Prof. Dr. Bahaeddin YEDİYILDIZ
Özet
Avrupa medeniyetinin yükselişi ve özellikle geliştirdiği bilim ve teknoloji üstünlüğü sayesinde dünyanın diğer bölgelerini etkisi altına almaya başlaması sonrasında, alıcı toplumlarda bu etkinin biçimine göre meydana gelen değişim ve dönüşümler, farklı kelime ve kavramlarla ifade edilmişlerdir. Bu bildiride, soruna hem etkileyen hem de etkilenen tarafından bakılmakta, kelime ve kavramlardan çok olgunun önemli olduğu, değişim ve dönüşümlerde edilgen değil etken olunması gerektiği tezi üzerinde durulmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Çağdaşlaşma, batılılaşma, modernleşme, teknolojik gelişme, Avrupa
Merhum Mümtaz Turhan ile ilgili bu ilmî toplantıyı düzenleyen meslektaşlarımız, benden bir konuşma yapmamı istediklerinde memnuniyetle kabul ettim. Bildiri konumun adını da bana onlar bildirdiler. Böyle bir program bağlamı ve kurgusu içinde; özellikle sayın Prof. Dr. Metin Özkul’un “Mümtaz Turhan’a Göre Batılılaşma: Türkiye’ye / Günümüze Yansımaları” konusundaki bildirisinden sonra, “Batılılaşma, Modernleşme, Çağdaşlaşma Kavramları arasındaki Farklılıkları” irdeleyecek bir bildiriye lüzum olmayabilirdi. Çünkü Mümtaz Turhan “Batılılaşma”nın ne olduğunu açıklarken, ilgili ve ilişkili kavramları da ele almış, irdelemiş ve çözümlemiştir; kısacası kelimelerin biçimlerinin değil, onlara hangi anlamları yüklediğimizin, onlardan ne anladığımızın önemli olduğunu, kelimelerle oyalanmak yerine olguların anlaşılması ve açıklanması gerektiğini ısrarla vurgulamıştır ki, işin aslı da budur.
Bununla birlikte, bu kavramlar hakkında kısa bir değerlendirme yaptıktan sonra, bunlarla fazla oyalanmaksızın, işin aslı olan olgular ekseninde, Mümtaz Turhan’ın bu konudaki düşüncelerini ve toplumumuzun bugünkü gerçekliğini karşılaştırarak, ben de bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.
Bu kelime ya da kavramların toplumumuzda yaygın olarak nasıl anlaşıldığını görmek için öncelikle sözlüklere bir göz atmamız gerekir. Türk Dil Kurumu’nun kitap olarak yayımlanan ve Internet’te yer alan güncel Türkçe ve deyimlerle ilgili sözlükleri, bunun için en iyi kaynaklar olabilir. Çünkü, bu sözlükler, ilkokuldan üniversiteye kadar, hatta daha sonran her kesimin yoğun olarak başvurduğu ve etkilendiği sözlükler arasında yer almaktadırlar.
Türk Dil Kurumu’nun sözlüklerinde, batılılaşma sözcüğü, “batılılaşmak işi, garplılaşma” olarak tanımlanıyor. Batılılaşmak ise, “özellikle Avrupa ülkelerinin düşüncede, çalışmada, görüş ve anlayışta izledikleri temel ilkeleri benimsemiş olmak, garplılaşmak; gelişmişlikte Avrupa ülkeleri düzeyine ulaşmak” diye açıklanıyor. Batılılaşma, deyim olarak ise, “kimi azgelişmiş ülkelerde, Batı Avrupa toplumlarında oluşan tüze, siyasa, eğitim, uygulayım kurumlarının alınarak o toplumlardakine benzer bir toplum yaşamı oluşturulması, o toplumlara bu yolla yetişilebileceğine inanılması akımı” diye tanımlanıyor.
Türkçe güncel sözlükte, modernleşmenin karşılığı, çağcıllaşmadır.
Çağcıllaşma ise, “çağcıllaşmak işi, asrîleşme, modernleşme” olarak tanımlanıyor. Çağcıllaşmak, “çağın yeniliklerine uygun duruma gelmek, asrîleşmek, modernleşmek”; asrileşme, ise çağcıllaşma, çağdaşlaşma olarak açıklanıyor.
