Beyrunî (Birûnî) ve Bilim Tarihi

Ord. Prof. Dr. AYDIN SAYILI

Bir bilim adamı olarak Beyrunî’nin temsil ettiği uzmanlık dalları öncelikle matematik, astronomi, ve coğrafyadır. Fakat Beyrunî bu konular dışında birçok bilim dallarında çığır açıcı araştırma ve incelemeler yapmış ve birbirlerinden uzak bilim dallarında ele aldığı konularda daima meselelerin ruhuna inmeyi, meselelerin özünü ve can alıcı noktalarını kavramayı başarabilmiştir. Beyrunî’nin bilimsel kişiliği bakımından  belirleyici olan bu yönünü önemle vurgulamak ve belirginleştirmek gerekir.

Gerçekten, çeşitli çalışmalarında, Beyrunî, matematik, fizik, ve tabii bilimlerden insanı çeşitli yönleriyle konu alan bilgi dalarına kadar uzanmıştır. Fakat ilgi alanının bu geniş kapsamına rağmen, Beyrunî, incelediği her konuya özgü bilimsel yöntemlerin ve o konulara en uygun ve elverişli yaklaşımların yolunu bulabilmiş, bunlara yeni bir anlayış derinliği getirebilmiştir. Araştırmalarındaki bu hayret uyandırıcı başarısının anahtarını ve sırrını, Beyrunî’nin, ayrıntı bilgisiyle geniş kapsamlı görüşler arasında ahenkli bir münasebet kurabilmiş, bunları birlikli bir şekilde elele geliştirip yürütebilmiş olmasına borçlu olduğunu söyleyebiliriz.

Beyrunî’nin bu vasıflarını onun bilim tarihi alanındaki çalışmalarını misal almak suretiyle belirginleştirmek mümkündür. Bilim tarihi günümüzde bilimler ailesine yeni katılmakta olan, daha yeni yeni belirli bir hüviyet kazanarak böyle bir mevkie hak iddia edecek duruma gelen bir bilim dalıdır. Çağımızın en kalburüstü üniversitelerinde dahi bağımsız bir akademik disiplin olarak bilim tarihi henüz elli yıla ulaşmayan bir maziye sahiptir. Böyle olmasına rağmen, oldukça eski çağlardan başlayarak, arada bir, bilim tarihi konusunda örnek yerine geçebilecek münferit ve tikel çalışmalarla karşılaşılır. İşte bunlardan birini ve herhalde en ilginç olanlarından bir tanesini de Beyrunî’nin şahsında görmekteyiz.

Beyrunî herhangi bir bilim dalının ya da genel olarak bilimin tarihi üzerine özel bir kitap yazmış değildir. Ancak, gerek bilimin özel bazı dallarında belirli birtakım konulardaki bilginin gelişimiyle ve gerekse genel bir anlamda bilimsel bilginin tarihiyle ve bu tarihe ilişkin bazı sorunlarla ilgilenmiştir. Dar kapsamlı özel konularda monografik araştırmalar yapmış bir kişi olarak da, Beyrunî, ayrıca, bilim tarihi için değerli bir kaynak vazifesini görmektedir.

Bilim tarihinde özel eserler vermiş bir kimse olmadığına ve kendisinin bilimdeki uzmanlık dalları bilim tarihinin dışında kaldığına göre, Beyrunî’nin bilim tarihini meslek seçmiş bir kimse olmadığı aşikardır. Mamafih, diğer birçok alanlarda olduğu gibi, mesleği bilim tarihi olan kişiler bile, bazen bilim tarihinde özel eserler vermeyip sadece dar kapsamlı sahalarda araştırmalar yapmakla yetinmekte olabilirler. Böyle olunca, bir bilim tarihçisi görüş ve zihniyetlerine sahip olduğu takdirde, Beyrunî’ye, kendine seçtiği uzmanlık dalları dışında çeşitli alanlarda yaptığı gibi, bilim tarihi alanında da araştırmalar yapmış bir bilim adamı gözüyle bakmak ve kendisini bu dar anlamıyla bir bilim tarihçisi kabul etmek elbette ki makul ve mümkündür.

Aristo ekolünde çeşitli konuların tarihini gerilere doğru izleme çalışmaları vardı. Bu çalışmalar bazen bir gelenek vasıflarını kazanmış, bazan da bir eğilim olarak kendini göstermiştir. Aristo’nun en kalbürüstü öğrencilerinden Eudemos kendi zamanına kadar geometri ve astronomi konularının Yunanlılar elinde geçirdiği gelişimi konu alan birer eser yazmıştır. Bir hayli değerli ve muhtevalı olduğu anlaşılan bu eserler zamanımıza intikal etmemiş olmakla beraber, bunlardan birtakım eskiçağ yazarlarının ve özellikle Proklos’un yaptığı alıntılar günümüze kadar gelmiştir. Eskiçağda bu gibi çalışmaların daha başka ve özellikle daha kırıntısal örnekleri de vardı ve bu incelemelere ortaçağ İslam Dünyası bilginlerinin dikkatinin çekilmesi olanağı oldukça büyük ölçüde mevcuttu.

