Esat ARSLAN
Yerel seçim ortamı ve “Suriye PeKaKası”uydu terör devletçiğinin dayatıldığı günümüz ortamında ülkemizin içerisinde bulunduğu gelecekte varolma riskiya da“Bekâ”sözcüğü alabildiğince tartışılmaktadır. Gelin isterseniz, önüyle arkasıyla, getirdikleriyle değil de götürecekleriyle bu“Bekâ”sözcüğüne bir bakalım mı? Ne dersiniz? Bence bakalım. Arzu ederseniz, önce söyleyiş biçimi üzerinde biraz duralım. En baştan söyleyelim bu sözcük, Arapça bir kelime. Türk abecesinde “q”harfi olmadığından “k”yerine tam da “q”harfi söyleyişine yakışacak bir sözcük. Arapçasında “Kef”ile değil, “Kaf”ile yazıldığından telaffuz edilirken “k”inceltilmeden söylenebilen, söylenilmesi gereken bir kelime. Aman dikkat. Bu arada söyleyelim, bu kelimeyi, “Bekâr”şeklinde telaffuz eden gençlerimiz de yok değil, hani. “Bekâ”sözcüğünü, kibarlaşır incelterek söylerseniz, bu sözcük “ağlama”anlamına geldiğinden, farklı bir algı yaratırsınız ve de yanlış anlaşılırsınız. “Devletin Bekâsı = Devletin Ağlamasıolur ki, artık ondan sonra nereye çekersen çek. Eğer bir anlam inceliği oluşturmak için herkesçe bilinen bir gerçeği bilmiyormuş gibi aktarmaya çalışırsanız. “Tecahül-i Arif – Bilmezlikten Gelme Sanatı”nı icra etmiş olursunuz ki, laf çok değişik yerlere gider. Şöyle bir havayı kokladığınızda da bilinen çevreler tarafından böyle bir algı yaratılmaya çalışıldığını, bunun da dikkatli gözlerden kaçmadığını ifade edelim. Ciddi ciddi bana sorarsanız derim ki, bu konuda üç maymunları kesinlikle oynamayalım! Bu konuda ülkemizin yaşam sahasına ve geleceğine sistemli bir saldırı var, bunu bilelim ve bu konuda uyanık, müteyakkız olalım, derim.
Efendim, gelelim şimdi, asıl meselemize. Bir kere her şeyden öncesi bu “Bekâ”meselesi durup dururken ortaya atılmadı ve de çıkmadı. Buraya çok dikkat, bu sözcük kutuplaştırıcı, hem de keskin kamplaştırıcı bir kelime olduğu için söylüyorum. Neden? Nedeni açık. Bu sözcükle “Cumhur” ve “Millet İttifakı”nın aralarındaki keskin çizgi ve belirgin bir şekilde kamplaşılmaya, keskinleşilmeye başladığının habercisi de ondan.
Bu anlamlaştırılmış girişten sonra ön yargılardan kurtularak, “Bekâ”sözcüğünün, asla ve asla Türkiye’ye özgü politik söylev klişelerinden biri olmadığını öncelikle not edelim. “Bekâ”sorunu, Türkiye’de sorunsallaşan, bizzat sorunsal hale getirilmeye çalışılan bir kelime. Yani kapalı kapılar arkasında önceden planlanan ve ülkemiz insanına enjekte edilmeye çalışılan bir sözcük. Soruyu bir de şöyle sormak lazım değil mi? Sizce de devletin bekâ’sının tartışılmaya başlaması ve milletin hedef kitle olarak alınmasının zamanlaması meselesi son derece manidar değil mi? Şimdi sorumuzu şöyle soralım, neden bu sözcük yerel seçimler öncesi alabildiğince geniş bir platformda yaygınlaştırılmaya başlanıldı? Bunu irdelemek lâzım. Anımsayın, öncelikle bu konu, “Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri”nde dört başı mamur bir şekilde tartışılmadı da, neden seçimler sonrası, yerel seçimler arifesinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından, bu konuya ağırlıklı bir biçimde eğilinildi? İlginç değil mi? Peki, biraz daha geniş bir perspektiften bakalım. Sayın Bahçeli, “Belediye Seçimleri Kampanyası”nda neden bu sözcüğü hem partisinin hem de “Cumhur İttifakı”nın merkezine oturttu? “Sağduyunun sesi, belediye işi, gönül işi” olarak benimsenilmiş kampanya daha başlamadan “Bekâ”sözcüğü yerel seçimlerin odağına oturtuldu? Yâda Sayın Bahçeli, evlere kadar giren bu tartışma zeminini gündemin