Aynı sözlükte, çağdaşlaşma kelimesine baktığımızda, bu kelimenin “çağdaşlaşmak işi, çağcıllaşma, modernleşme, asrileşme, muasırlaşma” olarak açıklandığını görüyoruz. “Çağdaşlaşmak”ın anlamı ise şöyle belirleniyor: “Çağın tutumuna, anlayışına, gereklerine uymak, çağdaş duruma gelmek, çağcıllaşmak, modernleşmek, asrileşmek, muasırlaşmak”. Deyim olarak çağdaşlaşma, “Geri kalmış toplumların ekonomi, bilim, ekin, toplumsal düzenleniş. . . alanlarında günümüz bilim ve uygulayımının olanak verdiği en gelişkin aşamaya gelme çaba ve özlemlerini anlatan geniş kapsamlı toplumsal akım” (TDK, 2009) olarak açıklanıyor.
Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma kavramlarıyla ilgili bu açıklamaların yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Neredeyse birbirleriyle eş manada kullanılmış gibidirler. Genelde birini diğeriyle açıklama yoluna gidilmiş; açık seçiklikten uzak muğlak bir durum ortaya çıkmıştır. Bu anlatımları en basite indirgeyecek olursak, Türkçe Sözlüklerde, sözcük ve deyim olarak, Batılılaşma’dan “Avrupa kurumları alınarak o toplumlardakine benzer bir toplum yaşamı oluşturulması”, Modernleşme’den “çağın yeniliklerine uygun bir duruma gelinmesi”,
Çağdaşlaşma’dan, “günümüz bilim ve uygulayımının olanak verdiği en gelişkin aşamaya gelinmesi” anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi, Türkçe sözlüklerimizde bu üç kelime ya da kavram, hemen hemen aynı anlamda kullanılmaktadır. Batılılaşacak, modernleşecek ya da çağdaşlaşacak toplumlar, pasif bir konumdadır. Tarihin yapıcısı, öznesi durumunda değil, nesnesi durumundadırlar.
Batılılaşmak istiyorlarsa, Avrupa kurumlarını alarak, o toplumlarınınkine benzer bir toplum hayatı oluşturacaklardır. Kendi kurumlarını ve toplum hayatlarını kendi dinamikleri içinde, kendi hedefleri doğrultusunda geliştirmeleri söz konusu değildir.
Modernleşmek istiyorlarsa, “çağın yeniliklerine uygun bir duruma gelmek” zorundadırlar. Çağın yeniliklerini kim yaratmaktadır? Elbette modernleşecek toplumlar değil, onlara örnek olan Batılı toplumlar! Zaten onlar çoktan yenilikler yaratmış ve çağa damgasını vurmuşlardır. Modernleşecek toplumlara, söz konusu “yeniliklere uygun bir duruma gelmek” kalmaktadır. Sözlüklerimizde bile modernleşmenin tanımı yapılırken “yenilikler yaratarak” çağa damga vurmak, çağı belirlemek akla gelmemektedir.
Sözlüklerimize göre, “günümüz bilim ve uygulayımının olanak verdiği en gelişkin aşamaya” gelinirse, çağdaşlaşılmaktadır. Öyleyse özgün bilim yapmaya, yeni bilgi üretmeye lüzum yoktur. Mevcut bilimi elde edip uygularsanız ve onun imkam verdiği ölçüde gelişirseniz çağdaşlaşmış olursunuz.
Bu anlayış, Batı’nın teknolojik üstünlüğü karşısında hissedilen ezilmişlik psikolojisinin ortaya koyduğu bir zihniyet yapısından başka bir şey değildir. Ayrıca bu zihniyetin, bir zamanlar Batılı toplumların batılılaşma, daha doğrusu batılılaştırma anlayışlarının diğer toplumlar üzerindeki tezahürleri olduğunu da söylemek mümkündür.
İlk çağda kendi kültürlerini paylaşmayan diğer toplumları barbar diye nitelendiren Batı, 16. ve 17. Yüzyıllarda bunları vahşiler diye tanımlıyor, “batılılaştırarak” gerçek dine döndürmeyi ve böylece kendi devletlerinin faydalı vatandaşları haline getirmeyi düşünüyorlardı. Fransa’dan Kanada’daki sömürge valilerine gönderilen mektuplarda, iyi vatandaşlar haline getirilmek üzere “vahşileri Fransızlaştırmaları’ isteniyordu (Rocher, 1968). Bu da bir nevi batılılaştırmaydı.
