O, içimizden birisiydi. Sıradan bir insan gibi görünmesine rağmen, sıra dışı pek çok özelliğin sahibiydi… O, 70 yıllık ömrünü kul olma şuuruna müdrik olarak yaşamış; iyiliği, sevgiyi, saygıyı, samîmiyeti, edebi, ölçüyü, dürüstlüğü, hoşgörüyü tavır ve davranışlarında yaşatmış, yaşadığı ve etrafına yaşattığı güzelliklerin mükâfatı olarak da Hac yolunda fânî ömrünü tamamlamış bir bahtiyardı.
Ben bir baba tanımıştım;
O, tevârüs edilmiş bir asâletin ve unutturulmak istenen bir medeniyetin eşsiz güzelliklerini şahsında tebârüz ettirmiş ve “Yaradan’a îmânı olmayanın, insana saygısı olmaz” diyerek İslâmî ölçüler olan insânî hasletleri ete kemiğe büründürüp bir hayat biçimine dönüştürmüştü… O, lügatinden; ahde vefâ, fedâkârlık, diğerkâmlık, sükûnet, îtidâl, teennî, sabır, şükür, tevekkül, teslîmiyet, muhabbet, merhamet, letâfet, nezâket, zarâfet, ferâset, basîret vs. gibi kelimeleri çıkarmadığı için, bu kelimelerin tedâî ettirdiği tavır ve davranışlar da hayatından hicret etmemişti.
Ben bir baba tanımıştım;
O, Allah (c.c.) aşkıyla yanan, Resûlullah (s.a.v.) muhabbetiyle sevdalanan, ömrünü Hakk’a adayan, yüreği “din ü devlet, mülk ü millet” diye çarpan; vatanına bağlı, milletine sevdâlı bir Anadolu insanıydı. O, emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın, astığı bayrağın hakkını veren, ticâreti ibâdet olarak gören, ama aslâ ibâdetini ticâret metâı yapmayan, diliyle kalbi arasındaki mesâfeyi ortadan kaldıran, kāliyle hâlini birleştiren, söylediklerini yaptıklarıyla güzelleştiren aksakallı bir alperendi.
Ben bir baba tanımıştım;
O, Allah(c.c.)’tan başka hiçbir şeyden korkmazdı… Yiğitliğin ölçüsünü “Allah(c.c.)’tan korkmak, zâlimden korkmamak” diye târif ederdi. Allah (c.c.) hatırından daha üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden daha yüksek bir menfaat tanımazdı. O, kul hakkına titizlikle riâyet eder, akrabalık ve komşu hukukuna çok önem verir, “Hatırdan, gönülden geçici olma”[1]maya âzamî gayret gösterirdi… O, ganî gönüllüydü; mala-mülke hiç önem vermez, parayı-pulu uzun süre yanında misafir etmez, sık sık;
“Mal sahibi mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan.”[2]
dizelerini terennüm eder ve; “Dünya bir metâ değil ki nizâa değsin”[3] mısraını dilinden düşürmezdi.
Ben bir baba tanımıştım;
O’nun çehresi derin çizgilerle doluydu. Yüzündeki her çizgi, çektiği sıkıntıların bir tezâhürüydü. Hayatı çileyle dokunmuş, ömrü âdeta bir çile harmanı olmuştu. Her türlü meşakkati çekmiş, fakat hiçbir zaman kaderinden şikâyetçi olmamıştı. “Kadere îmân eden kederden emin olur.” sözünü kendisine rehber edinmiş ve her zaman “Emrine şükür!”demesini bilmişti. “Nasılsınız?” sorusuna muhatap olunca; “Muhanete muhtaç olmayacak kadar varlıklı, kendime yetecek, ibâdetimi yapacak kadar sağlıklıyım!” cevâbını verirdi.
Ben bir baba tanımıştım;
O, ütüsüz elbiseler giyen, alınterinin ekmeğini yiyen, çalışmaktan hiçbir zaman geri kalmayan, gururlu fakat aslâ kibirli olmayan, mazluma el uzatan, zâlimden ayak çekmeyen, gönlünden zikri, dilinden şükrü hiç düşürmeyen, rızk endişesi taşımayan, sıdk ile “Allah kerim!” dediği için hiçbir zaman yüreği üşümeyen, kazancı helâl, övüncü Hilâl, güvenci Zât-ı Zül-Celâl olan bir babaydı.
