İnsan, canlı ve cansız hiç bir varlığın sâhip olamadığı imkânlara mâliktir. Görünüşte küçük âlem, hakîkatte cihâna sığmayan zengin bir gönüle sâhiptir. İnsanı şöyle târif ediyor, Sezâî Hazretleri:
Nefha-i sırr-ı Hudâya ‘urefâ-dem didiler
O deme mâlik olan kişiye âdem didiler
Yohsa her sûret-i bî-câna dinilmez âdem
Âdem oldur ki dem-i âdeme hem-dem didiler
Benlik nedir? Can, öz, ruh, aşağı duygular demektir. Tasavvuf ıstılâhında “nefs” tabiri kullanılır. Kişinin, kötü huyları ve çirkin vasıfları, kötü his ve huyların mahâlli olan lâtife, cism-i lâtif demektir.
Nefs sözcüğü, kulun illetli vasıfları ile zemmedilen huy ve fiilleridir. Şöyle ki:
Kulun illetli vasıfları iki nev’idir: Birincisi: İrâdesi ile kazandığı kötülük ve isyan, yâni, ilâhi irâdeye aykırı davranmadır. İkincisi de aşağılık huylarıdır. Kibir, gadap, kin, hased, kötü huy, tahammülsüzlük, cimrilik ve bunun gibi zemmedilen huylar. Bunlar nefsin süflî ve behimî huylarıdır. Aslında kötü olan bu tür huylar, insan tarafından tedâvi ve terbiye edilerek, tedrici olarak düzeltilmeye çalışılırsa, devamlı bir mücâdele ve mücâhede ile kötü ve çirkin huyları yok etmek mümkün olur
Nefsin hükümlerinden en çetini ve en zoru, nefsin bu gibi şeylerin güzel olduğu vehmine kapılması veya kendisinin bir değeri bulunduğuna, başkaları tarafından kadrinin, kıymetinin bilinmesinin hakkı olduğuna kânî olması, inanmasıdır ki, en tehlikelisi de budur. İşte bu sebepten dolayı bu husus bir tür “benlik virüsü” olarak kabul edilmiştir. İnsanın nefsi aslında Allah tarafından verilmiş insan neslinin hayatiyetini devam ettirebilecek muazzam bir enerji kaynağıdır. Enerji kaynağı kontrol altına alındığında insanın maddî-manevî hizmetine girer. Başına buyruk kaldığında ise felaketlerin sebebi olan bir tür virüs olarak karşımıza çıkar.
Nefse muhâlefet bütün ibâdetlerin başı ve bütün mücâhedelerin kemâli olarak kabul edilir. Cenâb-ı Hak ehemmiyetine binâen, Kur’ân-ı Kerîm’de arka arkaya tam yedi kez yemin ettikten sonra beyân eder ki:“Nefsini kötülüklerden arındıran (maddî ve mânevî kirlerden temizleyen) mutlakâ kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen de elbette hüsrâna uğramıştır.(Şems,9-10)
Nefs, tezkiye edilip benlik aradan çıkarılmadığı müddetçe, ibâdet, muâmelât ve hizmetlere, çalışmalara gurur, kibir ve enâniyet başta olmak üzere, pek çok nefsânî gâyenin karışma tehlikesi kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ (kuddise sirruh), bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın, beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bu sebeple yapılan işlerin, Hak katında makbul olabilmesi için, evvelâ nefsin ham vasıflarından kurtulmak zarûrîdir.
Peki, “ benlik virüsünden” kurtulmak, mümkün mü?
Allah (c.c), insanı hür bir irâdeyle yaratmış, âlemde ne varsa onun emrine münhasır kılmıştır. Binâenaleyh, insan dışında bağımsız, özünü ortaya koyan, çevresini, varlığının temel ilke ve niteliklerini işleyen başka bir varlık yoktur. Ve bütün âlemi bir bütünlük içinde yansıtan, Hak’tan gelip yine Hakk’a dönecek olan olumsuz bir özün, bitmeyen bir yaratıcı gücün taşıyıcısı olan insanda, Cenâb-ı Hakk’ın külli irâdesinin bir parçası, yani irâde-i cüziye vardır. Bu cüz-i irâdeyle Hakk’a dönecek olan insanın vuslat yolunda bazı mertebeleri aşması, geçmesi gerekir. Bu mertebelerde, “irfan” denen gönül bilgisini elde etmek, onunla olgunlaşmak ve aydınlanmak gerekir.
