Irahmetli babamı çok özlüyorum.
Eh, yani her insan kaybettiklerini özler. Babası ise kaybettiği, bu özlem çok daha derinden hissedilir. Babamı anlatmak, babamdan söz etmek belki sizlere kabalık ettiğimi düşündürebilir ama öyle değil. Babam bizlere nasihat etmezdi, “şunu yapın, bunu yapmayın” demezdi. Her akşam yemeğimizi yedikten sonra, hafta sonlarıysa çaylarımızı içerken muhabbet ederdik; vereceği nasihati bu sohbetler içinde söylerdi.
Bir pazar günü oturduk çaylarımızı içiyorduk, kapının zili çaldı, babamın akranı biri geldi. Buyur ettim. Babamın yüzü çevrildi, hoşnutsuzluğu belli oluyordu yüzünden. Bir çay getirdim, misafir çayını içti, “Hüseyin ağa” dedi. İkinci el bir mutfak satın aldım, taşımaya yardım eder misin? Babam da “yok yok, yardım edemem” dedi. “Ekrem gelse de yardım etse!” “Olmaz olmaz. Ekrem de gelemez, çayını içtin gidebilirsin.”
Misafir getti, ben şaşkınım, hec görmediğim, rüyamda bile göremeyeceğim bir davranış babamın davranışı.
“Evladım, şu çay bardağını, tabağını, kaşığını hemen götür çöpe at!”
Götürdüm çöpe attım, bardağı, kasığı, tabağı.
“Evladım bi bez ıslat getir şu herifin oturduğu yeri eyice bi sil, sildiğin bezi de cöpe at!” Dediklerini yaptım.
“Baba, hayırdır, ne oluyor, kimdi bu gelen?”
“Bigâneydi.”
Hec nasihat vermeyen, her söyleyeceğini hikayelerle süsleyen babam, “aman evladım, evine bigâne alma, bigâneyi yolundan geçirme.”
“Baba eyi diyorsun, güzel diyorsun da “bigânenin ne olduğunu bilmiyorum ki!”
“Evladım, bu adamı yıllardır tanırım, bir gün çalıştığını ne gördüm, ne de duydum, hanımı çalıştı bu yedi, ver yesin, bırak uyusun! Hec bi ALLAH in kulunun derdine dertlenmez, sevincine ortak olmaz, midesinden başka düşündüğü hec bi sey yoktur, böyle biganelere selâm bile verme.”
Biganenin ne olduğunu, nasıl olduklarını o gün öğrenmiştim. Yine bir hafta sonu çaylarımızı içiyoruz;
“Evladım dedi. Ben ölünce yemin talkını verdirmeyin.”
“Ağzından yel alsın, hayırdır baba?”
“Oğlum, ben ömrümde hec yemin etmedim çünkü yalan söylemedim. İnanmışlar inanmamışlar önemli değil benim için; bir sözü bir kere söyledim ama doğru söyledim, bunun için de yemin etmedim. Aman evladım, sen de yalan söyleme, beni HAKK katına yalancının babası diye çıkarma!”
Eh yani, böyle bi baba özlenmez mi? Babam irahmetli dışarda, lokantada falan yemek yemezdi, velev ki yemek mecburiyetinde kalırsa her ne yediyse, fazlasıyla eve getirirdi, bizim için.
İzninizle eccük babamı anlatayım.
Ne iş yapardı?
Almanya’ya gelmezden önce amele başı imiş. Bir gün amele başılığını bırakır, taş ocağında taş kırmaya başlar, daha sonra da, Almanya’ya gelir, kömür ocağında çalışır, usta başı olur ve dört kere de, iş yerinden dürüst çalıştığı için takdirname alır.
Liseye gidiyordum, okul çıkışanda bi inşaatta gece bekçisi gelinceye kadar bekliyorum, insaat çavuşu da amcam, üç beş kuruş cep harçlığı alıyorum. Bir gün “Ekrem dersin yoksa pazar günü bir kamyon çimento gelecek, onu depoya boşalttırabilir misin” diye sordu, “tamam emmi yapacak dersim yok.”