19. yüzyılda, özellikle anglo-sakson ülkelerinde sosyolojiye hâkim olan ve C. Levi-Straus’un sahte tekâmülcülük (Levi, 1973) diye adlandırdığı bir teoriye göre, medenîler ve ilkeller ayırımı yapılmıştı. Medenîler teknolojiyi yaratmıştı. İlkeller teknolojiye sahip olmadıkları için ülkelerindeki zenginlikleri işletememekteydiler. Medenîlerin gönlü buna razı değildi! Öyleyse teknolojiye sahip olan Avrupalıların, bütün insanlık yararına ilkellerin elinde bulunan bu tabii zenginlik kaynaklarını arayıp bulması, işletmesi ve değerlendirmesi, kendilerinin hakkı ve göreviydi. Aynı zamanda bu yolla ilkellere medeni yaşama tarzları öğretilecek, onlara medeniyet taşınacaktı (Fougeyrollas, 1967). Bu da bir “batılılaşma” ya da “batılılaştırma” anlayışı, daha doğrusu sömürgeleştirmenin farklı bir ifadesiydi (Yediyıldız, 1980). Avrupa merkezli bu görüşe sahip olan Batılılar, teknik üstünlüklerini, nihaî ve küresel bir üstünlük gibi algılamakta ve uygulamaya çalışmaktaydılar.
20. yüzyılda dünya değişiyor. Rusya Japonlara yeniliyor. ”Beyaz ırkın” merkezi Avrupa’dan Amerika’ya kayıyor. Artık tek bir medeniyetten değil kültürlerden ya da medeniyetlerden bahsediliyor (Leclercq, 1963). Her toplumun kendine has özgün kültürü olduğunu savunan bu anlayışın, nesnel ve ilmî bir anlayış olduğu savunuluyor (Cazeneuve, 1970). Claude Levi-Strauss’a göre, her insan topluluğunun farklı ve özgün bir kültürü vardır ve bu kültür diğerleriyle eşit gelişme kabiliyetlerine sahiptir (Levi, 1973). Bu anlayışlar, batılılaşma ya da batılılaştırma kavramlarının anlamlarının da değişmesine sebep olmuştur.
Antropolog olan C. Levi-Strauss’un bu tespiti, diğer sosyal bilimciler tarafından derinleştirilmiştir. Meselâ İslam dünyası üzerindeki çalışmalarıyla tanınan ve kendisini hem sosyolog, hem sosyal tarihçi, hem İslamolog, daha doğrusu disiplinler arası bir sosyal bilimci olarak tanımlayan Jacques Berque1, ilerleme ya da çağdaşlaşmanın kesinlikle bir batılılaşma olmadığını, her topluma ait kültürün yeniden kurulması, kendi kimliği içinde yeniden inşa edilmesi gerektiğini belirtiyor. Ona göre, bütün toplumlar batılı değil, teknolojik olmak zorundadır. Aksi takdirde ya arkaizm içinde uzlete çekilmek veya başkalarının modernliği içinde kendinden geçmek zorunda kalırlar. Üçüncü bir yoldan bahseden Berques, bu yolu “yaşama arzusunun emredici olduğu, milli kültürün, yabancıya karşı fevkalade bir mukavemetle, taptaze bir canlılık içinde bulunduğu, İslam kültüründe gözlemlemenin mümkün” olduğunu söylüyor. Artık teknolojiyi herkes kabul ediyor ve benimsiyor. “Bugün sorun başkadır: modern dünyada yayıldığı şekliyle bu teknolojiye ve Batı’da imal edildiği şekliyle ekonomik modellere erişme yerli toplumlar tarafından, yıkıma uğramaksızın, özümlenmeye elverişli midir? Ben şu fikre varıyorum ki, bu materyaller ve bu modeller, matematik modeller de dâhil, bu toplumlar tarafından, bizzat kendileri için, yeniden icat edilmek2 zorundadırlar” (Berque, 1974) diyor Berques. Böyle bir olgu, bilimsel zihniyet ve bilim ile gerçekleşebilir. Farklı kültürleri korumaya ve yaşatmaya çaba gösteren UNESCO’ya göre de her kültür, kendine göre özgün hedeflere sahip olmalı, kendi kültür mirasından kopmamalı, kendisini uzun zamandır “batılı” olarak tanınan ortak kültür mirası içinde bütünleştiremeyecek olan değişik kültür unsurlarını basit bir şekilde yan yana getirmekten kaçınmalı, ilim çağına nasıl girilebileceğini bilmelidir. Sosyolojik ve tarihî bağlam, özgün çözüm yolları dayatmaktadır. Başkalarının tecrübelerinden yararlanmayı dilemek yetmez. Yaratıcı gayretlere girilmesi gerekmektedir3.