Bilimin tarih içindeki gelişmeleriyle ilgilenmiş ve bu türden somut konular üzerinde durmuş olduğuna göre, Beyrunî’nin bu tür kaynaklardan bilimin tarihi gelişmesinin çeşitli evrelerini izlemek maksadıyla faydalandığı muhakkaktır. Ayrıca, kendisinin bu gibi örneklerden esinlenerek bilim tarihi konusunda oldukça köklü ve dolgun eserler vermesi de mümkündü. Demek ki, bilim tarihinin çok modern bir disiplin olduğuna bakılarak, ortaçağda ya da eskiçağda bilim tarihi çalışmaları örneklerinin aranmaması gerektiğini düşünmek hiç de makul bir görüş sayılamaz.

Beyrunî’nin bilim tarihine ilgisinin Eudemos tipi örneklere geri gittiğini ya da kendisinin bu gibi somut örneklerden esinlendiğini düşünmek için elimizde herhangi bir sarih ipucu mevcut değildir. Anlaşıldığına göre, onun bu merakı bilime ve bilimde yeni ve sağlam bilgi türetilmesine verdiği büyük önemin bir sonurgusudur.

Bilim tarihinde özel ve dolgun herhangi bir eser vermemiş olmasına rağmen, Beyrunî’nin bir bilim tarihçisinde görülen birtakım önemli ve karakteristik vasıflara sahip olduğunu bir vakıa olarak kaydetmek gerekir. Böylece, Beyrunî bilim tarihi için sadece materyel hazırlamış ve yararlı özel kaynaklar niteliğinde araştırmalar yapmış bir kimse olmakla kalmamakta, aynı zamanda bir bilim tarihçisinin zihniyetierine sahip bir düşünür olarak karşımıza çıkmaktadır. Beyrunî’nin böyle bir zihniyeti taşıdığına ve bilimin gelişimiyle genel bir anlamda da ilgilendiğine tanıklık eden düşünce ve incelemelerinin neler olduğunu kısaca ve münferit bazı misaller ışığında görelim.

Beyrunî’nin bilimi durağan, yani statik bir bilgi şeklinde düşünmemiş olduğu kesinlikle söylenebilir. O, bilimsel bilginin zamanla bir gelişme sürecinden geçtiğine, bilimde bir ilerleme, bir gelişme olduğuna inanmaktaydı.

Beyrunî’nin böyle düşünmesi bir bakıma çok tabiiydi. Çünkü Beyrunî’nin kendisi bilime orijinal katkılar yapmak, müspet ve nesnel bilgi sınırlarını çeşitli kesitlerde ya da noktalarda genişletmek ve zenginleştirmek çabasındaydı ve bunu kendisi için en önemli görev saymaktaydı. Gerçekten, Beyrunî bütün hayatını ve varlığını bilime ve yüksek düzeyde bilimsel araştırmaya adamış, bilimsel araştırmayı kendisi için adeta kutsal bir ödev olarak benimsemişti.

Hindistan üzerine kaleme aldığı ünlü eserinde Hindistan’da yaygın ve egemen olan putlara tapma töre ve geleneklerini İslam Dünyasındaki inanç ve zihniyetlerle kıyaslarken, Beyrunî, geçmiş çağlarda Yunanlıların da putlara tapma konusunda Hintlilerinkine benzer görüşlere sahip olduklarını söylemekte ve sözlerine şöyle devam etmektedir:

“Mamafih, Yunanlılarda batıl düşüncelere iltifat etmeyerek bilimin temel öğelerini araştırıp ortaya koyan kimseler çıktı. Gerçekten, cezalandırılma korkusuyla frenlenilmedikleri takdirde, halkın çoğunluğunun boş ve anlamsız tartışmalara girme eğiliminde olmalarına karşılık, aydın kişiler daima bilimin sonuçlarını kendilerine kılavuz edinme amacını güderler. Örneğin, Sokrates’i düşünelim. Sokrates halk kütlelerinin putlara tapma itiyatlarına karşı çıkmış ve yıldızların tanrı olduğunu kabul etmek istememişti. Fakat kendisi bu tutumda ısrar edince Atina’lı on iki yargıçtan on biri onun ölümle cezalandırılması yargısında birleştiler ve Sokrates gerçeğe bağlı kalarak son nefesini verdi.

“Hintlilerin ise bilimi geçerli ve oturaklı bir yetkinlik düzeyine getirmek isteyen ve bunu başaracak güç ve yetenekte olan bu çapta bir düşünürleri yoktu. Bu yüzden, Hintlilerin bilimsel diye betimlenen bilgilerinin çok zaman bir karmakarışıklık durumu içinde bulunduğu, mantıki bir örgünlükten yoksun olduğu, ve işin köküne inilince temelsiz avami bilgilerle, örneğin, muazzam sayılar, çok uzun zaman süreleri, ve her türlü dinsel dogmalar gibi halkın gözünde körü körüne kabullenilmesi gereken düşüncelerle sarılmış olduğu görülür. Bundan ötürü, öğrenilegelmiş şeylerden kopmamak ve onlara sıkı sıkıya sarılmak Hindistan’da karşılaşılan yaygın bir davranış biçimidir. Bu yüzden, de, hiç değilse benim anladığım kadarıyla, Hintlilerin matematik ve astronomi konusundaki eserlerinin muhtevalarını deniz hayvanları kabuklarıyla ekşi hurmadan oluşma bir yığına, yahut inci ile tezek ya da değerli taşlarla adi çakıl taşları karışımına benzetmekten kendimi alamıyorum. Hintlilerin gözünde karışıma giren her iki tür öğe aynı değeri taşımaktadır. Çünkü onlar bu bilim dallarında ulaştıkları sonuçları gerçek bilimsel yollardan elde etme düzeyine erişmemiş bulunuyorlar.”[1]