Bana yüz lira verdi. Pazar günü, kahvehaneye gettim, babamın arkadaşlarını buldum, “Memmet emmi, bi kamyon çimento indirilecek, boşaltabilir misiniz?” Dediler “olur”.
Benimle depoya geldiler, kamyonu boşalttılar, yirmi beşer lira verdim, babamı sordular “dedim iki haftaya kadar izne gelecek.” “Eyi, eyi. Selamımızı söyle” deyip gettiler.
Babam izne geldi, bir gün de olsa amele başılığı yapmışım ya, havam yerin de babama anlattım.
Babam, “bir sey dediler mi” diye sordu.
Dedim “selâm söylediler.”
“Haaa, öye mi, aleyküm selâm” dedi. Hani takdirini belirten bi söz söylemedi.
Aradan uzun yıllar geçti, Almanya’ya geldim, çay içip muhabbetler ettiğimiz günler başladı. İşte öyle, çay içip muhabbetler ettiğimiz günlerden bir gün, babama, “baba dünyanın en zor mesleği, işi ne” diye sordum.
Dedi “amele başılığı.”
“Baba, elli bin meslek var, bu elli bin mesleğin içinde neden amele başılığı en zor iş” diye sordum.
“Dedi, evladım, sen bir kere amele başılığı etmiştin değil mi?”
Nasil unuturum, yüreğimde değirmen taşı gibi oturup kalmış.
Dedim, “hatırlıyorum.”
“Haaa, is neydi?”
“Bi kamyon boşaltılacaktı.”
“Yük neydi?”
“Cimento.”
“Memmet nasıl taşımıştı?”
“Mehmet amca çok kuvvetliydi, her iki omzuna birer çimento torbası alıyor, zorlanmadan taşıyordu. Diğer ikisi birer birer taşıdı.”
“Dondurmaci Mustafa nasıl taşıdı?”
“Onun kuvveti yetmiyordu, bi sırtına alıyordu çimento torbasını, bi omzuna alıyordu, ama götürünceye kadar kan ter içinde kalıyordu.”
“Adam başına kaç lira verdin, nasil pay ettin?”
Dedim “yirmi beşer lira.”
“Eh yani oğlum, görünüşe göre adaletli de, hakkaniyetli mi? Mehmet ikişer ikişer taşımış, Dondurmacı Mustafa bir tane taşırken zorlanmış, ikisine de yirmi beşer lira vermişsin.”
“Baba Mehmet amcaya, otuz bes lira, Mustafa amcaya on bes lira mı vermeliydim?”
Dedi “olur muuuu? Mehmet’in kışlık erzağı köyden gelir, soğanıydı, patatesiydi, fasulyesiydi, mercimeğiydi, buğdayıydı vs. Ama Mustafa zir fukara oğlum, ona köyden heç bi şey gelmez, evi kira, çoluğu çömleği var, eğer ona on beş lira verirsen aç kalırlar.”
“Eeee baba, elimde yüz lira var, o parayı nasıl pay edecektim ki hakkaniyetli olsun?..”
“Eh yani oğlum, onu da sen bulacaksın, ki üzerine hak geçmesin. Bir de oğlum, ileride şef olursun, yönetici olursun, her ne olursan ol, böyle güçsüzlere yardımcı ol, kol kanat ger, onları ezme, ezdirme! Biz yıllarca Dondurmacı Mustafa’yı aramız da barındırdık.
Yaaaa, işte böyle!
Ah şunu da deyvereyim:
Irahmetli babam bize miras bırakmadı. 27 aralık 1999 yılı ıramazandı, sabah kalktık eşim, sofra hazırlamakla meşgul telefon çaldı. “Hayırdır inşallah” dedim, ama yüreğime de bi ateş düştü, ahizeyi aldım, “efendim” dedim, telefonda ağabeyim, “Ekrem babamız ağır hasta, hemen gelmelisin.” Dedim “ağabey, can emanetini sahibine teslim edip, hakikate âlemine göçtü mü?” Dedi, “üzgünüm ama evet.”