Görüldüğü gibi iki yüz yıl içinde Avrupa’da Avrupa dışı toplumları belli amaçlarla asimile etme anlamında kullanılan “batılılaştırma” anlayışından kendi kültür miraslarından hareketle kendi hedefleri doğrultusunda bilim zihniyetini yaygınlaştırarak ve bilim yaparak ilerleyip kalkınarak “çağdaşlaşmalarının daha doğru bir yol olduğu anlayışına gelinmiştir.
Batılılaşma, modernleşme ve çağdaşlaşma kavramlarının ya da olgusunun, Türkiye’deki iki yüz elli yıllık mâcerâsına girecek değilim. Ancak şunu belirtmeliyim ki, Tanzimat’tan günümüze, konuşmamın ilk kısmında Türkçe sözlükten hareketle ortaya koyduğum anlayış ve uygulama süregelmiştir. Sözlüklerdeki açıklamalar tesadüfi değildir. Sadece sözlük yazarlarının görüşünü de yansıtmazlar. Kelime ya da kavramların sözlüklerdeki karşılıkları, toplumdaki genel kabullerin yansımalarıdır.
Elbette Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de olguları nesnel ve bilimsel olarak tahlil eden bilim adamları vardır. Mümtaz Turhan (1908-1969) bunlardan biridir. Garplılaşmanın ya da Batılılaşmanın ne olduğunu yarım yüzyıl önce açık seçik ortaya koymuştur. Garplılaşma olgusunun aslını anlamaya çalışmış ve onu ilmi tahlillerle açıklamıştır (Turhan, 1980).
M. Turhan’a göre, “bugünkü Garp medeniyetinin esas unsurları ilim, ameli hayata tatbikinden ibaret olan teknik, insan haklarını teminat altına alan hukuk ve hürriyettir. Hakiki garplılık ise bunların prensiplerine bağlılıktır” (Turhan, 1980). “Garbın hudutsuz üstünlük ve kudreti ilimden gelmektedir” (Turhan, 1980). Ona göre, ilimden, “arada hiçbir fark gözetmeksizin bütün insanlığa, maddi ve manevi sahalara şâmil umumi bilgiyi meydana getiren bütün ilim kollarını” anlamak gerekir. Medeniyetin gelişmesi için psikoloji ve sosyoloji temel bilimlerdir. Turhan’a göre, Türkiye’nin 50 yıl önce, “ en az iki bin sosyalpsikoloji ve bin sosyoloji âlimi”ne ihtiyacı vardı (Turhan, 1980).
Turhan’a göre, sağlıklı Garplılaşabilmek için, “ilim, ilim zihniyeti, teknik, hukuk ve hürriyetten oluşan temel unsurlarla, bunlara ait müesseseleri kuvvetlendirmek ve inkişaf ettirmelidir. Çünkü Garp medeniyeti, bu unsurlara ve onların prensiplerine dayanan müesseselerden teşekkül etmiş bir nizamdır”. Bu medeniyete “intisab edilmek isteniliyorsa, …bu nizam ve kıymetler manzumesi içinde yaratıcı olunması mecburiyeti vardır” (Turhan, 1980).
Yaşadığımız değişmeler nazarı dikkate alınırsa görünüş itibariyle batılılaşıyoruz demektir. Çünkü eski hayatımızdan farklı batıya benzer bir hayat sürdürüyoruz, fevkalade değişmiş bulunuyoruz. “Bize ait olan ve korunması gereken değerleri bile sırf bize ait olduğu için değiştirdik” ve değiştiriyoruz. Turhan’ın ifadesine göre, “aslında hakikî garplılaşmanın bir manada bize has olan bu kıymetleri muhafaza edip geliştirmekten ibaret olduğunu kavrayamamış, onları zedelemeyi marifet saymışız” (Turhan, 1980).