Ben bir baba tanımıştım;
“Kaba softa ham yobaz”[4] tâifesini aslâ tasvip etmez, akıl süzgecinden geçmeyen söz ve davranışları onaylamaz, mesnetsiz dînî yaklaşımları kabul etmez; zarfa değil mazrufa önem verir, münevver insanların sohbetinden büyük zevk alır ve Türkistanlı âlim Hoca Nasrullah Efendi’nin her sözüne mutlak îtibâr eder, “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir”[5] hadîsini çok sık tekrarlardı.
Ben bir baba tanımıştım;
O, devlet adamını iyi tanır, millete hizmet eden insanlara hürmet edilmesi gerektiğine inanır, devlet adamı kıtlığı çeken bir toplumun ve milletle özdeşleşmeyen bir devletin uzun ömürlü olamayacağını tarihî hâdiselerden çok güzel misâller vererek anlatırdı. O; dînimizle, dilimizle, tarihimizle, millî kimliğimizle her zaman övünür; kültür ve medeniyetlerin rûhî temellerinin inanç, içtimâî temellerinin ise bu inanca bağlı ahlâk nizâmı olduğunu vurgulardı. İslâm medeniyet dâiresinden ve millî kültür değerlerinden ayrılıp, Batılılaşma sevdâsına düşülmesini “bâtıllaşma” olarak gördüğü için külliyen reddeder, milletin hilâfına yapılan “batıcı uygulamalar” ve “ruh kökümüzü” kaybettiren tasarruflar hakkında seviyeli tenkitlerde bulunur ve bu mevzudaki sözlerini Mehmet Âkif’in;
“Beyinler ürperir Yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl;
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!”[6]
dizeleriyle tamamlardı. O, devletin millet mihverinde hareket etmesi; seyfiye ve mülkiyenin, ilmiyenin ve kalemiyenin arkasında yol tutması; alınterinin, göz nûrunun ve duânın birbirine dayanarak silah çatması gerektiğine bütün kalbiyle inanırdı.
Ben bir baba tanımıştım;
O, Kur’ân’ın ilk emrinin “Oku!”[7] olduğunu ve kızların da mutlaka okutulması gerektiğini vurgular, gençlere müsâmahalı davranır, kimlerle nasıl konuşulması gerektiğini iyi bilir, herkesle şakalaşırdı. Akranlarıyla yaptığı, cümle sonlarında -‘Anadolu’ya mahsus harf-i târif’ diye vasfedebileceğimiz- çok özel bir tâbir olan ‘noktalama işâretleri’nin mebzul miktarda kullanıldığı gümrüksüz sohbetlerden de âzâde kalmazdı. Yeri ve zamanı gelince “kelp oğlu kelp…” gibi hafif dozlardan başlayan “âsâb-ı müsekkinleri” lüzûmu ölçüsünde tüketerek yüreğini yelpâzelerdi.
Ben bir baba tanımıştım;
O, tam bir sohbet erbâbıydı, Türkçe’yi mükemmel kullanır ve çok akıcı konuşurdu. Kolay kolay kalp kırmaz, ama inanç ve ideâllerine bir saldırı olursa aslâ kimseden sözünü çekmez, çok sert ve misliyle mukâbele ederdi. Çok parlak bir zekâ ve müthiş bir hafıza sahibiydi. “İlk mektep” dışında bir okul bitirmemiş olmasına rağmen, kendisini çok iyi yetiştirmiş, çok geniş bir dînî ve millî kültüre sahip olmuştu.