İnsanoğlunun temel zaaflarından biri olan benlik virüsü terbiye edilmediği zaman, insanın gözünü, gönlünü ve zihnini bürüyerek onu esir eder. Onun, aşkınla olan, öteyle olan bağlarını birer birer koparır. Para, mal, makam, şöhret gibi her tür dünyalık onun duygu ve düşünce, basar ve basiretini dünyaya bağlayarak boynunda tasmaya, bileğinde kelepçeye, ayağında prangaya dönüşür. O, artık “dünyevîleşmiş” bir tiptir.
Dünyevîleşmiş tip, hiçbir dünyalığa sahip olamaz. Çünkü tüm dünyalıklar ona çoktan sahip olmuştur. Eşyanın emrine verildiği insan, eşyanın emrine girmiştir. Dünyanın efendisi olan insan, dünyanın kulu haline gelmiştir. Bu ise, insanın insanlığına karşı yapılabilecek en büyük hakârettir. İnsanın eşyaya kul olması, kula kul olmasından daha vahim bir sapmadır. İşte bu noktada “İslâm” insanı kendi zaaflarından korumak için devreye girmektedir.
Dinin gâyesi, kişinin “insanlığı”nı muhafazadır. İnsanın insanlığı ise, biyolojik varlığından çok rûhî varlığıyla kâimdir. Dolayısıyla din, insanın geçici yanından çok; kalıcı boyutunu öne çıkarır. Söz konusu boyut, metafizik anlamda, insanın hem mâzisi, hem ebedî istikbâlidir. İlâhî öğretide beden, bu muhteşem mâziyi muhteşem bir istikbâle taşıyan bir binektir. Bedenle ilgili olan her şey ise “dünyâ” olarak adlandırılır. Dinin amacı, dünyanın, insanla ebedî istikbâli arasındaki bağları koparmasına engel olmak, eğer bu bağlar kopmuşsa onları yeniden bağlamaktır. Din, dünya ile âhiret arasındaki atılan köprüleri yeniden îmar eder. Peygamberler ise, insana ebedî istikbâlini hatırlatan uyarıcılardır.
Dünyevîleşme hastalığı, Tarihe bakacak olursak, İsrâil oğullarını Yahûdileştiren unsurlardan biriydi. Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiğine göre, onların dünyevîleşme sevdası, onları sadece “yoksulluğa” mahkûm etmedi; “alçaklığa” da mahkûm etti. İsrâil oğullarının, taklit ettikleri putperest kavmin totemi olan ineği altın ve gümüşten yapmaları, aslında onların altına ve gümüşe tapmaları anlamına geliyordu. Aynı zamanda bu heykel, çağının şartlarında bir teknoloji hârikasıydı. Sâmirî, onu Mısırlılardan alınan mücevherlerle yapmıştı.
İsrâil oğullarının bu tavrı, günümüz insanının tavrına ne kadar da benziyor. Yukarıda adı geçen iki unsur, bugün de kendisine tapınılan çağdaş totemlerin başında geliyor:
1- Para,
2- Teknoloji.
Gerçekten rûh sâhibi her canlı varlıkta en hâkim temâyüllerden biri de benlik
ve egoizmdir. Bunun canlılar âleminde zirve noktası da insandadır. Dolayısıyla, rûhu tasfiye ede ede Allâh’a ulaşma yolunda insanın en son bertaraf edebildiği nefsânî duygu, riyâset ve siyâset ihtirâsıdır.
Âdemoğlunda zirveleşen benlik ve ona bağlı muhabbet ve husûmet tezâhürleri tahlîl edildiğinde görülür ki, herkes, benzerlikler nisbetinde muhabbete, zıtlıklar derecesinde de husûmete yönelik bir ömür sürer. Bu ise ´insanın sadece kendisini sevdiği’ gerçeğini gösterir. Kişinin kendisine benzediği nispette başkalarına meftûn olması bundandır. Nitekim Ya’kûb aleyhisselâm, Hazret-i Yûsuf’da kendi varlığını ve bu varlığa âid husûsiyetleri müşâhede etmiş, rûhu gayr-ı insiyâkî Yûsuf’a müncezib olmuştur. Zîrâ müşâbehet, varlıklar arasında muhabbetin temel sebeplerinden biridir.
Bu keyfiyet, rûh sâhibi olan varlıklara o derece hâkimdir ki, hayvanlar arasında bile müşâhede edildiğinden, halk arasında şöyle anlatılır. Bülbüle:
“- Öt!” demişler, ötmemiş.
“- Öt!” demişler, ötmemiş.
Nihâyet:
“- Seni altın bir kafese kapatırız; lâkin yanına da bir karga koyarız!..” tehdîdinde bulunmuşlar.
Bülbül, kafesin altın olmasına mukâbil, karga ile beraber bulunmak ızdırâbından korkarak ötmeye başlamış…
Bu darb-ı mesel ile halk, bizim derin ve şümûllü bir sûrette anlatmak istediğimiz gerçeği, çok güzel ve basitçe ifâde eder.
Rûh, bu beden kafesine Rabbinden koparak gelmiştir. Şuûr altında, geldiği âlemin hasreti ve temâyülü vardır. Hür değildir. Beden hapishânesi içindedir. Dünyâda, geldiği rûhlar âleminin gurbet ızdırâbıyla yoğrulmaktadır. Bu gurbet ve ızdırâbı “vâsıl-ı ilâllâh” oluncaya kadar devâm eder. O âna kadar hep nefs engeli ile karşı karşıyadır. Evlâd, mal, mevkî ve makamlar elde etmek ve bunları nefsin arzularına göre yönlendirmek, bu dünyânın avuntusu, aldatıcı oyuncaklarından ibârettir. Bizler, nefsî temâyülleri ile bir hayâl dünyâsı kurarız. Onunla avunuruz. Binbir endîşe ve vesvese içinde ömrümüzü eritiriz.
Bu maddi zevkler, önü alınmadığı müddetçe toplumu mahveder. Sâdece ecdâd değil, yaşayanlar dahi unutulur. Baba oğlunu, millet önderlerini, kahramanlarını tanımaz. Böyle hâllerde millet âvâre bir sürü hâline gelir, topluluk rûhu ölür, geride kalabalıklar bırakır. “İdealci devlet” koyun sürülerinden kahramanlar çıkarır. “İdealsiz devletler” ise, kahramanlarını koyun sürüleri hâline getirir. Mukaddesâtı ortaya koyan fertler, gönül erleri ortadan kalkar. Büyük bir iç sıkıntısı arasında insanlar, herkesin toplandığı yere koşarlar, herkesin alkışladığı kâbusu alkışlarlar.
Evet, kuvvet ve irâdenin timsâli olması lâzım gelen gençler, mâbetlere değil, vücutlarındaki rehâveti gidermek emeliyle eğlence yerlerine koşar. Beden, nefsin zevklerine tahammül edemez olur. Rûh ihtiyarladıkça ihtiyarlar ve sonunda bunar! Güzel ömür heder olur. Fertlerin birbirlerine karşı kayıtsızlığı ve bencilliği artar. İnsanlar ruhlarını rehine verip, teniyle yaşadıklarından, hayat kavgası, Allah (c.c) sevgisinin önüne geçer. Sâdece menfaat ve saadet kıymetleri etrafında yaşayan cemiyet, benlik virüsünü daha çetin hale getirmiş olur. Mektepte başarısızlık, mâbedde riyâkarlık, devlette sorumsuzluk ve âilede güvensizlik felâketleri birleşerek, hayâtı çekilmez hâle getirir. Gerçekte bütün bunların sebebi, kalbteki imânın zayıflaması veya tükenmesidir. Bu zâyi olan imân, tekrar kalbe rücû’ etmedikçe meydanlarda verilen nutukların, mâbetteki vâz’u nasihatların hiçbir faydası olmaz.Böyle bir cemiyet, ruhsuz kalan şekillere başvurur. İçi boş güzel sözler, parlak şekiller, süslü kıyafetler mûteber olur ve muhabbet, ilâhi muhabbet unutulur. Mukaddesât bizi Allah’a götürücü yol olan mânâsını kaybeder.( İrâdenin Dâvâsı; Nurettin Topçu, s.3)
Bütün bu olumsuzlukları yaşamamak veya hiç karşılaşmamak için dinî ilimleri tahsil, gönül ilmini tedris şarttır. İnsan gelişi güzel yaratılmamıştır, başıboş da bırakılmayacaktır. Bu bigânelik, yaratılış gâyesine aykırıdır. Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: İstekler, tatmin edildikçe artan bir özelliği sâhiptir. Hâlbuki isteğin tatminine çalışmaktan ziyâde, (bilhassa behîmî isteklerin) dünyâya âid zevklerin azaltılmasına, nefse âid hazların zayıflatılmasına özen göstermek, insâni özelliklerin gelişip güçlenmesini sağlar.