Turhan’a göre, “bugün birçokları şekil ve kalıptan ibaret kalmaya mahkûm olan, bizdeki bu değişmeler, ilim, hakikî ilim ve teknik müesseseler kurulduğu, birinci sınıf ilim ve teknik adamlarından teşekkül eden bir ihtisas kadrosuna sahip olunduğu gün asıl mana ve muhtevalarını kazanacaklardır. Bunlar olmadığı müddetçe, yani memlekette hakikî ilim müesseseleri kurulmadıkça yeter sayıda birinci sınıf ilim adamları bulunmadıkça bütün değişmeler bir kalıptan ibaret kalacak ve bizi garba yaklaştıracak yerde, ondan uzaklaştıracaktır” (Turhan, 1980).
Prof.Dr. Mümtaz TURHAN
Turhan, “…Garplılaşmadan, bir millet veya cemiyetin kendi örf ve âdetleri, ananeleri içinde ziraî, iktisadî, sınaî, siyasî, maarif, sanat ve sair içtimaî faaliyet ve sahaları ihtiva eden umumî bir kültür inkişafını” kastetmektedir. “Bu da, ona göre, Garptan her şeyden evvel ilim ve teknikle ilmî zihniyeti almakla tahakkuk edebilecektir. Onun için bunun adına ister Garplılaşma, ister muasırlaşma veya modernleşme, ister ilerleme densin hiçbir ehemmiyeti yoktur” (Turhan, 1980).
Türkiye’nin yetiştirdiği ender bilim adamlarından biri olan Turhan’ın bu tahlilleri, aramızdan ayrılışının kırkıncı yılında da hala doğru ve geçerlidir. Ne var ki uygulamaya yansıdığını söylememiz mümkün değildir. Çünkü onun arzuladığı bilimsel zihniyet toplumun temel niteliği haline getirilememiş, ülkemiz, hatta üniversitelerimiz ve araştırma kurumlarımız, ilmî çalışmaların rahatlıkla yürütülebileceği ve özgün bilgi üretilebileceği ortamlar haline dönüştürülememiştir. Bu tespitimi, yine bu salonda, 06 Mart 2009 günü sunduğum bir bildiride temellendirmeye çalışmıştım. Onları olduğu gibi tekrar edecek değilim. Ancak, çağdaşlaşmanın temel prensibi olan özgün bilgi üretiminde, dolayısıyla batılılaşma, modernleşme ya da çağdaşlaşmada nerede olduğumuzu çok çarpıcı bir biçimde gösteren bir iki örnek sunmama müsaade etmenizi istirham edeceğim. Böylece Mümtaz Turhan’ın haklılığını da açıkça görmüş olacağız.
Kamuoyunda genel anlamda tıbbın Türkiye’de son derece gelişmiş olduğu söylenir ve böyle bilinir. Uluslararası indekslerde taranan dergilerde en fazla yayın yapan guruplardan biri de tıpçılardır. Tıp fakültelerinin, öğrencilerinin ve öğretim üyelerinin sayılarında da büyük artışlar olmuştur. Hastalıklarla mücadelede de durumumuz oldukça iyidir. Ne var ki, bir tıp bilginimiz, bu başarıları ve benzerlerini anlattıktan sonra, Türkiye’deki tıp bilimini özgün bilgi üretimi açısından şöyle değerlendirmektedir:
“Batı ülkeleri ile aramızdaki fark zaman zaman onlu, hatta yirmili yıllara çıkmaktadır (Tablo III ve IV). Ancak üzülerek itiraf etmeliyiz ki esasında bütün bunlar tıptaki gelişimler değil, gelişmelerin ‘taklit’ edilme yıllarıdır. Yoksa adını hastalıklara vermiş (Hulusi Behçet gibi) veya adı ile anılan yeni aletler ve yöntemler geliştirmiş (Gazi Yaşargil gibi) hekimlerimizin sayısı çok azdır” (Yurdakök, 2001).