Dedim, “cenaze bekletilmez, benim gelmem en az iki gün sürer, siz defnedin.”
Lafı uzatmayayım, vardım memlekete, eş, dost, konu komşu, uzaktan yakından tanıdıklarımız baş sağlığına geliyorlar ve anlatıyorlar, falan kiş odun alamamıştık, Hüseyin ağa, iki ton odun yıktırmış kapının önüne, bi başkası, kömür alamamıştık, kömür yıktırmış, bir diğeri, hastane masraflarını ödemiş vs.
Babam bütün parasını dağıtmış, geriye annemin oturacağı bi ufak ev ve emekli aylığı, başka bir şey bırakmamış. Haaaa, bir de üzümlü marka çifte tüfek. O tüfek de cenaze telaşındayken kaybolmuş.
Babam ırahmetli sağlığında ava giderdi, annem ona iki üc günlük azık hazırlar, babam azık torbasını bi omzuna, tüfeği öbür omzuna asar, beline fişekliği kuşanır geder ava, ama işin ilginç yönü hecbir gün bi üveyik olsun eve getirmedi, vaz geçtim, dağ koyunundan, ördekten kazdan.
Bir gün dedim “baba, o kadar ava gediyorsun, bi kere de eve bir şey getirdiğini görmedim, hayirdir?”
“Oğlum, dedi. Bu tüfeği aldığımda yirmi fişek vardı, hâlâ yirmi fişek var, yazık dağdaki zavallı hayvanlara hec tüfek atılır mı? Yazık dedi, ben ALLAH’tan korkarım, yaratılmış hec bi şeye daha tüfek atmadım, et yiyeceksek gedip kasaptan istediğimiz kadar alıyoruz, ben tüfeği omzuma asıyorum, eccük dağ bayır dolaşıyorum, Yüce Rabbimin yarattığı güzellikleri seyrediyorum.”
Iste, bu fukara Ekrem ömründe, hec yemin etmemiş, çünkü yalan söylememiş, güçsüze ömrünce kol kanat germiş, sadece dostlarının değil düşmanının da takdirini kazanmış bir babanın oğlu.
Düşmanının takdirini kazanmış dedim de aklıma geldi. Eccük uzun oldu anlattıklarım ama bunu da deyivereyim, noksan kalmasın, sizlerin de göbek adı sabır yani, sabredip okuyorsunuz. ALLAH sizlerden razı olsun.
Bi cuma aksamı, çaylarımızı içiyoruz, laf lafı, laf konuyu açtı, muhabbet koyulaştı;
“Evladım dedi, sen sen ol, dostların seninle gurur duysunlar ama düşmanların da saygı duysunlar.”
“Baba, dostlarımı anladım da, düşmanıma nasıl saygı duyuracağım? Evladım zamanın bahrinde, Mersin’de kan davalı iki kişi yasarmış, biri silahsız, yalnız gezermiş, çevresindekiler de, onu uyarırlarmış.
Bir gün bunlardan biri bi arkadaşıyla gezerlerken, diğeri pusuya yatmış elinde tüfek bekliyormuş. Arkadaşı silahsız gezene demiş ki;
“Bre arkadaş, kan davalın var, silahsız gezme, yalnız gezme” falan diyormuş. Tam da pusudakinin duyabileceği bi noktaya gelmişler, adam demiş ki;
“Arkadaş benim düşmanım merttir, öyle pusuya yatıp beni kalleşçesine vurmaz; çıkar gelir meydanda alnımın çatından vurur, gider aslanlar gibi damda yatar. Ben kanlımın mertliğini bilirim, bu mertliğinden dolayı da saygı duyarım.”