Ben bir baba tanımıştım;
O; irfânî kültürü, tarih ve sanat hassâsiyeti, medenî cesâreti, Arapça ve Osmanlıca’ya vukûfiyeti çok derin olan münevver ve milliyetçi bir insandı. Öyle ki; Prof. Dr. Faruk Sümer, Eshâbü’l-Kehf (Yedi Uyurlar) isimli kitabını yazarken[8]Afşin’e gelmiş; Eshâbü’l-Kehf Külliyesi’ndeki; “Çardak”, “Ribât’ın Taç Kapısı” ve “Mescid Kapısı” üzerinde bulunan ve oldukça yıpranmış olan Kitâbe Metinleri’ndeki bâzı bölümleri, kendisi ve yanındakiler okumakta zorlanınca, orada bulunan görevliler; “Bu kitâbelerin; Arapçayı ve Osmanlıcayı çok iyi bilen Afşin eşrâfından Celâl Güneş isimli bir esnaf tarafından, gelen ziyâretçiler için daha önceden okunduğunu ve fotoğraflandığını” belirtmişlerdir. Bunun üzerine oraya çağırılan rahmetli babam; Kitâbe’yi okumuş ve önceden fotoğrafını çekip istinsah ettiği Çardak ve Kapı Kitâbeleri’nin bir kopyasını da Fâruk Sümer’e vermiştir.[9]* Daha sonra çay içip sohbet edildiği sırada, Faruk Sümer’in yanında bulunan ve Bakü’den geldiğini söyleyen Âzerî bir tarihçiye babam; “Hocam! Âzerbaycan’da da Turancılık düşüncesinin taraftarları var mı?” diye bir soru tevcih etmiştir. Âzerî tarihçi de, -o dönemde Âzerbaycan’ın Sovyetler Birliği’nin hegemonyası altında bulunması ve komünist idârenin Türkler üzerindeki akıl almaz baskılar yapması sebebiyle- bu soruyu cevaplamamak için olsa gerek, soruya soruyla karşılık vermiş ve; “Siz de Turancı mısınız?” demiştir. Soruya muhatap olan rahmetli babam; “Elbette Turancıyız! Bütün Türkler Turancıdır!” cevâbını verince, Âzerî tarihçi duyduğu bu söz karşısında babama sarılmış ve gözyaşlarını tutamamıştır. Yine babamın; kalça protezi ameliyatı olduğu dönemde, Hacettepe Tıp Fakültesi Ortopedi Kliniği’nde yatarken, kliniğin hocası Prof Dr. Ümit Akkoyunlu ve diğer doktorlarla yaptığı; din, tarih ve edebiyat ziyâfeti biçiminde tezâhür eden kültür ve siyâset sohbetlerinin hâlâ yâd edildiği Prof. Dr. Ferhan Özmen Ağabey tarafından anlatılmaktadır.
Ben bir baba tanımıştım;
Konuşmalarında, Türk-İslâm tarihinden kıssalar anlatır, sohbetlerini nüktelerle, mahalli fıkralarla ve beyitlerle süslerdi. Dedikodu etmez; lâkin “Fâsıkın fıskını âşikâr etmenin” zarûretine inanır, alçak gönüllülüğü hiçbir zaman elden bırakmaz, fakat “Kibre karşı vakarı şahsiyetin zekâtı sayardı.”
Ben bir baba tanımıştım; O, sıkıntılarını sezdirmezdi evlâtlarına, hep umut dolu bakardı yarına… “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin… Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”[10] emr-i İlâhîsini dilinden hiç düşürmezdi. Yaşama sevincini çoğalttığı hânesinde neşesini hiç kaybetmezdi. O, evine gelen herkesi güler yüzle karşılar, gölgesine sığınan insanlardan şefkâtini aslâ eksik etmezdi. O’nun sofrası herkese açıktı; yetimlerin, öksüzlerin, kimsesizlerin, düşkünlerin hâmîsiydi. “Yediğin yok olur, yedirdiğin kalır; giydiğin yok olur, giydirdiğin kalır.”[11] fehvâsınca davranan, kelimenin kâmil mânâsıyla bir “baba adam”dı. Ben bir baba tanımıştım; O, hayat bulduğumuz vâha, akıl aldığımız dehâ, muhtaç olduğumuz sehâ; yeşerdiğimiz toprak, beslendiğimiz kaynak, piştiğimiz ocak; rûhumuzu ısıtan çerâğ, kalbimizi kuşatan otağ, sırtımızı yasladığımız dağ; dünya görüşümüze ferman, sıkıntılarımıza derman, sığındığımız en emniyetli limandı. O “Baba ocağı” ki, sevdâlarımıza renk, yorgun düşlerimize âhenk, ölçülerimize mihenk; alacakaranlıklara güneş, aydınlık şafaklara eş, vuslatı ertelenmiş mefkûrelerimize ateş olurdu. Ben bir baba tanımıştım; Anlatacakları çoktu çocuklarına… Babasının Yemen hâtıralarını, Maraş’ın Kurtuluşu’ndaki ve İstiklâl Harbi’ndeki kahramanlıklarını, büyük dayısının Sarıkamış’ta kalışının hikâyesini, amcasının Çanakkale Muharebeleri’nde yaptıklarını ve daha sonra “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”[12] olup çektiklerini anlatırken gözleri terler, göz pınarlarından akan yaşları çocuklarına göstermemek için abdest tazelemeye giderdi…
Ben bir baba tanımıştım;
O, 12 Eylül 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamında; “Vatanımın ha ekmeğini yemişim, ha uğrunda kurşun”[13] diyen evlatları olduğu ve onlarla aynı ideâlleri paylaştığı için tutuklanan, gördüğü işkence sırasında kalça kemiği kırılan, buna rağmen “Çocuklarım üç-beş kendini bilmez yüzünden devlete düşman olmasın” düşüncesiyle “Koğuştaki ranzadan düştüm, o yüzden bacağım kırıldı” diyebilme büyüklüğünü gösteren bir âkil adamdı.