“Ülkemizin sağlık düzeyinin tek sorumlusunun hekimler olmadığı herkes tarafından bilinmektedir. Bununla birlikte hekimler olarak bizler yeterince görevlerimizi yapıyor muyuz sorusuna da cevap vermek zorundayız. Hekim tıp bilgisini ve tıbbi teknolojiyi uygulayan kimsedir. İyi bir hekim olabilmek için öncelikle iyi bir tıp bilgisine sahip olunması gerekir. Bunun tek yolu da iyi bir okuldan mezun olmaktır (doğal olarak istisnalar kaideyi bozmaz). İkincisi tıbbi teknolojinin kullanılmasıdır. Esasında tıbbi teknoloji önce üretilir, sonra kullanılır (vurgu bana ait BY). Gelişmiş ülkelerdeki durum böyledir. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde (geri kalmış demeye dilim varmıyor) ise gelişmiş ülkelerin geliştirdikleri teknoloji uygulanır.
Bu durum hekimlerin taklitçi bir konuma gelmelerine yol açmakta; toplumda ve hekim çevrelerinde teknolojik ürünlerle ‘oynaşmanın’ en yüksek düzeyde bilimsel tavır olduğu şeklinde bir anlayışın ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Kişi bu taklitçilik batağına saplanırsa, bir yandan teknoloji emperyalizminin oyuncağı veya uşağı olmakta, öte yandan taklitçiliğin doğasından dolayı öncelikle hep taklit edilmesi gereken şeyin yaratılmasını beklemekte, yani daha baştan kendini geri kalmaya mahkûm etmektedir. Artık bilimsel araştırmalar yapan, ülkemizin sorunlarına ve koşullarına yönelik teknolojik gelişmeler peşinde koşan hekimler değil, başkalarının yaptıklarını taklit eden, onların geliştirdikleri cihazları kullanmakla yetinen hekimler rağbet görmektedir. Özel hastaneler de menfaatleri gereği bu ortamı desteklemektedir.
Bu taklitçilikten kurtulmanın tek yolu içimizdeki “yaratıcı düşünce”yi harekete geçirebilmemizdir (Yurdakök, 2001).
İkinci bir örnek: Üniversitelerden, Koç, Zorlu gibi büyük firmalardan, TUBİTAK, DPT, Sanayi Bakanlığı gibi devlet kuruluşlarından, büyük ve küçük kobilerden ve Otomotiv Sanayicileri Derneği gibi ilgili sivil toplum kuruluşlarından otuz temsilcinin katıldığı ve kültürün en önemli unsurlarından birisi olan Türk Teknolojisi’nin, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze kadar geçirdiği merhalelerin ve dünya teknolojisi içindeki yerinin -özgün bilgi üretimi ve uygulaması açısından- sorgulandığı ve evrensel bir muhasebesinin yapıldığı bir ilim toplantısında varılan sonuç ve manzara aynen tıpta olduğu gibidir.
AR-GE çalışmalarıyla özgün bilgi üreten ve bunu uygulamaya geçirerek cam sanayisinde önemli başarılara imza atmış ve dünyaya açılmış bulunan Şişecam; kimyasallarda özellikle boyada, önce özgün bilgi icat edip sonra üretime geçen ve yurt dışına teknoloji ihraç eden Kimetsan ve özgün teknolojisi sayesinde bugün dünyaya iş makineleri ihraç eden Hidromek bu alanda üç istisnayı temsil etmektedirler. Bunlar özgün bilgi üretimi açısından önemli başarılardır. Demek ki, isteyince ve çalışınca başarılabilmekte, yaratılabilmekte, özgün bilgi üretilebilmekte ve teknolojiye dönüştürülerek ihraç edilebilmektedir.
Evet, Mümtaz Turhan’ın da ısrarla belirttiği gibi, batılılaşmanın ya da çağdaşlaşmanın, esas itibariyle insanca yaşamanın en önemli amillerinden biri, özgün bilgi üretimi ve onun teknolojiye dönüştürülerek üretim yapılmasıdır. Fakat üzülerek belirtmek gerekir ki, istisnalar hariç, Türkiye’de, ne özgün bilgi üretme bilinci ne de isteği ve çabası vardır. Bu bilinç, istek ve çaba, siyasette de, bürokraside de, iş dünyasında da ve ne yazık ki üniversitede de yoktur. Bu bir vizyon meselesidir. Eğer kasıt yoksa öylesine bir bilinçsizlik hâkimdir ki, meselâ bir üniversitemiz, senatosunda kararlaştırdığı ve web sayfasına koyduğu özgün bilgi üretimini hedefleyen vizyonunu, “çağdaş bilgiyi elde edip onu yeniden üretmek” şekline dönüştürebilmiştir . Yapılan araştırmalar, istisnalar hariç genelde, diğer üniversitelerimizin de özgün bilgi üretimi vizyonuna sahip olmadıklarını göstermektedir .
