmektedir.
Elbette pek çok sorunumuz var. Bunları aşacak gücümüz de… Yalnız, iki husus beni çok endişelendiriyor; eğitimin ve ailenin durumu…
Türk Toplumunun temeli olan aile kurumu büyük yara almış durumdadır. Âile kurumunun yeniden güçlendirilmesi için, vakit geçirmeden gerekli tedbirleri almamız gerekiyor.
Hakeza, eğitim… Çok büyük sıkıntılarımız var. Geleceğe güvenle bakabilmemiz için, millî ve mânevî değerlerini özümsemiş, 21. Yüzyıl becerilerini kazanmış, donanımlı, seciyeli, yüksek ahlâklı, şahsiyetli, mefkûreli, özü-sözü bir, muhakeme yeteneği gelişmiş nesiller yetiştirmeye mecburuz. Bu konuda da bir an önce gerekenleri yapmalıyız.
Makalelerinizde; köklü bir kültürel alt yapı, zengin bir birikim, sentez ve analiz yeteneği, farklı ve doğru bir bakış açısı varlığını göstermektedir. Elbette okumaya ve yazmaya devam edeceksiniz. Bunları kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz? Yeni hedefleriniz hangi ufukları işaret ediyor?
M. TEZEL: Teşekkür ediyorum Hocam. Teveccüh buyuruyorsunuz.
Uzun zamandır Türk Müslümanlığı üzerine notlar alıyorum. Henüz kendimi hazır hissetmiyorum. İleride bu notlar kitap hâline mi gelebilir mi, yoksa makale mi olur, bilemiyorum.
En önemli sorunlarımızdan birisi, kalkınma hamlemizin henüz tamamlanamamış olması. Yatırım teşviklerinin bu konuda doğru kullanımı önem taşıyor. Yatırım Teşvikleri üzerine, müşterek yazarlı olarak yayınladığımız bir kitap daha önce yayımlandı. Bu konuda münferiden hazırladığım bir kitap taslağının yayımlanması için, verilerin güncellenmesi gerekiyor.
Ulaşım konusu, târih boyunca hep önemini korumuştur. Günümüzde, bilhassa kara ulaşım sisteminden kaynaklanan önemli negatif dışsallıklar var; gürültü, hava kirliliği, küresel ısınma, trafik kazaları gibi. Demiryolu bu konuda önemli bir çözüm imkânları sunuyor. Bu konuları incelediğim bir çalışmam var. Yakında tebliğ ya da makale olarak yayınlayacağım.
Ayrıca, son zamanlarda “elektrikli araç” devrimi konusu çok ilgimi çekiyor. Bu konuda ülke olarak meselenin yeterince farkında olmadığımızı düşünüyorum. Bu konuya kamuoyunun ilgisini çekmeyi amaçlayan yazılar kaleme almaya çalışıyorum.
En önemli sorunlarımızdan birisi, iktisâdî dünyâ görüşümüzün henüz modern iktisadı kavrayabilecek dönüşümü gerçekleştirememiş olması. Tarım ekonomisinin cârî olduğu dönemlerde geliştirilen kural ve anlayış ile bugünü açıklamaya çalışıyoruz. Fâiz, helâl kazanç, tüketim, tasarruf (biriktirme), çok çalışma vb. konularda zihnimiz karışık. Meselâ, bâzı çevrelerce, “biriktirmek (tasarruf)” zararlı addediliyor. Oysa şu an en önemli iktisâdî sorunlarımızdan birisi, tasarruf yetersizliği. “Yarını düşünmeden yaşamak” zâhidâne bir tavır olabilir, fakat daha huzurlu ve müreffeh bir gelecek inşâ etmek için, hem toplum olarak hem de birey olarak, yarınımızı düşünerek/planlayarak yaşamak durumundayız. Bu konuda, “İktisâdî dünyâ görüşümüz üzerine bir derkenar; iki yeni ilke” başlıklı bir makale üzerine çalışıyorum. İleride kitaba dönüşmesi mümkûn.