Ben bir baba tanımıştım;
Siyâsetle ilgilenir, Osman Bölükbaşı’ya toz kondurtmaz, memleket meselelerine kafa yorar, her gün mutlaka ajans dinler, bir-iki gün gecikmeyle gelen “Bugün”, “Yeni İstanbul” ve “Bizim Anadolu” gazetelerini okurdu. Abone olduğu “Serdengeçti” ve “Millet” dergilerinin yolunu gözler, akşam ev halkıyla sohbet eder, geceleri Kur’an tilâvetinden sonra Safahat’tan bölümler kıraat ederdi… Mehmet Akif Ersoy’a “Âkifimiz”, Yunus Emre’ye “Bizim Yunus” diye hitap ederdi…
Ben bir baba tanımıştım;
Yahyâ Kemâl’in;
“Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden hergün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şirâz’ı hayâl ettiren âhengiyle…
Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”[14]
dizelerinden oluşan “Rindlerin Ölümü”nü dilinden düşürmez; Fuzûlî’nin;
“Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlare su
Kim bu denlü dutuşan odlare kılmaz çâre su”
diye başlayan “Su Kasîdesi”ni çok beğenir ve özellikle de;
“Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün teg virse min gülzâre su
. . .
Dest-bûsî ârzûsuyla ger ölsem dûstlar
Kûze eylen toprağım sunun anunla yâre su
. . .
Hâk-i pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
. . .
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşme-i vaslun vire men teşne-i dîdâre su”[15]
beyitlerini vird-i zebân eylerdi.
Ben bir baba tanımıştım;
Karacoğlan’ın;
“Yıkılası şu dağların ardına,
Akıp gider bir gözleri sürmeli…
Cennet-i âlâda bir gül açılmış,
Kokup gider bir gözleri sürmeli…
Kuru kütük yanmayınca tüter mi?
Ak gerdanda çifte benler biter mi?
Vakti gelmeyince bülbül öter mi?
Ötüp gider bir gözleri sürmeli…”
türküsünü çok sık mırıldanır, “Mehter Marşı”nı, “Yemen Türküsü”nü;
“Kara bahtım, kem tâlihim taşa bassam iz olur,
Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur,
Yüz yaşında bir yâr sevsem, on üçünde kız olur,
Ben feleğe neyledim, kırdı kanadımı heder eyledi…”
uzun havasını çok sever ve söylerdi.
Ben bir baba tanımıştım;
O, etrafına pozitif enerji veren bir insandı; sevgi ve anlayış timsâliydi, çehresinden tebessüm eksik olmaz, işleri yokuşa sürmez, zorluk çıkarmaz, “Bu değirmende her şey öğünür” diyerek yemek ayrımı yapmaz, fakat kadim dostu olan sigaradan aslâ vazgeçmezdi. O, benim için paha biçilmez bir kıymetti, her baba gibi dünyanın en iyi, en güzel babasıydı. Hele son yıllarda uzattığı sakalı o kadar yakışmıştı ki nûrâni yüzüne, aksakallı bir pîr-i fâni olmuştu.