Pusudaki çıkmış pusudan, “buyur al tüfeği ister beni vur, ister kan davasından vaz geç” deyip tüfeği bırakıp yürümüş getmiş.
İşte oğlum, kimseyle düşman olma, velev ki oldun zinhar kalleşlik yapma, dostların mertliğinle gurur duysun, düşmanın da mertliğinden dolayı sana saygı duysun.
Babam ırahmetli cehenneme gedeceğini düşünürdü.
Diyeceksiniz, “niçin?”
Bunu da anlatıvereyim, zaten laf uzadı.
Bir gün babam taş ocağından gelmiş, eccük yorgun, yorgun olduğu kadar taş ocağından kızgın eve gelmiş, yevmiyesini vermemiş elleem, taş ocağının sahabı. Neyse, annem sofrayı kurar, eccük yemeğin dibini tutturmuş.
Babam da “başını bürüyen, kadınım diye kocaya getmiş” der.
Babama bakan annem, öyle üzülmüş ki, sadece “Hüseyiiin!..” Diyebilmiş.
Allahım!
Anamı babamı bağışla!
Eh dostlar şu an sanki o anmış gibi ağlıyorum, ben babamı çok özledim.
Derdi ki;
“Oğlum ben cennete giderim, bilerek isteyerek hec bi yaratılmışa kötülük etmedim, etmediğim gibi hec bi kimse için kötülük düşünmedim, istemedim; bi annen hakkını helal ettiyse, işte konuda yukarıda anlattığım.”
Yaaa, işte böyle 27 aralık 1999 sahur yemeğini yemiş, sabah namazını kılmış, “ALLAH” demiş, can emanetini sahibine teslim edip hakikat alemine gecivermis. Ama annemi anlatmadım ya, babamı anlayamazsınız.
Annem dedim de aklıma geldi, sizler annenizin göz rengini biliyor musunuz?
Bu fukara Ekrem annesinin göz rengini bilir. Yaaaa işte böyle göz rengi deyip gecmemek lazım, kulak ardı etmemek lazım, göz rengi yaaaa!..
Ela mıydı, yoooo; kahverengi miydi, yoooo; yeşil miydi, siyah mıydı, yooo!..
Hayır nasıl ki annelerinizin göz rengini bilemediyseniz bunu da bilemediniz annemin göz rengi hec biri değildi, ben annemin göz rengini biliyorum.
İşte o göz rengi, bu fukarayı hayata hazırladı, babamın hikayeleri değil; helalden başka lokma yedirmemesi değil; Kara Hüseyin olması değil…
Annemin göz rengiydi bizi hayata dürüst başlatan ve yaşatan.
Ben babamı çok özledim.
Sevgi ALLAH’a…
Ekrem Özkan
Açık mektup
Küçük oglum Kutalmış Devlet, baba perşembe günü arkadaşlarım gelecekler, dedi. Buyursun gelsinler evladım, bahçe evini hazırla, dedim. Ama seninle konuşmak istiyorlar. Evladım bu ehtiyarla ne konuşacaklarmış? Lafı uzatmıyayım, bu gün sekiz genç çıkıp geldi, Kutalmış Devlet arkadaşlarını bahçe evine buyur etti, on dakika sonra geldi, baba seni bekliyoruz, dedi.
Kalktım vardım, hoş geldiniz çocuklar deyip koltuguma oturdum, mezun oldunuz, şimdi ne yapıyorsunuz? vs. havadan sudan konuşma faslı geçti, çocuklar zannedersem kafanıza takılan sorularınıza cevap arıyorsunuz, tecrübelerim ne kadar cevap verir bilemem ama Mehrigül teyzenizin yaptıgı kurabiyeler lezizdir, çaylarımızı içer leziz kurabiyeleri afiyetle yeriz. Soru bir diyelim, kim sormak istiyor? Ekrem amca bir haftadır sevgi üzerine konuşuyoruz, google ye de baktık, hepsi birbirinin tekrarı, sizin sevgi üzerine düşüncelerinizi merak ediyoruz. ( zannedersem, gençler söylenmişlerin dışında başka sözler duymak peşindeler ? )
Evet, evet.