Görüldüğü üzere, aslında putperestliğe değindiği bu metninde, Beyrunî Sokrates’i söz konusu ederek bu münasebetle düşünce özerkliği üzerinde önemle durmakla ve batıl düşüncelerden ve temelsiz inançlardan sıyrılmanın gerekliliği konusunu ve taşıdığı derin anlamı vurgulamaktadır. Ayrıca, sözlerinin çok ilginç bir yanı da bu amaçlara erişmenin bilime değer vermekle mümkün olacağına inanması, bu maksatla ve sağlam ve gerçek bilginin gelişmesini sağlamak için müspet ve nesnel bilgiye örgünlük ve düzenlilik getirmek gerektiğine işaret etmesi, bunu başarma yolunun ise bilimin tabiat ve mahiyetini inceleyip araştırmak ve metotlarını saptamak olduğunu söylemekte olmasıdır.

Yine, Beyrunî’nin aynı eserinden alınma aşağıdaki metni onun bilim tarihi için duyduğu ilgi konusunun örgüsü ve bağlamı açısından değerlendirilebilecek niteliktedir:

“Ayrı ayrı bilimlerin sayısı büyüktür ve eğer bilimlerin revaçta olduğu zamanlarda kamunun zihni bunlara yöneltilir ve bilimin sadece kendisine itibar gösterilmesiyle kalınmayarak bilim adamı olmaya da büyük kütlelerin rağbet etmesi ve bilimin temsilcilerine değer verilmesi sağlanırsa bilim dalları daha da çeşitlenip gelişebilir. Bu yolu açmak ve böyle bir durumu gerçekleştirmek her şeyden önce halkı yönetenlere, yani hükümdarlara ve onların soyundan gelme kişilere düşer. Çünkü ancak onlar bilim adamlarının zihinlerini günlük hayatın ihtiyaç ve meşakkatlerinden sıyırıp onları bu kaygılardan kurtarabilirler ve bu suretle onların çabalarını ve başarı güçlerini insan tabiatının özü ve insanın özsel bir vasfı olan takdir edilme ve saygı ve itibar görme yönündeki gereksinmeye ve bu özlemlerini tatmin etmeye yöneltmeyi başarabilirler.”

“Mamafih, içinde bulunduğumuz çağ bu vasıflarda değildir. Günümüzde bunlara tam ters düşen koşullar yürürlüktedir. Bundan ötürü, çağımızda yeni bir bilim dalının ya da yepyeni araştırma türlerinin doğmasına imkán yoktur. Bilimlerden bizim nasibimiz, esas itibariyle, daha ışıklı eski çağların biliminin cılız kalıntılarından ibaret kalmaktadır.”

“Bir defa bir bilim ya da düşünce yeryüzünde yaygıncasına tutundu mu, her topluluk ondan bir pay alır, onun bir kısmını kendisi için benimser. Hintliler de böyle yapmışlardır. Örneğin, çağların döngüsel dolanımı konusundaki inançları kendilerine özgü bir şey olmaktan fazla bilimsel gözlemlerin bir sonucudur.”[2]

Beyrunî’nin burada, elverişli şartlar içinde, bilimin sahip olabileceği gelişme ve terakki özellik ve kabiliyetini vurguladığına tanıklık ediyoruz. Bilimin gelişip ilerlemesi için kendi çağının sağladığı olanaklar bakımından bu metin bölümünde Beyrunî bir hayli karamsar görünüyor. Fakat, az sonra göreceğimiz üzere, başka bazı vesilelerle bu konuda daha iyimser bir hava içinde konuşmaktadır. Yukarıdaki sözleriyle Beyrunî’nin ayrıca bilimin uluslararası mahiyetine bir noktada değinilmekte olması ilgi çekicidir.

Aynı eserinin bir başka yerinde de, Beyrunî, Hintliler hakkında bilgi verirken bir vesileyle şöyle söylüyor:

“Hintlilerin, tabiatları itibariyle, bilgilerini başkalarına öğretmeye isteksiz bir kavim olduğunu görüyoruz. Gerçekten, onlar sahip oldukları bilgiyi kendi milletlerine mensup bir başka kasttan gizli tutmak için azami gayret sarf etmektedirler. Yabancılara karşı bu konuda tutumları ise, tabiatiyle, onların bu zihniyetierini daha da belirgin bir biçimde yansıtmaktadır. Onların inancına göre, yeryüzünde kendi memleketlerinden başka memleket ve kendi ırklarından başka ırk yoktur, ve onlar dışında hiç bir millette bilimle karşılaşılmaz…. Hintliler kendi yurtları dışına çıkıp başka uluslarla temas kurmuş olsalardı bu fikirlerini çabucak değiştirmek zorunda kalırlardı. Nitekim, ataları şimdiki kuşağın bu görüşünü paylaşmamaktaydılar. Onlar şimdikiler gibi dar görüşlü değillerdi…. Geçmiş çağlarda Hintliler Yunanlıların bilime ve bilimin ilerlemesine katkılarının kendilerininkine kıyasla çok daha önemli ve dolgun olduğunu kabul etmekteydiler.”[3]

Bu sözleriyle Beyrunî’nin uluslar arasında düşünümsel kültür temaslarının ve bilim alanında işbirliğinin önemine değindiği görülüyor.