Bu örnekler, gerçek batılılaşmanın veya çağdaşlaşmanın ne olup olmadığını, Mümtaz Turhan’ı da doğrulamak suretiyle, açık seçik göstermektedir. Öyle görülüyor ki, gerçek yönümüzü bulabilmemiz için, ilim zihniyetini yayma ve özgün bilgi üretme seferberliğine kalkışmamız gerekmektedir. Yeni ve doğru bilgi üretimi bilinci ve isteğini uyandırmak üzere gerçekleştirilecek böyle bir seferberlik, kesinlikle ülkemizde bir bilgi ve refah toplumunun doğuşuyla sonuçlanacaktır.
Kaynaklar
Atatürk’ün Doğumunun 125. Yıldönümü Münasebetiyle Türk Teknolojisinin Dünya Teknolojisi İçindeki Yeri Sempozyumu (09-10 Kasım 2006 TOBB ETÜ Mavi Amfi.
Berque, J. (1974). “Culture et Islam”, Aujord’hui l’Histoire, Ed. Sociales, Paris, s.113-115; krş., J. Berque, Langages arabes du présent, Paris: Gallimard.
Bozkurt, H. B. “Teknoloji Transferinden Teknoloji Üretimine ”, Türk Teknolojisinin Dünya Teknolojisi İçindeki Yeri Sempozyumu na sunulan bildiri.
C.Levi- Strauss (1973), Anthropologie structurale deux, Paris: Plon.
Fougeyrollas, P. (1967), Modernisation des hommes, l’exemple du Sénégal, Paris: Flammarion.
La Science et la diversité des cultures (1974). Paris: UNESCO, P.U.F.
Jacques Leclercq, J. (1963). Nous autres civilisations, Paris: Le Signe.
Özensoy, E. “Kimetsan Subazlı Endüstriyel ve askerî Kamuflaj Boyaları / Kaplamaları – Teknoloji İthalâtından Teknoloji İhracâtına-”, Türk Teknolojisinin Dünya Teknolojisi İçindeki Yeri Sempozyumuna sunulan bildiri.
Rocher, G. (1968), Introduction à la sociologie générale, Points, Paris: Points, c.III.
TDK (1998). Türkçe sözlük, 9. Bs., Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları ve www.tdk.gov.tr adresinden 25 Ekim 2009 tarihinde alınmıştır.
Teoman, Y. “Şişecam’da Araştırma ve Teknolojik Geliştirme”, Türk Teknolojisinin Dünya Teknolojisi İçindeki Yeri Sempozyumu na sunulan bildiri.
Turhan, M. (1980). Garplılaşmanın Neresindeyiz?, Bütün Eserleri 1, , İstanbul: Yağmur Yayınları.
Yediyıldız, B. (1980). Batılılaşmanın temelleri üzerinde bazı düşünceler, Birinci Millî Türkoloji Kongresi (İstanbul, 6-9 Şubat ) Tebliğler, İstanbul, s.327- 335.
Yediyıldız, B. (2008). Türkiye’de Üniversitelerin vizyonu ve özgün bilim üretimi, Türk Kültürü -Türk Kültürü Araştırmaları Dergisi-, Bahar Sayısı, s. 135 – 151.
Yurdakök, M. (2001) “Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Tıp Alanındaki Gelişmeler”, B. Yediyıldız (ed.), Atatürk’ün Ölümünün 62. Yılında Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bilimsel Gelişmeler Sempozyumu (8 – 10 Kasım 2000) -Bildiriler ve Tartışmalar-, Ankara: H.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını.
—————————————————
Kaynak:
Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, 2 – 3 KASIM 2009, Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara – 2009, Sf. 79-89