Dua önemli, duasız günleriniz olmasın, bırakın günleri, anlarınız olmasın, her an dualar da dua olun, Cenab-ı ALLAH ın rahmeti dualardadır, merhameti dualardadır, yer gök dua ile durur deriz ya işte o yeri gögü tutan dua olun, ellerinizi semaya gönlünüzü HAKK’ a açıp öyle dua olun ki, bütün gök kapıları açılsın sizlere.
Dua önemli.
Evet, evet, dua çok önemli. Soru iki diyelim, kim sormak istiyor? Ekrem amca sevgi diyorduk, ? .
Evet, yolumuz açık, bahtımız yar olsun mu? diyorsunuz, dua olun. HAKK katın da kabul olmuş bir duamdır, niyazımdır Mehrigül teyzeniz. Sizin yaşınızdayken elim biraz resim yapmaya yatkındı, 100- 150 marka sipariş resim yapardım, bir gün resmi bitirdim, bakıyorum, bakıyorum, resimde ruh yok, siparişi veren geldi, buyrun dedim, ooo ellerine saglık çok güzel olmuş, dedim siz begendiniz ama, ben yaptım, kendim begenmedim, para almıyorum, ısrar ettiysede hak ettigimi düşünmedigimden hayır dedim, çayını içip getti, bir şiir yazmıştım, ırahmetli Tarık Bugra bir kelimesini degiştirdi, nazikçe olmamış dedi, laf uzamasın, ellerimi semaya, gönlümü HAKK’a açtım, Ya Rabbi, Şefik Direnoglu gibi resim yetenegim yok, Abdurrahim Karakoç gibi şiir yazamıyorum, Mustafa Necati Sepetçioglu gibi roman yazmayı sadece rüyalarımda görüyorum, kulun Ekrem bu, bu kulun Ekrem’i sevdigin bir kulunla karşılaştır, onunla evleneyim, ömür boyu onu mutlu etmiye çalışayım böyle yana yakıla dualar da iken kapının zili çaldı, Adana’lı arkadaşım Abdullah çıktı geldi, hoş geldin, safalar getirdin faslı bitti, bir çayda ona ikram ettim, Ekrem abi, gelecek hafta dügünüm olacak dedi, biliyorum, ALLAH izin verirse hediyemiz hazır, gelecegim, dedim. Dedi sagdıcım sensin. Bre Abdullah bekardan sagdıç olmaz, evli bir arkadaşını sagdıç yap. Ekrem abi sagdıcım sen olacaksın diye ısrar edince mecbur kabul ettim, dügün günü yaptıgım sagdıçlık sayılmaz, salon agalıgı gibi bir şey oldu. Mehrigül teyzeniz beni begenmiş, Abdullah’ın ablası ile arkadaşmışlar, benimle tanıştırmasını istemiş, uzun uzun dillendirmek istemiyorum, üç ay sonra evlenmiştik.
Yana yakıla yaptıgım HAKK katında kabul olmuş duamdır Mehrigül teyzeniz. İmanın sesidir sevgi, yaaa sevgi ise duadır.
Babam annemi çok severdi, annem her gün babamın işten dönüşünü gözlerdi, onlar sevgi olmuştular. Sevgi olun, dua olun, gök kapıları açılırda, dualarınız ete kemige bürünür sevgi olup karşınıza çıkar. NE MUTLU SEVGİ OLANLARA. ( ALLAH izin verirse gençlerle yaptıgımız sohbetin kalanını, açık mektup 2 de yazacagım)
Sevgi ALLAH a
Kalbimi bezlederim, minnet-ü zevkle
Dilesen, dilesen, dilesen
Dilesen, dilesen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum
Sev diye, sev diye
Sev diye, sev diye, sev
Bir muhabbet kuşu da ben olurum
Sev diye, sev diye
Sev diye, sev diye, sev
Sevgimin meltemidir
Şimdi şu ruhumda esen
Ah esen, ah esen
Ah esen, ah esen
Bir muhabbet kuşu da ben olurum
Sev diye, sev diye
Sev diye, sev diye, sev
Açık Mektup (2)
Evet, nerde kalmıştık? ”NE MUTLU SEVGİ OLANLARA.” demiştik.
