Dündar Taşer (15 Mayıs 1925 – 14 Haziran 1972)
Kenan EROĞLU
1970 yılının ortalarına doğru almaya başladığım “Devlet Gazetesi”nde yazı yazanlar arasında ilk o dikkatimi çekmişti. Gerçi gazetede yazı yazan Nuri Gürgür, Ayhan Tuğcugil, Metin Öney, Cezmi Kırımlıoğlu, gibi isimler de dikkatimi çekiyordu, gazetede bulunan bütün yazıları sonuna kadar okuyordum ama gazeteyi elime aldığımda ilk önce son sayfayı çeviriyor ve “Mesele” başlığı altındaki yazıları gözden geçiriyordum. Kısa bir süre sonra O’nun yazılarının tiryakisi olmuştum. Haftayı iple çekiyordum. Dündar Taşer’in yazıları çok etkiliydi ve beni çekiyordu. Kendisini şahsen tanıma imkânım olmadı, sadece bir gece münasebetiyle gittiğimiz Ankara Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda O protokol bölümünde oturuyordu. O’nu uzaktan gördüm. Elinde mendil vardı elini yüzünü siliyordu. Onunla son görüşmemiz ise ne yazık ki Karşıyaka Mezarlığı’nda
oldu, O tabut içindeydi, biz ise ardında yaslı. Lider mezarlıkta kısa bir konuşma yapmış ve ona “Bayrağı göndere birlikte çekecektik” demiş ve şöyle devam etmişti:
“Aziz Ülküdaşım!
Acı kader bizi, mezarının başında konuşmak gibi aklımıza hiç getirmediğimiz bir vazifeyi yapmak mecburiyetinde bıraktı. Sen, milletimizin yiğit ve ülkücü bir evladı, partimizin çok mümtaz bir siması idin. Daha uzun yıllar omuz omuza çalışacağımıza, ülkümüzün bayrağını birlikte taşıyıp zafer gönderine çekeceğimize inanmıştık. Olmadı.
Ne yapabiliriz. Takdiri ilahi.
Aziz Taşer, ömrünce Türk Milletini sevmenin, büyüklüğüne inanmanın sırrına ermiş, hayatının gayesini milletine hizmette görmüş, dünya hırslarına iltifat etmemiş, hiçbir mevkiin cazibesine kapılmamış, tam bir Türk Milliyetçisi olarak yaşamıştın.
Zekânın parlaklığı sevginin sonsuzluğu, kültürünün zenginliği kadar, yüreğin de büyüktü. Talihsiz bir dönemde, nankör bir dünyada, milletini en çok sevenlerin horlandığı bi idrak yokluğu içinde yaşamak, kalbini kemiren bir dertti. Yine de dayanıklı idin. Ama kader nankörlüklerin, anlayışsızlıkların çökertemediği mukavemetini, bir arabanın çarpmasıyla yıktı.
Biz de yıkıldık, Ama biliyoruz ki, ömrünü verdiğin mücadelenin zaferi uğruna, üzüntümüz ne kadar büyük olursa olsun, asla sarsılmadan ilerlememizi bekliyorsun.
Ruhunun daima bizi takip edeceğini, müşterek davamıza hizmet edebildiğimiz müddetçe müsterih olacağını çok iyi bilmekteyiz. Seni hep aramızda sayacağız.
Hayatının gayesi saydığın müşterek ülkümüzün zafere ulaşması uğrunda, birlikte kurduğumuz iman ocağının sönmeden yanacağına ve bir gün milletimizin kara talihinin değiştirileceğine manevi huzurunda söz veriyoruz.”
(Devlet Gazetesi, 26 Haziran 1972 Dündar Taşer’in Karşıyaka Mezarlığında defni sırasında mezarı başında yapılan konuşma)
Bu konuşma Çok anlamlı gelmişti o gün bana. Çok duygulanmıştım.
* * *
O’nun “Mesele” başlıklı yazılarında ülkenin o kadar çetrefilli “Mesele” leri ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Kısa ve öz bir şekilde, vurgulanması gereken her şey vurgulanır, o günün siyasi mülahazalarının yanı sıra başkaca bazı konulara da değinilirdi. Değindiği ve eleştiriye tabi tuttuğu her konuyu mutlaka bir tarihi zemine oturtur, tarihte küçük bir gezinti yaptırır ve “Mesele” yi ortaya koyardı. Tarihi onun gibi yorumlayan, tarihimize onun bakış açısı gibi bakan sadece ondan önce Osman Turan vardı. O’nun fikir ve görüşleri bizi çepeçevre kuşatıyor, O’nu okudukça bir başka âleme geçiyor, Osmanlı’nın haşmet ve azameti arasında kayboluyor “Cihan devletimizi” hatırlıyorduk. Kendimizi bir cihan devletinin mensubu gibi hissediyor, dünyaya öyle bakıyorduk.
O’nu okuyan insan sanki yeniden doğuyor, yıkanıyor, arınıyor ve hayata yeniden başlıyordu. O hitap ettiği okuyucusunu sanki kilometrelerce uzaktan büyülüyor, kendine çekiyor, yeniden düşünmesini, hayatı ve siyaseti yeniden anlamlandırmasını sağlıyordu. O’nu okuyanlar bir hale gibi bulutlara yükseliyor, geçmişi, geçmişteki ihtişamımızı, 5 bin yıllık tarihi maceramızı, geleceği, geleceğin Büyük Türkiye’sini görüyor, olayları ve insanlarımızı yeniden milli bir değerlendirmeye tabi tutmamıza sebep oluyor, yeni bir keşfe çıkıyordu.
O’nun lügatinde karamsarlık, mutsuzluk, olumsuzluk diye kelimeler yoktu. O geleceğe hep ümitle bakar, her olaydan, her durumdan gelecekle ilgili bir ışık ve bir ümit belirtileri yayardı. O’nu okuyunca, titrer kendinize döner, silkinir ve davranır ileriye doğru hamle hazırlığına geçerdiniz.
O’nu okuyanlar, O’nun cisminin bulunduğu yerden yüz kilometrelerce uzaktan tesirinin altında kalıyorlarken, O’nu dinleme ve tanıma bahtiyarlığına erenler acaba hangi ve nasıl bir haleti ruhiye içinde oluyorlardı onu tahmin dahi edemiyorduk.
O’nun 7 Temmuz 1969 tarihli “Devlet Gazetesi”nde yayınlanan yazısında millet tarifi çok ilginç gelmişti. “Millet, binlerce sene içinde kan’ın, iman’ın, duyguların birleşmesi ile yoğrulmuş ve müşterek kıymet hükümleri halinde billurlaşmış, müşterek davranışlar halinde görünmekte olan haz ve elemi beraber tadan, birbirinden haberi yokken de bir biri gibi olan bir varlıktır.” Bu tarif, daha önceleri okul kitaplarında gördüğümüz ve çok duyduğumuz tariflerdeki gibi “dili, kültürü, bayrağı, vatanı bir ilh…” diye başlamıyordu. Bu tarif bilim adamları tarafından yapılan sosyolojik tariflere de benzemiyor; fakat onların millet tarifi hakkında anlatmak istediklerini ise tam olarak anlatıyordu, Böylesine bir tarif yapabilmek için Dündar Taşer olmak lazımdı.
Yine “Devlet Gazetesi”nde 11 Ağustos 1969 tarihli yazısında; “Bize öyle geliyor ki, batılılaşmaya giriştiğimiz günden beri bu noktada, bir açmaza düşmüşüzdür. Ve bundan ısrar etmekteyiz. Batının üstünlüğünü, onların kanunlarında, içtimai kıymet hükümlerinde sanmak ve onları olduğu gibi tercüme ve ithal etmekle aynı seviyeye geleceğimize inanmak hatası işlenmiştir. Onların hayatına uygun gelen unsurlar bize ters geldi. İthal ettiğimiz nizam bizim mazimize aykırı olduğu için kanunlarımız; örf ve adetlerimizle çatıştı ve bu çatışmadan mevcut yıkıntı doğdu. İnandığımız değerlerle, uyguladığımız değerlerin zıddiyeti, içinde bulunduğumuz anarşi (fetret) nin sebebidir.” Diyor ve birkaç cümle ile batılılaşma maceramızın çok kısa bir özetini veriyor, hep birlikte yaşadığımız ve sıkıntısını çektiğimiz durumun sonucunu çok kısa dokunuşlarla ifade ediyordu. O’na göre batılılaşma bizim için sonu bilinmeyen bir macera gibiydi. Batının hiçbir değeri bizim değerlerimize uymuyordu, dolayısı ile problemler de bitmiyor ve sürüp gidiyordu.
8 Eylül 1969 tarihli “Devlet Gazetesi”nde ise Ülkü Ocaklarına bağlı gençler hakkında şunları yazıyordu: “Ülkü Ocakları’nda toplanmış olan vatansever, feragatli gençler vardır. Yaz tatillerinde kamplara giderler, fikren ve bedenen eğitim görür, tabiatın zorluklarına karşı tek ve toplu mücadele için yetişirler. Türkiye’yi tahribe yönelmiş olanların fikirlerini, siyasetlerini, taktiklerini inceler, Türk milletini yüceltecek iman, fikir ve hareketlerin manasını öğrenirler. Kendileri ile fikren tartışamayacak olanlar fiilen kavgayı göze alamayacak kadar güçlerini görürler.” Burada, dolaylı cümlelerle Ülkücülerin ne olduğunu, olmadığını ve ne olması gerektiğini yine ustaca birkaç cümle içinde ifade etmektedir. “Türkiye’yi tahribe yönelmiş olanların fikirlerini, siyasetlerini, taktiklerini inceler” derken öğrenilmesi gerekenler konusunda ipuçları vermektedir.
12 Ocak 1970 tarihli “Devlet Gazetesi”nde, “Romantizme dair” başlıklı bir yazısı çıkmış ve bu yazıda Romantizmi küçümseyenlere, ciddiye almayanlara kızıyor her şeyi iktisada bağlamanın yanlış olduğunu söyleyerek; “Millet özünde bir romantizmi ihtiva eder, bu romantizmi kaldırırsanız millet de biter……… İnsan; sever, nefret eder, feragat gösterir, kin duyar, intikam alır, insanı insan yapan şey duygularındaki farklılık, üstün yapan da bu duyguların azametidir. Romantizmi inkâr, insanı inkârdır.” Bu pek uzun olmayan makalede Dündar Taşer, “Romantizm” kelimesine haklı olarak çok mana yüklemektedir. Hatta O’na göre; “Kanuni Sultan Süleyman’ı ‘Zigetvar’ seferine ihtiyar ve hasta halinde çıkaran da ‘romantizmdir’. Sakarya’da düşmanı Akdeniz’e kadar kovalayan güç de romantizmdir. İslam ülkelerinin bu günkü perişanlığı ise romantizm eksikliğidir. Yine ona göre ‘Romantizmi’ kötülemek ve küçümsemek hainlerin icad edip, aptalların inandığı bir oyundur”. Bu makale çok hoşuma gitmiş beni çok etkilemişti, defalarca okuduğumu hatırlıyorum.
16 Mart 1970 tarihli “Devlet Gazetesi”nde. “Kavganın Aslı” başlıklı yazısında ise; 1839’da ilan edilen Gülhane Hattı Hümayunundan, Birinci ve İkinci Meşrutiyetten beri debelenip durduğumuz, gelişme ve batılılaşma maceramıza değindikten sonra: “Biz 5000 sene süren tarihimiz boyunca, 16 defa cihan hâkimiyeti kurmuş bir milletin çocukları olarak, bu neticeye 17 inci defa varabileceğimize inanıyoruz. Biz büyük bir milletiz ve tarihte büyük olan milletlerin sayısı çok değildir. Büyük milletlerin zaferleri de ıstırapları da büyük olur. Bu his, bu kanaat, bu irade, bu iman fertlerine kadar işlemiştir. “Uludağ’dan duman eksik olmaz” deyimi bizim maceramızı anlatır.” Diyerek bütün çabalara rağmen gelişememiş olmamızı ortaya koyarken, istikbalde yine büyük olacağımız ümidini vermektedir.
Biz; Dündar Taşer’in fikir ve düşüncelerini tam manası ile ne anlayabildik, ne de kendisini hareketin mensuplarına anlatabildik. Bu yolda fazla bir çaba da sarf etmedik. Dündar Taşer’in Türk tarihini bir bütün olarak ele alması ve özellikle de Osmanlı’ya bakış açısı bizim ve hareketimizin mensupları için çok önemli olmasına rağmen. O vefat etmeden önce yazılarını. Vefatından sonra yayınlanan “Mesele” kitabını ve daha sonra Ziya Nur tarafından yazılan “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” kitabını içimize sindire sindire ne okuyabildik ne de anlayabildik. En nihayetinde “Dündar Taşer bir askerdi ve olaylara bir asker gözüyle bakardı. Onun düşünce yapısında sadece emirler ve yasaklar vardır, düzen ve nizam vardır” diye düşünenleri O her zaman yanıltmıştır. Evet, doğrudur, O bir askerdir, O’nun düşünceleri arasında emirler ve yasaklar da vardır, düzen ve nizam fikri’de vardır. Bunlar tamamı ile doğrudur. Bütün bunların yanı sıra müthiş bir terkip kabiliyeti, kıvrak bir zeka, ve sürekli tarihe gidip gelen bir düşünce yapısı vardı. O’nun her konuşması, her düşüncesi, her yazısı tarihin kendisi değildir, ama tarihin tozlu sayfalarından kopartılıp günümüze getirilen günümüzü yorumlamak amacıyla atalarımızın bizim için hazırlamış oldukları birer billurdan damlalar gibidir. Bu billur damlalar yüzyıllardır tarihin tozlu sayfaları arasına unutulmuş, terk edilmişti, bunları bize hatırlatıp ulaştıran, onlarla irtibat kuran-kurduran biri vardı ve O’da Dündar Taşer’di. Biz O’nu böyle tanıdık böyle sevdik, her yazısı başlı başına bir ibret, her yazısı başlı başına bir tarih dersi gibiydi. Okuduk, okudukça sevdik, sevdikçe bağlandık. O’nun bakış açısını yakalayanlara ne mutlu. O Bakış açısını yakalama çabası içinde olanlara da ne mutlu.
Aslında O bize bizi anlattı, bizi hatırlattı, bizim kim olduğumuzu, nereden gelip nereye doğru gittiğimizi, kanın ve imanın birlikte yoğurduğu Milletimizin tarihteki macerasını “Ulu dağda duman eksik olmaz” derken bu maceramızın zorluğunu da belirtiyordu. Bizim millet olarak, yaşadığı coğrafyada yüzyıllardır varlığı ve yokluğu fark edilmeyen alelade bir topluluk olmadığımızı kendisi fark ediyor bize de fark ettiriyordu.
Son iki yüz yıldır, batılılaşma adına yapılan girişimlerin yanlışlığı ve yapılan hataların sonucunda geldiğimiz nokta ortadadır. Batılılaşmayı yanlış yerlerde ve yanlış yollarda arayan yöneticilerimiz bir türlü kendimiz gibi olma mecburiyetimizi anlayabilmiş değillerdi. Taşer; “hep Anayasa’larla uğraştık, yeni ve iyi bir Anayasa yaparsak her şeyin düzeleceğini sandık” diye ifade ederken işin aslını kaçırdığımıza dikkat çekiyordu.
Prof. Dr. Erol Güngör Töre Dergisinin Haziran 1979 tarih ve 97. Sayısında Dündar Taşer’le ilgili şunları söylemektedir. “Fikirlerinin yanında şahsiyetine ait vasıfları hesaba katmazsak onun başarısını yine açıklayamayız. Kendisini görme imkânını bulamayan gençler işte bu yüzden onun yaptığı işi kolaylıkla anlayamayacaklardır. Taşer bizim tarihimizdeki “Veli” ve “Alp” tiplerinin her ikisinin özelliklerini de üstünde taşıyordu. Gençler –ve tabii yaşlılar- onun kendilerine bu kadar yakın bulurken, efsane devirlerinden bu güne kalmış bir kahraman gibi ona bütün benliklerini bağlarken bu vasıfların tesiri altındaydılar.”
Erol Güngör aslında bu son cümle ile Dündar Taşer kimdir ve bizim için neyi ifade eder sorularının kısa ve net cevabını veriyordu.
O’nun hakkında Cemil Meriç’in şu tesbitinide aktarmadan geçemeyeceğim. “Ne ikbal sarhoş etmiş Taşer’i, ne bozgun yeise düşürmüş. Feleğin “germ-ü serd”ine vakur bir tebessümle bakmasını bilen yalçın bir irade. Bu yiğit mücahidin de Koçi Bey, Sarı Mehmet Paşa ve Cevdet Paşa gibi tek kaygusu var: “Devlet-i ebed müddet’in devlet-i ebed müddet” olması.” (Şevket Bülent Yahnici, ‘40 Yıl Sonra “Mesele”yi Okumak’ S;134)
Allah Rahmet eylesin.
Yazımızı “Dündar Taşer’in Büyük Türkiye’si” kitabının yazarı Ziya Nur’un kitabın sonunda bulunan “Âşıklar Ölmez” bölümüyle bitirelim.
“Âşıklar Ölmez
Ölüm, bir emr-i Hakk’dır ve “her nefis ölümü tadacaktır”… ama bu kadar sene sonra…. Milli telakki içinde erimiş; milletine ve ebedle müjdelenen devletine hizmet aşkıyla dolu olan; bu uğurda çalışan “Dündar” da, elbet bir gün ölecekti… Nagihani rıhleti ve dar-ı ukbaya seferi hakkında “elmukadder la yugayyer” demekten başka bir şey gelmez elimizden… Mamafih “âşıklar ölmez” derler. O da “aşık”dı; devletinin aşığı… Bu vesileyle, divan şairimizin ölümü bile şiirleştiren çok güzel bir nümunesi ile “hatm-i mekaal” ediyoruz:
Anlar ki dila, canib ma’naya giderler;
Esmayı koyub, semt-i müsemmaya giderler;
Ten, mülk-i fena bulmağın ukbaya giderler:
Canlar çekilüb hazret-i Mevlaya giderler;
Cuylar kim, canib-i deryaya giderler.
Rı’fati”