Bazı başka yazılarında bu konu üzerinde daha da özel ve somut bir şekilde durmaktadır. Gerçekten, daha önceleri, iki yüz yıla yakın bir süre boyunca yapılan az çok programlı ve yoğun tercümeler yoluyla başka toplulukların bilim ve tefekkürünü kendisine mal etme çabasına girişmiş olan İslam Dünyası için bu türlü düşünceler hiç de yadırganacak şeyler değildi. Böylece de Beyrunî’nin bu konu üzerinde durmuş olmasını, bir bakıma, gayet tabii karşılamak icabeder.

Kendi çağında İslam Dünyasında bilimin gelişip ilerlemesi bakımından mevcut şartların elverişlilik derecesi meselesinde yukarıda kendisinden yapılan alıntıdakinden daha iyimser sözlerine gelince, buna Gazneli Mahmut zamanında tamamladığı Tahdidu Nihayati’l Emâkin adlı eserinden alınma aşağıdaki metni misal gösterebiliriz:

“Yukarıda ayrıntılı bir biçimde verdiğim bütün bu bilgileri belirli ve özel bir amacıma bağlamak istiyorum ki bu da yeryüzündeki herhangi bir şehrin bütün diğer şehirlere nazaran konumunu saptamak, başka bir deyimle, coğrafi enlem ve boylamını belirlemektir. Bu münasebetle özel bir kentin, yani Gazne’nin coğrafi enlem ve boylamının belirlenmesi söz konusudur. Fakat şimdiye dek bu kentin sadece enlemini tespit etmeye muvaffak oldum. Yukarıda açıklanan yollardan boylamının belirlenmesine gelince, bunu bugüne değin yapabilmemi engelleyen birtakım nedenlerle karşı karşıya kalmış durumdayım.

“Fakat bu sebeplere dayanarak çalışmalarımın bu noksan tarafı dolayısıyla kendimi mazur göstermeye kalkışırsam, bana ihsan ettiği açık ve örtük tinsel yeteneklerden ötürü Tanrı’ya ve bana cömertçesine yaptığı yardım ve teşviklerden dolayı koruyucum hünkârıma gerekli minnet ve şükran borcum konusunda nankör davranmış olurum. Sadece, büyük bir şevkle giriştiğim ve gerek maddi ve gerekse manevi güçlükler karşısında yılmadan sürdürdüğüm bu araştırmalarımda amaçlarıma ulaşma kapılarını benim için açmasını ulu Tanrı’dan niyaz ediyorum. Gerçekten, güç anlarımda, hep, günlerim sona ermeden bu araştırmalarımı tamamlayıp sonuçlandırma kaygısı içinde çırpınıyor ve Tanrı’dan gerek bu fani dünyada ve gerekse ahrette bana erdemli bir yaşam nasip etmesi için yalvarıyordum. “Durum şu ki, Batlamyos’un Coğrafya adlı kitabında zikredilen enlem ve boylamların çoğu yerküresi üzerindeki çeşitli yerlerin birbirlerine uzaklığı konusunda elde edilmiş bilgilere dayanmaktadır. Batlamyos’un kendisinin bu coğrafi konum belirlemelerinde en iyi yöntemleri kullanmış olduğunda şüphe yoktur. Kendisinden sonra gelenler ise aynı şekilde başarılı çalışmış ya da onların bu gibi incelemeleri daha kusurlu olmuş olabilir. Fakat durum ne olursa olsun, bu konum belirlemelerinin rivayet şeklindeki delillerle, yani yolcuların seyahatlerine ilişkin olarak verdikleri bilgilerle temellenmiş olduğu bir gerçektir.

“Geçmiş çağlarda çeşitli memleketler arasındaki temas ve münasebetler tehlikeli ve hatta imkánsızdı. Bir memleketle bir diğeri arasında seyahatler yapılmasını engelleyici ana etmen farklı topluluklardaki insanların başka başka inanç ve akidelere sahip oluşlarıydı. Belli bir inanç sahibi bir kişinin kendinden farklı inançtaki bir insanın hayatına kastetmeye rağbet göstermeyi Tanrı’ya bağlılık belirtisi sayması bu koşullara tanıklık etmektedir. Nitekim, bu eylem Musevilerin başvurduğu yoldur. Yine, kendilerinden olmayanlara bazı toplulukların layık görebilecekleri en hafif ve yumuşak muamelenin onları köle edinmek şeklinde tecelli etmesi de bu durumun başka bir örneğini teşkil eder ki, bununla da Bizanslılarda karşılaşılır. Kısaca, insanlar kendilerinden olmayanları küçük görürler ve onları birçok bakımlardan kınayıp suçlarlar. Bu durum bu yabancıları insan ruhunu ezen ve insanı kahreden aşırı güçlükler ve mahrumiyetlerle karşı karşıya bırakır.

“Günümüzde ise İslamiyet yerküresinin doğusunda ve batısında yayılmış, batıda Endülüs ile, doğuda Çin, Orta Asya, ve Hindistan’ın belli bölgeleri arasında kökleşmiş, güneyde Habeşistan ve Nubya’ya, kuzeyde Türklerin ve Slavların memleketlerine kadar uzanan sahada tutunmuştur. Böylece, İslam dini bu geniş bölgedeki milletleri, ancak Tanrı’nın başarabileceği bir biçimde birleştirip kaynaştırmıştır. Taassup ve ırk ayırımı sökülüp atılmış, şurada burada sapık ve kanun düşmanı haydutlarla karşılaşma dışında yolculuğun bir tehlikesi kalmamıştır. İslam dinini reddetmekte direnmiş olan milletlere gelince, bunlar İslam Dünyasının gücü karşısında çekingen davranmakta, Müslüman devletlere saygı göstermekte, ve onlarla barış antlaşmaları yapmaktadırlar. Bütün bunların sonucu, günümüzde mesafeler hakkında saptanabilen bilgiler eskisine kıyasla daha doğru ve güvenilebilir niteliktedir. Gerçekten, Batlamyas Coğrafya’sında coğrafi konum bahsinde bazı yanlışlara rastlanmakta, birbirine nazaran doğuda gösterilen bazı yerlerin aslında o yerin batısında olduğu, başka birtakım misallerde de bunun tersi bir durumla karşılaşıldığı görülmektedir.”[4]