Sevgi, çeşitli nedenlerin bir araya gelip mutluluk hormanlarını artırması, her günümüzün elimizde kaşıklarla döne döne oynamak olmadıgını hepimiz biliriz. Yaşamaktır, can olmaktır, canan olmaktır sevgi. Eyi günlerimiz, mutluluktan uçuyormuşuz gibi hissettigimiz günler oldugu kadar, sanki yüregimize odun yıgıp ateşe vermişler gibi, ateşlerde de yandık ama, saygımız, hoşgörümüz, güvenimiz sevgi oldu, sevgi olarak yaşadık.
Yüz yıllardır insanlar hac’a giderler, umreye giderler, Safa-Merve arası koşarlar, Hz. Hacer validemizin koşmalarıdır, o koşmalar. Ve biz, Hz. Hacer validemizin, o koşmalarını, çaresizligini, Zemzem suyunu, hakikaten anlıyanlardanız. Sanki gök delinmişcesine yagan yagmurun altın da, kucagım da Kagan Yusuf, peşimde Mehrigül teyzeniz, en arkada da Gökçen ablanız, yolun bir aşagısına, bir yıkarısına koşuyoruz, en az on kere koştuk, ALLAH aşkına durdur arabayı, oglum ölüyor! arabayı durdurmadı, durdurmadıgı gibi heyhat koşturdu getti, bunları amaneeeey amaney, biz şöyle çile çektiiik, böyle çile çektik, demek için anlatmıyorum.
Rüyalarıma girerdi, bazan bir bebek, bazan bir çocuk, bazan bir delikanlı, ama konuşmazdı, çünkü her gün kırk kere, Ya Rabbi, sana sıgınırım, senden yardım dilerim” derdim, derdim ama bir beşere yalvarmıştım, ALLAH için durdur arabayı, oglum ölüyor diye feryad etmiştim, her gün yüzlerce çocugun açlıktan öldügünü, savaşların yıkımları arasın da kaldıgını, dünyamızın, ki cennetin fihristidir dünyamız, cehenneme çevrildigini unutmuş, bir beşere yalvarmıştım.
Bize anamızdan, atamızdan, yedi göbek ötemizden gelen kadim yaşama bilgileridir, saygı, sevgi, hoş görü, güven, hatalarımıza pişmanlıklarımız, ki tövbelerimizdir, kullara teşekürlerimiz, ki HAKK’ın bize sundugu nimetlere şükürlerimizdir ve ve insanlıgın içinde el eminler olmakta görevimizdir.
Yaşamadıgınız heç bir şeyi yaşatamazsınız, sevgi mi diyorsunuz, yaşayacaksınız, sevginin hakkını tastamam vereceksiniz, yoksa sevgi demeleriniz lakırdıdan öte gitmez. Geçen hafta Mehrigül teyzeniz, sanki taze gelin, yüzü al al, Ekrem efendi seni çok seviyorum, ALLAH senden razı olsun dedi. Yaaa işte böyle sevgiyi yaşamak.