Ben bir baba tanımıştım…
* * *
Muhterem Babacığım! Bugün hiç yapmadığım bir işi yapıyor ve “Babalar Günü” için bu yazıyı kaleme alıyorum. Biliyoruz ki böylesi günler, kendini manevî alanda tüketen Batı’nın, maddî sahada ihyâ olmak için ihdâs ettiği günlerdir. Fakat ne hazindir ki, her alanda Batı’yı örnek alan bir toplum hâline gelmemizin/getirilmemizin tabii sonucu olarak,materyalist dünyanın ve kapitalist iştahların anaforuna kapılarak “batıcı” olduk ve artan bir ivmeyle bizi “biz” yapan değerlerimizden uzaklaştık… Her geçen gün Batı’ya daha çok özendiğimiz, onları referans aldığımız için kendi medeniyet tasavvurumuzu ve kültür kodlarımızı unutmaya başladık. İnançlarımıza, düşüncelerimize, gönüllerimize, hayâllerimize bile hudut çizmeye kalkanlar; ilgilerimize de, duygularımıza da, sevgilerimize de zaman tayin eder oldular… Bunun tabiî sonucu olarak çocukları kreşlere, bayanları kadın sığınaklarına, yaşlıları huzur evlerine (?) hapsettiğimiz gibi, zamanı da üç yüz altmış beş parçaya bölüp, bunun ‘bir parçasını’ sizlere hasrettik.(!) Ne yazık ki, Batılılar gibi maddeleşmiş yüreklerin mağduru olmaya başlayan bizler de, hakkınızı ödemenin yolunu (!) ancak böyle bulduk. Ve bir günlük zamana mahkûm edilmiş sınırlı duygularla, haftalara sığdırılmış ilgisiz ilgilerle kapınızı çalar olduk.
Sevgisi bir güne değil, bir ömre sığmayan, her gün yâdımızda ve duâlarımızda olan muhterem babam! Sizin bu dünyadan ebedî âleme göçmenizin üzerinden yıllar geçti… Bizim de ömrümüz ikindiye merhaba dedi, hazân erdi hayatımıza, gün akşama yaslanmaya yüz tuttu. Fakat bu zaman zarfında sizi anıp, hatırlamadığımız, duâ ve niyazda bulunmadığımız bir günümüz bile geçmedi. Yüreklerimiz çözülmeye yüz tuttuğunda, onları yeniden kıyama durdurmak, yeniden yürek devletimizi fethetmek için hep sizi ve sizin rehber edindiklerinizi hatırladık yıllar yılı… Ölçüsüzlüklerimizi, “değişmez temel değerlerimiz” diyerek bize öğrettiğiniz, “Kur’an ve Sünnet”le yeniden gerçek ölçüsüne kavuşturmaya çalıştık.
Hac yolunda fedâ-i cân eden muhterem babam! İnancımızı telkîn eden tavsiyelerinizi, “Gül” kokan nasihatlerinizi, millî kültürümüzü yansıtan sözlerinizi her ân yüreğimde duyarak bu satırları kâğıda döküyorum. Şiirlere mesken olan sohbetleriniz, yüreğimize nüfûz eden sesiniz yâdımızdan hiç gitmiyor ve öğrettiğiniz hakikâtler kulağımıza küpe olmaya devam ediyor.
Sevgili Babacığım! Şunu îtiraf etmek istiyorum ki, sizin bize bakarken hissettiğiniz duyguları ve gözlerinizden fışkıran sevgi pırıltılarının anlamını ben ancak çocuklarım olduktan sonra idrâk edebildim… Sizin yanınızda küçük bir çocuk olduğumu, baba olup aynı duyguları yaşadıktan sonra anlayabildim. Gençliğimde; “Babam bana çocuk gibi davranıyor!” derken, sizi kaybedince babamın şefkât ve himmetine ne kadar muhtaç bir çocuk olduğumun şuuruna vardım. Babası olmayanın tutunacak sağlam bir dalı olmadığını ve akıl danışacak kimsesinin de kalmadığını bizâtihî yaşayarak anladım. Zirâ, babamı kaybettiğim ilk anda, yağmur altında şemsiyesi elinden alınan bir çocuğa döndüğümü, yaslandığım dağın ardımdan kaydığını hissettim. Rûhuma açılan gizli kapılardan giren hüzünler, yıllar yılı bir hüzzam yağmuru olup sırılsıklam etti gönlümü… Siz bu fâni âlemden göçünce, kolum–kanadım kırıldı, sanki dünyanın bütün yükü sırtıma bindi, kalabalıklar içinde yapayalnız kaldım. Yalnızlık, yetimlik, hicrân, hasret ve kasvet dolu duygular birbirine karıştı yüreğimde… Ve şimdi idrâk ettim ki, babası olmayanın hiçbir şeyi olmuyormuş meğerse… Varlığında kıymetini bilemediğimiz değerlerimizin kıymet-i harbiyesi, ancak yokluğunda anlaşılabiliyor. Siz büyüklerimizi kaybedince dünyamızda öylesine doldurulamayacak bir boşluk oluşuyor ki, bunu ancak yaşayanlar idrak edebilir, kelimeler anlatmaya kifayet edemez. “Oğullar babaları vefãt ettikten sonra gerçek mânasıyla akıl bâliğ olurlar”cümlesini nerede okudum, ya da kimden duydum bilemiyorum ama bu sözün ne kadar doğru olduğunu şimdi çok daha iyi anlıyorum.
Bu vesîleyle anne ve babası hayatta olanlara bir husûsu özellikle belirtmek istiyorum; şunu iyi biliniz ki, anne ve babanız hayatta olduğu için çok şanslısınız. Ve bu şansı onlara hizmet ve hürmet ederek en iyi bir biçimde kullanmalısınız. Aksi takdirde “keşke”yle başlayan cümlelerle başbaşa kalmanız mukadder olur… Sonradan “âh” etmemek, “eyvâh”dememek, “keşke” kelimesini kullanmamak için, sizi karşılıksız seven bu insanların gönlünü fethedip, hayır duâlarını almalısınız. Zirâ, Cenâb-ı Allah, İsrâ Sûresi’nde; “Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibâdet etmeyin. Anaya babaya güzel muamele edin. Şâyet onlardan biri, ya da her ikisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa, sakın onlara hizmetten yüksünme, “öf!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle. Şefkatle, tevâzû ile kol kanat ger onlara ve şöyle duâ et: “Yâ Rabbi! Onlar küçüklüğümde beni nasıl sevgi ve şefkatle koruyup büyüttülerse, Sen de onlara mükâfat olarak merhamet buyur”[16] diye bizleri ikâz etmiştir. Yine, öksüz ve yetim olarak ana-baba özlemiyle büyüyen Efendiler Efendisi Muazzez Peygamberimiz (s.a.v.) hadîs-i şeriflerinde, “Büyük günahların en büyüğü Allah’a ortak koşmak ve ana-babaya âsi olmaktır.”[17] demiş ve ümmetine: “Allah’ın rızası, ana ve babayı kendisinden memnun ve hoşnut etmekle kazanılabilir.”[18]; “Anne ve babasından her hangi birisinin yaşlılık dönemine ulaşıp da onların rızâsını alarak Cennet’i kazanmayı başaramayanlara yazıklar olsun.”[19] diye buyurmuşlardır.
Annesi ve babası hayatta olmayanlara ise, “Gelin ey Fâtihalar, Yāsinler”[20] demek ve onlara duâlar göndermek düşüyor. Rahmet-i Rahmân’a kavuşan bütün anne ve babaların kabirlerinin cennet bahçelerinden bir bahçe olması niyâzıyla, hayattaki anne ve babalara sağlık, sıhhat, mutluluklar diliyor ve onlara en kalbî hürmetlerimi arz ediyorum.
Dipnotlar
[1] Karacoğlan
[2] Erzurumlu İbrâhim Hakkı
[3] Şeyh Sâdî Şirâzî
[4] Necip Fâzıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 161
[5] Buharî, İlim, 10; Ebû Dâvûd, İlim, 1
[6] Mehmet Âkif Ersoy, Safahat, Umar mıydın?, Yedinci Kitap, 455
[7] Alâk, 96/1
[8] Faruk Sümer, Eshâbü’l-Kehf (Yedi Uyurlar)
[9] *Bu kitâbeler ve fotoğraflar, Eshâbü’l-Kehf (Yedi Uyurlar) isimli kitabın 42., 44., 67., 98., 99. ve 100. sayfalarına Prof. Dr. Faruk Sümer tarafından konulmuştur.
[10] Yusuf, 12/87
[11] Karacabey Vakfiyesi
[12] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398
[13] Ülkücü Şehit Alpaslan Gümüş’ün sözü
[14] Yahyâ Kemâl Beyatlı, Kendi Gökkubbemiz, Rindlerin Ölümü, 93
[15] Fûzûlî, Kasîde Der Na’t-i Hazret-i Nebevî, Necmettin Hacıeminoğlu, Fuzûlî, 86-90
[16] İsrâ, 17/ 23-24
[17] Buhârî, Edeb, 6
[18] Münzirî, Et-Tergîb Ve’t-Terhîb, 317
[19] Müslim, Birr, 9, 10
[20] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Naat, 74