Beyrunî’nin bu sözlerinde İslam Dünyasında coğrafya konusunda sağlanabilmiş başarılara sarih işaretler bulunduğu gibi, bu yeni ve daha itimada değer bilgilerin derlenmesinde Beyrunî’nin kendisinin de özellikle iddia sahibi olduğu müşahede ediliyor. Böylece, Beyrunî’nin bu ifadeleri daha önce zikri geçen karamsar veya mütevazi beyanlarını tadil ettiği gibi, ayrıca, onun yukarıda tercümesi verilen bu sözleri yüzyılımızın kalburüstü tarihçilerinden Barthold’un bazı düşünceleriyle de dikkate değer benzerlik ve yakınlık göstermektedir. Nitekim, Barthold’a göre, İslam Dünyasının dünya uygarlık tarihi çerçevesi içinde taşıdığı derin anlam, en önemli yönüyle, İslam Dünyasının insanlığın büyük bir kısmını bağrında birleştirebilmiş olması ve bu yoldan insanlığın bu büyük kesiti için kültürel ve düşünümsel alanda işbirliği imkánlarını sağlamış bulunmasıdır.[5]

Eskilerden miras kalmış bilgi dağarcığının kendi çağında yeni katkılarla zenginleştirilmesi meselesinin Beyrunî’nin kalburüstü kaygılarından biri olmuş olması tabiidir. Çünkü esasen, ömrü boyunca sürdürdüğü bilimsel araştırma ve incelemelerinde Beyrunî’nin zihni bu amaca yönelmiş, bu nokta üzerinde perçinlenmiş bulunuyordu. Ayrıca, Beyrunî, birtakım ilginç ve önemli bilimsel keşiflerde önceliklerin kimlere ait olduğu şeklindeki sorular üzerine dikkatle eğilmiş ve bu gibi çalışma ve araştırma süreçlerinin ayrıntılarıyla saptanıp betimlenmesi ve bilgi gelişimlerinin evrelerinin gün ışığına çıkarılıp değerlendirilmesinde bir hayli emek harcamıştır.

Beyrunî’nin bilim tarihi için değerli bir kaynak vazifesini görebilmekte olması da işte bundan ileri gelmektedir. İslam Dünyasının en derin ve özgür düşünceli bilim adamlarından biri olan Ebu Bekr Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi’nin eserlerinin Beyrunî tarafından hazırlanmış bir listesi günümüze kadar kalmıştır. Beyrunî bu listede aynı zamanda bu eserler hakkında kısa bilgiler vermekte ve bazı eleştiriler yapmaktadır. Razi’nin eserlerinin bazılarını ve özellikle bir tanesini bulmakta Beyrunî çok güçlük çekmiş, fakat sonunda bunu da elde edebilmiştir. Razi’nin eserlerinin çoğu zamanımızda kayıptır. Böylelikle, Beyrunî’nin harcadığı emekler sayesinde, Razi hakkında başka yoldan elde edilmesi imkánsız bazı bilgilere sahip bulunuyoruz. Beyrunî’nin bu şekildeki çalışma ve araştırmalarının birçok başka misálleri mevcuttur.

Nasiruddin et-Tusi’nin trigonometri tarihiyle ilgilendiğini ve bu konudaki bilgilerinin çoğunu Beyrunî’den derlemiş olduğunu görüyoruz. Nasiruddin Kitabu Şeklî’l-Kattâ’ adlı eserinde tanjant kanunu adını taşıyan ve bu bağlantıyı veren teoremin Ebü’l-Vefa el-Buzcani tarafından keşfedildiğini Beyrunî’ye dayanarak söylemektedir.[6] Yine, İslam Dünyasında eş-şeklü’l-muğnî adıyla anılan sinüs kanunu bağlantısını veren teoremin, gerek küresel ve gerekse düzlemsel trigonometriye ilişkin olarak ve en geniş şekliyle, Beyrunl’nin hocası Ebu Nasr Mansur ibn Ali ibn Irak tarafından bilinmekte olduğunu Beyrunî’den öğrenmekteyiz ve buna Nasiruddin et-Tusi de temas etmektedir.[7] Beyrunî’nin bu konulardaki bazı yazıları zamanımıza kadar intikal etmiştir.

Beyrunî’nin bilim tarihi konusuna duyduğu ilginin çeşitli ve değişik yönlerini gün ışığına çıkarmak maksadıyla, onun bu alandaki araştırmalarına daha başka bazı somut örnekler de göstermek yerinde olur. Bunlar bazı toplu çalışmaların mahiyet ve kapsamı ile gelişme seyirlerine ilişkindir. Bunlardan ilkin Abbasi Halifesi Memun’un rasathane kurma faaliyetini ve genellikle astronomi çalışmalarına önayak oluşu gibi konularla ilgili misalleri ele alalım.