Hayatın akışı içinde benlik virüsünün ne kadar çetin bir hastalık olduğunu kendimizde fark edebiliriz. Örneğin, başkalarıyla münâsebetlerimizde hep iç âlemimizi dışarıya yansıtmak isteriz. Başımızdan geçen ilgi çekici bir olayı, içimize doğan bir duyguyu, zihnimizin ürettiği yeni fikirleri ve düşünceleri hep başkalarına anlatmak, onlarla “paylaşmak” isteriz. En sevdiğimiz dostlarımızın, arkadaşlarımızın sohbetinde bile aslında, kendi ilgimizi çeken şeylerin konuşulmasın, kendi ortaya koyduklarımızın tartışılmasını, kendi duygu ve düşüncelerimizin paylaşılmasını isteriz. Hâlbuki karşımızdakilerin de duyguları ve düşünceleri vardır. Her insanın yetişmesi, hissi ve fikrî gelişmesi farklıdır. Oysa biz, karşımızdakinin bize açtığı iç dünyasını anlamaya yanaşmazken hep başkasının bizi iyice anlamasını isteriz. Oysa kendimizin yapmadığı birşeyi başkasından istemeye ne hakkımız var.
Bütün bu davranışlarımızın sebebi ise benlik virüsündendir. “Enaniyet-Ben merkezcilik”i yok edemeyişimizdir. Enaniyeti yok etmek ise başlı başına bir “terbiye” işidir.
Hal böyle olunca “benlikten sıyrılma” gibi ulvî bir mertebeye erişmek istiyorsak, bize yabancı gelse bile başkalarının duygularına ve düşüncelerine sabretmek zorunda olduğumuzu Fahr-i Kâinat Efendimizden öğreniyoruz. Çünkü nefsi terbiyenin yolu evvela başkasına tahammülden geçiyor. Peygamber Efendimiz (s.a.s) kendisine gelip ihtiyaç beyan eden kaba bedevilerin sözlerini sonuna kadar dinler, onlara sabrederdi. Onları anlayıp, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı.
Gönül adamı, öyle bir kimyanın ürünüdür ki, “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşır ve ben onu severim. Sevdiğim kulumun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, söyleyen dili… Olurum” kudsi hadisi ile işaret edilen tecelliye mazhar olmuş, nefsinin çirkin sıfatlarından, benlik virüsü ve bencillikten arınmıştır.
Hakîkaten, benlik virüsü bertaraf edilmeden rûhî inkişaf gerçekleşemez. Gurur, kibir ve enâniyetin kesâfetiyle, letâfet iklimine adım atılamaz. Ham ve hantal bir gönülle, mânevî zirvelere çıkılamaz. Bunun içindir ki Hasan Harakânî Hazretleri:“Nasıl ki namaz, oruç farzdır, îfâsı mecburîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi, hırsı (ve benzeri nefsânî arzuları) bertaraf etmek de zarûrîdir.” buyurmuştur.
Ârif kullar nazarında insanın yaratılış gâyesi de; “kesb-i kemâl ile seyr-i cemâle vuslat”tır. Yani mânen olgunlaşarak Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşâhede bahtiyarlığına erebilme gayreti içinde bulunmaktır. Din eğitiminin temelini teşkil eden imân ve güzel ahlâkın, derin ruh halleri ve tam idrak ile ilgisi bizi nefsin derinliklerindeki idrakin araştırılmasına götürüyor. M. İkbal, derin düşünmeyi söyle açıklıyor:”Derin düşünceye dalmış olduğumuz murâkabe halinde, yani faal zat veya benliğin devre dışı kaldığı sırada, benliğimizin derinliğine dalıp duygu ve sezgilerimizin gerçek merkezine, odağına varma imkanını buluyoruz.
İbn Atâullah el-İskenderî (k.s) bol meyve veren feyizli bir gönle ve bereket dolu bir ömre sahip olmanın yolunu şöyle gösterir:“Varlık ve benliğini mahfiyet ve hiçlik toprağına göm. Zira toprağa gömülmeyen bir tohumun dal budak salarak tam ve olgun meyveler vermesi, mümkün değildir.”
Zira bir binânın büyüklüğü, ihtişamı ve sağlamlığı ve uzun ömürlü olması onun planının, temelinin ve burada kullanılan malzemenin kalitesi ile doğrudan alakalıdır. Eğer öyle olmasaydı, Ebu Hanife, İmam Şâfi’, Pîri Reis, Ali Kuşçu, Mevlânâ Celâleddîn, Fatih Sultan Mehmet, Mimar Sinan, İbn Ârabi, İmam Rabbani, İsmâil Hakkı Bursevî ve daha binlerce ulemâ, devlet adamı bütün dünyanın şükranla andığı abide şahsiyetler nasıl yetişirdi?