Sizlerin sahip oldugu imkanlar bizim zamanımızda yoktu, bir şeyi bilmek istersek, hocalarımıza sorardık, kütüphanelerde araştırırdık. Eh yani eyilerden olabilmek için de çabalarımız olurdu, ama yardım etmek, düşenin elinden tutvermek, aglıyanın göz yaşlarını silivermek için bile imkanlarımız çok azdı. Ama sizlerin şansı, bu şansın getirdigi imkanlar çok fazla, sahip oldugumuz engin kültürümüzü eyice bir ögrenin, kısa kısa paragraflar halinde yazın, veya ülkemizin yetiştirdigi kıymetlilerimizin yazdıkların dan seçin Türk kültürünü anlatan bu paragrafları, ki almanca birinci diliniz, Türkçe ana diliniz, ingilice, fransızca, ispanyolca yabancı dilleriniz, ki çapraz tercüme yapacak kadar da bilirsiniz, tercüme edin, internette buldugunuz adreslere gönderin, sözlü de olabilir, yazılıda olabilir, dünyamız bir ateş çemberi için de, savaşlar ve kötülükler ve bazı ülkelerde kötülükler kurumsallaşmış, o kötülükler içinde mazlumların gözünden akan yaş degil kan, emekleri sömürülmüyor, somuruluyor. Diyebilirsiniz, Ekrem amca biz yazamayız, bilgimiz mi yetmez diyorsunuz? hemen ismi aklıma gelen ülkemizin yetiştirdigi kıymetlilerimiz var, bilgedirler, Etem Yeşilyurt hocam deyip mevzuyu açıklayın, kültürümüzden insanlıga sunacagınız bir yazı isteyin, yazmıştır araştırın bulursunuz, yada Mehmet Ali Kalkan hoca nın yazdıklarına bir bakın, insanlıgın eyiligine olacak pek çok yazı bulursunuz, Yener Özen hoca, psikolojiyi bilir, alanıdır, lakin çok daha önemlisi, ilim ve irfanın ete kemige bürünmüş hali olan Yener hoca toplumculugu da bilir, yardımını rica edin, inanıyorum, Etem hoca da, Mehmet Ali hoca da, Yener hoca da işleri başlarından aşmış olmasına ragmen sizlerin eyilerden olma, eyilikler yapma çabalarınıza yardımcı olurlar ve seve seve yaparlar. Muhittin Gümüş hoca, Faruk Korkmaz hoca bilgeligin ötesin de gönül adamıdırlar, yazdıklarını okuyun, bu bilgilerle gelecegi görün, ve insanları içinde eminler olun. (Deyip noktayı koymalıyım, laf uzadı) ALLAH izin verirse 3. mektupta gençlerle yaptıgım konuşmaya devam edecegim.
Sevgi ALLAH a
Açık Mektup (3)
Söz! Yusuf gibi, Güzel.
Eyüp gibi, Sabırlı.
Hamza gibi, Cesur.
Bilal gibi, Yanık olmalı.
Söz!
Ebubekir gibi, Sadık.
Ömer gibi, Adil.
Osman gibi, Kâtip.
Ali gibi, Âlim olmalı.
Söz!
MUHAMMED ( s.a.v ) olmalı
Âlem GÜL kokmalı.
SÖZ! Söyleyene yakışmalı, Ekrem efendi dedi, Kemali baba.
Eyvallaaaah baba sultan, babam ırahmetli ”yigit alnın dan öpülür” derdi, biz ellerini öptükçe bizi alnımızdan öperdi, anladım anladım ama geç anladım, dermiş ki, merdim diyorsan, yakışanı ol, yigit ol dermiş, yaaa bizde diyoruz ki, ” seviyorum diyorsan, sevginin yakışanı ol’, ol ol ama her ne dillendiriyorsan yakışanı ol. Ol ol, inanıyorum diyorsan, imanın yakışanı ol. Sevgi imanın sesi, dualar da açılır bu kapı, duaların yakışanı ol.
Nasıl mı?
Kolay çok kolay, kendine dürüst oldugun kadar, çevrene hakkaniyetli olmakla diyecegim de, hakkın yakışanı ol.
Yaaa, işte böyle, gençler ile böyle iki lafın belini kırdık.
Sevgi ALLAH a