Günümüz uygarlığının ve toplum hayatının ayrılmaz bir cüzü olan üniversite, hastane, kütüphane ve rasathane gibi bilim ve kamu hizmeti kurumlarının gelişmesinde ortaçağ İslam Dünyası çok önemli bir yere sahiptir. Özel olarak, örgün ve uzmanlaşmış bir bilim ve araştırma müessesesi hüviyetiyle, rasathane, ilkin İslam Dünyasında doğmuş ve önemli birtakım gelişme aşamalarını İslam camiası çerçevesi içinde gerçekleştirmiş bir kurumdur. Halifeliği Miladi 813 ile 833 yılları arasına rastlayan Memun, İslam Dünyasında ilk rasathane kuran kişidir. Böylece, tarihte gerçek anlamıyla ilk astronomik rasathaneyi kurmak şerefi Abbas! Halifesi Memun’a ait olmuş oluyor. Memun Bağdat’ta Şemmâsiye ve Şam’da Kaasiyûn Rasathanelerini kurmuştur.

Rasathane İslam Dünyasında Memun’dan başlayarak Büveyhi Şerefüddevle’nin onuncu yüzyılda Bağdad’ta, Selçuklu Sultanı Melikşah’ın on birinci yüzyılda Isfahan’da, İlhanlı Hükümdan Hulagu’nun on üçüncü yüzyılda Meraga’da, Uluğ Bey’in on beşinci yüzyılda Semerkand’da, ve Osmanlı Padişahı Üçüncü Murad’ın on altıncı yüzyılda ve Tycho Brahe’nin rasatlarını yaptığı sıralarda İstanbul’da kurdurdukları rasathanelerle birtakım gelişme evrelerinden geçmiştir. Öte yandan, önemli ve kalburüstü İslam rasathanelerinin sayısı sınırlı olup, aşağı yukarı, yukarıda adları geçen yedi sekiz rasathaneden ibaret kalmaktadır. Bunlardan ikisi ise Memun’un kurdurduğu rasathanelerdir.

Böyle olunca, Memun rasathanelerinin hem bir başlangıç oluşları ve hem de kalburüstü İslam rasathaneleri listesinin tümünün oldukça büyük bir kısmını kapsar gibi görünmelerinde sanki yadırganan bir taraf belirmektedir. Şöyle ki, İslam Dünyasında sekiz asır boyunca sadece yedi sekiz önemli rasathane ile karşılaşıldığı halde, nasıl olup da Memun’un daha başlangıçta bir  rasathane yaptırmakla yetinmeyip iki rasathane kurdurduğu sorusu kendiliğinden akla gelmektedir. Bu sorunun kendisi de, kısmen olsun, Şemmâsiye ye ve Kaasiyûn Rasathanelerinin aynı zamanda ve birbirleriyle koşutlama faaliyet gösterip göstermemiş oldukları ek sorusuyla sınırlanıp tadil edilmek durumundadır. Başka bir deyimle, ilk soru, ikinci sorunun cevabına bağlı olarak bir kısmıyla mahiyet değiştirmektedir ve esasen bu bakımdan sarahat kazanmak ihtiyacındadır.

Bu konuyla ilgili bir başka soru da İslam Dünyasında doğup gelişmiş olan bu müessesede, yani rasathanede, özellikle Memun zamanındaki durum ve şekliyle yapılan çalışmanın mahiyetine ilişkindir. Bu genel soruna ana çizgileriyle daha büyük açıklık getirmek maksadıyla, Memun zamanına tekabül eden aşama için meseleyi birtakım tali sorulara bölerek aşağıdaki özel sorular şekline dönüştürmekte fayda vardır. Esasen bu sorular Memun zamanına ilişkin olarak insanın ister istemez zihninin takılması tabii olan sorulardır. Genel şekliyle sorumuzu şu biçimde ifade edebiliriz: Rasathane gerçek anlamıyla temel bilimler üzerine eğilen bir bilimsel araştırma kurumu muydu? Yoksa, daha sınırlı ve kısıtlı bir amaca yönelmiş ve örneğin dini ve astrolojik çeşitli ihtiyaçları karşılayan ziyclerde zamanla yapılması gerekli tashihleri yapmayı mümkün kılan ve böylece daha pratik işler üzerine eğilerek faydacılık ilkesi temeline dayanan bir müessese mahiyetini mi taşımaktaydı? Bununla münasebetli ve Memun zamanına özgü daha somut belli başlı sorular ise örneğin şunlardır: Şemmâsiye ve Kaasiyûn Rasathaneleriyle bir taraftan bir tercüme kurumu olan Beytülhikme arasındaki, öte yandan da yer yarıçapının belirlenmesini amaçlayan geodezik saha araştırmalarıyla Şemmâsiye ve Kaasiyûn Rasathaneleri arasındaki münasebetlerin mahiyeti neydi? Burada konumuzun kapsamını daraltarak sadece Memun zamanına ilişkin sorular üzerinde duralım.

Bu önemli sorulara ancak Beyrunî’den derlenen bilgiler sayesinde oldukça sarih ve kesin cevaplar bulmak mümkün olmuştur. Gerçekten, kaynaklarımız genellikle bu müesseseler ve bu araştırma projeleri hakkında birçok bilgiler ihtiva etmektedir. Fakat bu bilgiler münferit ve mevzii bilgiler olup bir nevi bilgi kırıntıları niteliğindedir. Bu sebeple bunları biraraya getirip bir birlik içinde görmek ve bu konularda tutarlı ve örgün bir fikir edinmek pek mümkün olmamaktaydı. Ancak Beyrunî’den ve özellikle Tahdîdu Nihâyâtî’l-Emâkin adlı kitabından derlenen veriler yardımıyladır ki bu sorulara tatmin edici cevapların bulunması ve bu konulara ilişkin bilgimizdeki boşlukları doldurarak elimizdeki verilerin parça parça ve bağlantısız bir bilgiler yığını durumundan kurtarılması sağlanabilmiştir.