Ve, yine, çok önem verdiğim konulardan birisi, hâlén içinde bulunduğumuz küresel dönüşüm. Dengeler değişiyor ve eğer bu konuda etkinlik sağlayabilirsek, biz Türkler geleceğin dünyâsının kurgulanmasında söz sahibi olabileceğiz. Üçüncü bin yılın eşiğinde küresel dengelerin değişmesine yol açan sâikleri ve sonuçlarını incelemek, üzerinde çalıştığım bir başka konu.
Efendim, bana bu imkânı verdiğiniz için çok teşekkür ediyorum.
Biz teşekkür ederiz Mustafa Bey.
*****
Mustafa TEZEL
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü’nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde “yatırım teşvikleri” üzerine yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yardımcısı olarak başlayan TEZEL, anılan kurumda müfettişlik ve “sorunlu krediler tasfiye kurulu başkanlığı” gibi görevlerde bulunduktan sonra, uzun bir süre menkul kıymetler alanında faaliyet gösteren özel bir kuruluşta Genel Müdür ve Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yapmıştır. Hâlén Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir kuruluşta Başmüfettiş olarak görev yapan TEZEL, Eskişehir Türk Ocağı Yönetim Kurulu üyesi ve Kırmızılar Derneği Başkanlığı görevlerini de yürütmekte olup, Kırmızılar Yayınağı ve Şâhitler Dergisi’nin de editörleri arasındadır.
——————————————————–
Bu söyleşi daha önce İstikbâl Gazetesi (Eskişehir)’nin aşağıdaki nüshalarında yayımlanmıştır;
28 Temmuz 2019 Pazar; http://www.istikbalgazetesi.com/haber18.asp?sec=2&newscatid=0&yazarid=329&newsid=209846
4 Ağustos 2019 Pazar; http://www.istikbalgazetesi.com/haber18.asp?sec=2&newscatid=0&yazarid=329&newsid=210205
18 Ağustos 2019 Pazar; http://www.istikbalgazetesi.com/haber18.asp?sec=2&newscatid=0&yazarid=329&newsid=210574
————————————————–
[1] Eğitimci, Eğitim Yöneticisi, Şâir, Yazar
[2] Maglev Treninin Hızı Saatte 1000 km’nin Üzerine Çıktı; http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/maglev-treninin-hizi-saatte-1000-kmnin-uzerine-cikti ; Erişim: 10.12.2017
[3] Kaynak: HIGH SPEED LINES IN THE WORLD (Summary), Updated 1st October 2018
[4] https://chinapower.csis.org/china-belt-and-road-initiative/
[5] Mustafa TEZEL, Küresel Dengeler Yeniden Kurulurken, Türkiye ve Türkler Niçin Hedefe Konuldu? –II https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/706-k%C3%BCresel-dengeler-yeniden-kurulurken,-t%C3%BCrkiye-ve-t%C3%BCrkler-ni%C3%A7in-hedefe-konuldu-ii
[6] Kaynak: EIA/ARI World Shale Gas and Shale Oil Resource Assessment: Turkey (September 2015) (Ayrıca bkz.: Mustafa TEZEL, Küresel Dengeler Yeniden Kurulurken, Türkiye ve Türkler Niçin Hedefe Konuldu? –II https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/706-k%C3%BCresel-dengeler-yeniden-kurulurken,-t%C3%BCrkiye-ve-t%C3%BCrkler-ni%C3%A7in-hedefe-konuldu-ii )
[7] https://www.tatsachen-ueber-deutschland.de/tr/kategoriler/cevre-iklim/enerjide-donusum-gelecek-projesi
[8] Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi, 23 Şubat 2018 târihinde Eskişehir Türk Ocağı’nda verilen konferans.
[9] BRIC Ülkeleri: Çin, Rusya Federasyonu, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika.
[10] (Anadolu, Kırım, Suriye ve Irak’ın kuzeyi, Güney Kafkasya, Türkistan, Güney (Afganistan) ve Doğu Türkistan)