en üstüne kadar niçin taşıdı? Neden? Hiç kimse tarafından zannedilmesin ki, yapılacak seçimler sırf “Belediye Başkanlığı”seçimi değil. Hele ki, Güneydoğu’da. Ünlü İngiliz Şairi Şekspir’in özdeyişiyle “To be or not to be” biçiminde,olmak ya da olmamak diyerek bu soruya yanıt verelim, onun için mesele derin. Rahmetli Müslüm Gürses’in ifadesiyle söyleyelim, “Bizim Meselemiz”, bu bizim meselemiz derin mesele. Ve de birlikte geleceği karşılayacak, birlikte yaşama arzu ve azmi gösteren memleketin güzel insanlarının tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak meselesi. Yüzüncü yılına dört sene kalmış, ülkemizde artık anayasal vatandaşlık meselesini çözmüş olmamız lazımdı, öyle değil mi? Ülkemizi, coğrafi bölgeler dışında “Kürdistan, İonya, Pontus, Kapadokya, Kilikya, Potamya” biçiminde parçalı bir şekilde, ifade etmemek gerekir. Burası, yaşadığımız ülke Rahmetli Babamın ifadesiyle söyleyeyim, “Türkiya”dır. “Türkiye” değil, “Türkiya”, “Turkey” değil “Turkia” dır, aynen “Syria” gibi. Soyadları farklı olabilir ama önce adda birleşelim. Kendini sübjektif değer yargılarıyla aynen İbn Haldun’un asabiyet kuramı kapsamında bir bedenin organizmaları gibi gören, burası kendini Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı hissedenlerin ülkesi “Türkiya”’dır, aynen, “Yugoslavya” gibi, aynen “Romanya” gibi. Bu sözcüklerin sonundaki “ia-ya” eki “birlik”, “ittihat”, bütünleşik anlamına gelir de ondan. Unutmayalım, Yugoslavya’nın anlamı “Güney Slav Birliği”’dir, Romanya’nın manası “Romen Birliği”dir. Ülkemiz bir bütün ve bütünleşik olarak kendini Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı hissedenlerin ülkesidir. Nasıl ki “yürümek”ten “Yörük” türetilmişse, ortaya konulan yönetim “Töre”sine biat etmekten de “Törük” yani “Türk” sözcüğü türetilmiştir. Irkî bağlamda ortak ad “Tur”dur, buradan Türkler anlamında –an- çoğul eki ile “Turan” sözcüğü çoğaltılmıştır. “İnanan” anlamındaki “Müslim” kelimesinin sonuna konulan “-an” eki de bu sözcüğü çoğul yapar. Şunu söylemeye çalışıyorum, modern toplumlardaki gibi ortaya herkes tarafından kabul gören bir anayasayı koyarsanız, buna anayasal yurttaşlık düzeyinde bağlı olanlara da “Türk” adı verirsiniz, olur biter. Ama 96 yıllık Cumhuriyet ve Cumhuriyet Aydını bu “Türk” sözcüğünün içini dolduramamıştır. Maalesef üzülerek ifade etmek gerekir ki, “Türk” sözcüğü ırkî anlamda kullanılır hale gelmiştir. Neden sübjektif değer yargılarını millet olmanın alaşımı, amalgamı olarak ortaya koyuyorum da ondan. Çünkü insanın hayvandan farkı, geçmişini biriktirme özelliğidir de ondan. Alt şuurdaki muazzam bu bilgi birikimini ne kadar irtibat kurabilirseniz, o kadar geçmişten gelen özgün şuurunuzu harekete geçirebilirsiniz. Ama maalesef şimdilerde “geçmişimizle irtibatımız kesildiği” gibi, Türk sözcüğü de “ırkî” bağlamda kullanılır hale gelmiştir. Unutmayalım, Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür, tıpkı Büyük Önder Atatürk’ün veciz bir biçimde ifade ettiği gibi, Türklük bilinci, kültürel yapıdaki “milli şuur”un dışa yansımasıdır. “Devlet, ebed müddet”şiarı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olacaksa “Millet” olarak safların sıklaştırılması zorunludur, mecburidir. Ne “bekâ” ne de devleti geleceğe taşıyacak olan “milletin mevcudiyeti” bu nedenle sormacayla, anket ile ölçülmez değerlendirilemez. Bu konuda oy birliği, ittifak zorunludur. Eğer büyük amaç; güçlü olmak, ülkenin istikrarlı olması ve tutarlılık ise bundan başkaca seçenek de yoktur.
Masumane bir biçimde yapılacak yerel seçimleri sırf belediye başkanlığı koltuğu kazanıp, çöp toplamaya, yol yapmaya taliplerin arasından liyakatli birini seçmek olarak algılamayınız, derim, sizlere. Neden? Nedeni açık seçik ortada. Türkiye’de böyle bir şeyin olması neredeyse olanaksız. Türkiye’de hangi düzeyde olursa olsun seçimler, tam olarak tam bir demokrasi değildir. Belki yarı temsili sistemin dışa yansımasıdır. Yapılan şudur, Genel Başkanların kafasındaki adayların, halkın bir noter gibi onayladığı eskilerden pek de farklı olmayan seçim sistematiğidir. Şimdi de değişen bir şey yok. Adayların, halk katmanlarındaki ederini ve genel merkez ile olan ilişkilerini pek sorgulamıyorum. Kısaca söyleyelim, büyük çoğunlukla halkın önüne konularak dayatılan adayların nerelerden kodlanıldığı hep bilinmektedir, kamuoyu tarafından. Meraklar buyurmayınız efendim. Burada müthiş bir toplum mühendisliği olgusu var. Bana sorarsanız, halka, topluma uygulanan algı operasyonları, onların marifeti olduğunu söylemekle yetinelim. Biraz geniş bir perspektiften bakarak söyleyelim, bilhassa Güneydoğu Anadolu bölgesinde, zamanında Pax-Anglosaxon devrinde İngiliz İstihbarat Servisi, öyle kodlamış ve Sam amcaya da bu şekilde teslim edilmiştir. Onlar da bilinen kriterler göre eliminasyon usulü Truva atlarını belirlemişler, belirlemeye devam etmektedirler. Öyle ileriye gidilmiştir ki, bana sorarsanız, bunlara kalsa, bölgenin anahtarını İngiliz Efendilerine, Sam Amca’ya, Hans dayıya elden götürür, teslim ederler. Bir de üstüne üstlük, onlar ne derse sözünden de çıkmazlar… Bütün bunları niçin söylüyorum? Anımsayalım, Edremit ilçesinde CHP’nin seçim bürosunun açılışında, açık bırakılan mikrofondan bu ard düşüncelerin nasıl ortaya saçıldığı, açık seçik, gün gibi ortaya dökülmüştür. Başkan Adayı Selman Hasan Arslan ve diğer partililerin kendi aralarında yaptığı konuşma, bu sırada canlı yayın yapan bölgesel yayın yapan televizyon kanalına nasıl yansıdı? Biliyorsunuz. Arslan’ın,“Bizim oy Kürdistan’a”diyen müteahhide “Hee bize verecek demektir”sözleri. Batı’dan yemlenen taşeronların hareket tarzlarını bir bir ortaya çıkarmaktadır. İnanın tersine bir okumayla bunun “Susurluk Kazası” miladından bir farkı yoktur. Bunun anlamı burnumuzun dibinde “Suriye PeKaKası”yla birlikte dört parçada “Kürdistan”’ın bu seçimle kuvveden fiile geçirilmesi startının verildiğinin dışa yansımasıdır. Evet, sevgili okurlar, Burnumuzun dibine “Suriye PeKaKası”terör devletini dayayanlar, ‘Bekâ meselesi yok’dedikten sonra, üstüne üstlük o terör örgütü ile ittifak yapanlar gün gibi ortada… Sizce bu hareket bu kadar masum olabilir mi? Lütfen bu konuyu geçen hafta görüşlerinize sunduğumuz “Büyük Çevreleme”politikasının Ortadoğu’daki acil eylem planı “Büyük Oyun”un en büyük argümanı “Büyük İsrail”’in bir parçası olarak algılamaya çalışalım. Unutmayalım, bu iş bu kadar basit değil, arkasında “böyyükkk” bir hesap var. O yüzden terör örgütleri ile kol kola dolaşılıyor, diz dize oturuluyor, göz göze bakılıyor sevgili okurlar. Bütün bunlar yapıldıktan sonra, “Kol kola, diz dize, KİME NE?”mesajı veriliyor.Ülkemizde yaşayıp, ülkemizin tüm nimetlerinden aksırıncaya, tıksırıncaya kadar yararlanan Batı’dan yemlenen taşeronların yapabildikleri değil, istedikleri kafalarının arkasındaki plan bu. Sizler bunu “kadayıfın altı kızardı”gibi Türk politikasına özgü politik söylev klişeleri, beylik laflarla halkımıza anlatamazsınız. Durum istihbarat servislerini de marifetiyle gerçekten de vahim bir duruma itilmektedir. Bunun bir “büyük oyun” olduğunu bilelim, safları sıklaştırıp oyuna gelmeyelim, derim. Ama durum gerçekten de vahim.
“Bekâ” konusundaki sözümüzü de “Korkma: cehennem olsa gelenleri iman dolu göğsümüzde söndürürüz, Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz. Yürürüz….” diyen “Bekâ” sözcüğünü günümüze uyarlayabilecek biçimde veciz bir biçimde anlamlandıran “Milletin Sesi Milî Şair”’in manidar bir dizesi sonlandıralım.
“Bekâyı Hak tanıyan, sa’yi bir vazife bilir,
Çalış, çalış ki bekâ sa’y[1]olursa hak edilir.”
DİPNOT
[1] Sa’y”in sözlük anlamı ; “çalışmak, çalışıp kazanmak, gayret etmek, kastetmek, koşmak, yürümek” demektir.