Kaasiyûn Rasathanesinin kuruluşunun Şemmâsiye’de kazanılan bazı tecrübeler ışığında, kısmen olsun, rasathane müessesesinde bazı gelişmeler sağlama arzu ve ihtiyacını temsil ettiğini Beyrunî’den öğreniyoruz. Herhalde, Kaasiyûn Rasathanesinin Şemmâsiye Rasathanesine kıyasla daha iyi bazı aletlerle donatıldığı ve rasat tekniği bakımından da bu rasathanede bazı tedbirler alınmış olduğu anlaşılıyor. Yine, Beyrunî’nin verdiği bilgi, Habeş el-Hasib ile İbn Yunus’tan intikal edenlerle biraraya getirilince, Kaasiyûn Rasathanesi astronomlarının büyük ölçüde Şemmâsiye astronomları ile aynı olduğunu göstermektedir. Böyle olunca da bu iki müessesenin gerçek anlamıyla aynı zamanda faaliyet gösteren iki ayrı rasathane olmadığı sonucuna ulaşmak gerekiyor. Başka bir ifade ile, Kaasiyûn Rasathanesinin kurulması Şemmâsiye’deki faaliyetin durması ve hiç değilse büyük ölçüde ağırlaşması sonucunu doğurmuş oluyor.[8]

Öte yandan, yine Beyrunî’den öğrendiğimize göre, yer yarıçapının belirlenmesi için Sincar’da yapılan saha araştırmaları ve ölçümler Şemmâsiye ve Kaasiyûn Rasathaneleri çalışmalarının bir kısmını teşkil etmemekte, Beytülhikme’de yapılan Almajest tercümeleri münasebetiyle ve özel olarak stadyom ölçü biriminin zırâ ve fersah cinsinden karşılığını tespit etmek amacına yöneltilmiş bulunmaktaydı. Başka bir deyimle, yerküresi boyutlarının yeniden dakik bir şekilde ölçülmesi yanında, bu girişimler tercüme edilen ilgili eserlerde uzunluğu bilinmeyen bir ölçü birimini belirlemek ve bilinen birimler cinsinden ifade etmek ihtiyacından esinlenilerek ele alınmış araştırmalardı. Demek oluyor ki yapılan bu ölçüme Batlamyos’ta verilen değerin doğruluğundan şüphe edilmesinden fazla bu değerin ne olduğunun bilinmemesi yüzünden ihtiyaç duyulmuştu.[9]

Beyrunî bu durumu Sincar münasebetiyle zikrediyor. Fakat girişilen diğer geodezik saha araştırmalarıyla Sincar’daki faaliyetin aynı bir amacın gerçekleşmesi için tekrarlanmış ölçümler olduğu bilinmektedir. Buna göre, Sincar’a ilişkin bu bilgiyi Memun zamanında yer yarıçapının belirlenmesi maksadıyla yapılan diğer teşebbüslere de teşmil edebiliriz.

Yine, Beyrunî sayesinde, Memun’un Bağdat’la Mekke coğrafî enlem ve boylam farklarını tespit ettirdiğini ve saptanan boylam farkının her iki yerden hemzaman olarak yapılmış ay tutulması rasatlarına dayandığını bilmekteyiz. Bu araştırmalar, kolayca tahmin edilebileceği üzere, çeşitli yerlerde kıble yönünü belirlerken Bağdat’ın bir ek ve yardımcı kilit noktası rolünü oynayabilmesini sağlamak amacıyla tertiplenmişti. Beyrunî bize, aynı zamanda, Memun’un Bağdat’la Mekke arasındaki mesafeyi mesahacılara ölçtürmüş olduğunu haber veriyor.[10]

Beyrunî’den Memun’un önayak olduğu geodezik çalışma türleri arasında yüksek bir yerden bakıldığında ufkun müşahede edilen alçalış açısının tespit edilmesi yoluyla yer yarıçapının ölçülmesi yönteminin de yer aldığını öğreniyoruz. Beyrunî’nin anlattığına göre, kendisinin Hindistan’da kullandığı bu metodu, Memun, bir Bizans seferine giderken, İskenderun Körfezi yöresinde Sened ibn Ali’ye uygulatmıştı. Beyrunî’nin sözlerinden, bu metodu belki de Memun’un bizzat bilmiş olduğunun anlaşılmakta olması da ayrıca ilgi çekicidir.[11] Beyrunî’nin verdiği bilgi elde bulunmasaydı, bu ilginç geodezik yöntemin İslam Dünyasında uygulanmış olduğundan haberimiz olmayacaktı.

Büveyhi Emiri Fahrüddevle (976-997) için Hucendî’nin Rey’de inşa ettiği südsü Fahrî adlı çok büyük boyuttaki alete çeşitli kaynaklarda atıflara rastlanmaktaysa da, büyük emek ve masraflara mal olmuş olması gereken bu aletten çok sınırlı ölçüde faydalanılmış olduğu intibaı uyanmaktadır. Bu ise, bu alete ve bu aletle yapılan çalışmalara ilişkin bilgimizin yetersiz olduğunu kesinlikle göstermekteydi. Fakat burada da yine Beyrunî imdadımıza koşuyor. Beyrunî’den öğrendiğimize göre, bu aletle tutulma düzlemi eğimi ölçüsü alınmış, fakat bu ölçü sırasında bu aletin kusurlu olduğu ve büyük cüssesi dolayısıyla peş vererek hafif bir şekil değişmesine uğradığı da müşahede edilmiştir. İşte Beyrunî’nin verdiği bu bilgi, Semerkand Rasathanesi için Uluğ Bey’in yaptırdığı dev cüsseli meridyen aletinden sonra İslam Dünyasının en büyük rasat aleti olmasına rağmen, südsü Fahri’nin neden pek sınırlı bir çalışma programı dışında yararlı olmamış olduğunu gün ışığına çıkarmaktadır. Beyrunî’nin bu alete ilişkin olarak yazmış olduğu kısa monograf zamanımıza kadar intikal etmiş bulunuyor.[12]

Hiç şüphe yok ki, Beyrunî’nin özellikle El-Âsâru’l-Bâkiye’si ile Tahkiku mâ li’l-Hind’i bilim tarihi için paha biçilmez kaynaklar niteliğindedir. Bunlar üzerinde bu yönleriyle uzun uzadıya durulabilir.

Fakat bu kısa yazıda sadece bazı örnekler üzerinde durmakla yetinilmiş, ele alınan misaller iki ana tipten olmak üzere seçilmiştir. Bunlardan birincisi trigonometri ile astronomi ve matematiksel coğrafya alanlarındaki bazı çalışmalarda birbirlerine eklenen katkıların ve bu konulardaki bilginin gelişimindeki adımların ayrıntılarıyla saptanması konusuna Beyrunl’nin gösterdiği derin ilgiye tanıklık eden misallerdir. İkincisi ise, bilim tarihini yakından ilgilendiren birtakım olaylarla bazı faaliyet türlerinin ve bunların mahiyetinin Beyrunî tarafından eleştirmeli bir zihniyetle ele alınıp aydınlatılmakta olduğunu gösteren misallerdir.

Böylece, Beyrunî’nin bilim tarihi konusuyla genellikle ilgilenmiş olmaktan başka, bu konuda kısa monografik çalışma ve araştırmalar yaptığı ve bilimi, öncelikle, kümeleşerek gelişme kabiliyeti gösteren bir bilgi türü olarak değerlendirdiği görülmektedir. Ayrıca, Beyrunî’ nin çeşitli önemli bilimsel çalışmaların mahiyeti ve başarı ölçülerini dakik bir biçimde tespit etmeye önem vermiş olduğunu müşahede ediyoruz. Bunlar dışında, Beyrunî’nin bilimin dil ile din ve özel insan toplulukları sınırlarını aşan bir insan çabası olduğunu kabul ettiğini ve bilimin terakki ve inkişafında toplumlararası kültür münasebetlerinin olumlu bir rol oynadığına inandığını gösteren sözlerine de işaret etmiş bulunuyoruz. Bunlara ilave olarak, Beyrunî’nin bilimin gelişme temposundaki hızlanma ve ağıraşmaları etkileyen etmenler konusuyla da ilgilendiğini görüyoruz. Bütün bunlardan, Beyrunî’nin sadece bilim tarihinin bazı özel konularıyla ilgilenmiş olmakla kalmayıp bir bilim tarihçisinde karşılaşılan zihniyetlere de sahip olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

 

Kaynakça :

[1] Beyrunî, Tahkiku ma li’l-Hind, Sachau neşri ve tercümesi, metin, s. 12-13, tercüme, cilt I, s. 24-25.

[2] Beyruni, aynı eser, metin, s. 73, tercüme, cilt I, s. 152.

[3] Beyruni, aynı eser, metin, s. 11-12, tercüme, cilt I, s. 22-33·

[4] Beyrunî, Tahdidu Nihâyâti’l-Emâkin, M. T. Tancî neşri, s. 213-215; P. Boljakoff neşri, s. 224-226; Jamil Ali tercümesi, s. 189-191

[5] Bkz. Ebermann, İslamica, cilt 4, 1930, s. 136

[6] Nasiruddin et-Tus!, Kitabu Şeklî Kattâ’, A. Caratheodori neşir ve tercümesi, metin, s. 126 vd. tercüme, s. 163 vd.

[7] Aynı eser, metin, s. 108, tercüme, s. 140.

[8] A. Sayılı, The Observatory in İslam, Ankara 1960, s. 56-65.

[9] A. Sayılı, aynı eser, s. 85-86.

[10] A. Sayılı, aynı eser, s. 85.

[11] A. Sayılı, aynı eser, s. 87.

[12] A. Sayılı, aynı eser, s. 118-121; E. S. Kennedy, “Al-Birûnî”, Dictionary of Scientific Biography, cilt 2, s. 148-149, 157

 

 

Kaynak :

Bu makale, Ord.Prof.Dr. Aydın SAYILI ‘nın 26 Kasım ile 12 Aralık 1973 tarihleri arasında Pakistan’da toplanan Uluslararası Beyrunî Kongresinde sunduğu İngilizce bildirinin genişletilmiş bir çevirisi olup, şu eserde yayımlanmıştır: Beyrunî’ye Armagan, Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, VII. Dizi, Sa. 68, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1974

Yazar
Aydın SAYILI

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen