Bilgi, İktidar ve Üniversite[i]
Doç.Dr. Mert GÖKIRMAK[ii]
Son elli yıldır yaşanan gelişmelere baktığımızda, uluslararası sistemde pek çok çarpıcı ve beklenmedik olayın varlığını görürüz: Petrol krizi, İran devrimi, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Dünya Ticaret Merkezine yönelik terörist saldırı vs. Bu olaylardan hiçbirisinde önceden kestirim yapılabilmiş ve uygun tedbirler alınabilmiş değildir. Oysa dünyadaki sorunları tahlil etmek ve öngörülerde bulunmak üzere kullandığımız çeşitli akademik disiplinler mevcuttur. Politikbilim, ekonomi, psikoloji…vb. bilim dalları ortaya koydukları teoriler ile böylesi kestirimler yapmaya çalışmaktadırlar. Bir teorinin değerinin olacakları önceden haber verme gücü ile doğru orantılı olduğunu varsayarsak, objektif bilgi ve modern bilim anlayışı nerede hata yapmaktadır? Uluslararası eğilimleri ve şartları anlamak için kullandığımız örnekler (paradigmalar), açıklayamadıkları aykırılıklar (anomaliler) ve olacağını öngörmekte başarısız kaldıkları olaylar karşısında neden bu kadar savunmasız kalmaktadır? Kuşkusuz bu sorulara verilecek anlamlı yanıtlar, bilimsel bilginin kendi içinde ve oluştuğu çevrede aranmalıdır. Bilginin iktidar basamakları (hiyerarşileri) içinde yüklendiği sorumluluklar ve aldığı biçimler, olayların yorumlanmasını ve bilginin oluşumunu derinden etkilemektedir. Diğer bir deyişle, bizim dünya olaylarını yorumlamakta yol göstermesini beklediğimiz teoriler, genellikle dereceli (hiyerarşik) bir düzen içinde belirlenmektedir. Bu yüzden “bilgi-iktidar” ilişkileri gözden kaçırılmaması gereken bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim bu çalışma da, sorunsalını büyük oranda bu ilişki üzerinde kurmaktadır.
Ancak bilgi ve iktidar arasındaki ilişki ele alınırken iki noktada sınırlama getirilmesi gerekmiştir. Sınırlamalardan ilki, “haber (enformasyon)” ve “bilgiyi (knowledge)” birbirinden ayırmak, diğeri ise bilgi-iktidar ilişkisinin pek çok disiplin üzerinden anlatım imkânı bulunmasına rağmen tarihsel bir çizgiyi takip etmektir. Bu nedenle bilgi ve iktidar arasındaki felsefî tartışmalara değinilmekle beraber, asıl olarak bu ilişkinin tarihsel gelişimi, pratikte aldığı görünüm ve sonuçlan üzerinde durulacaktır. Özellikle bugün Avrupa ve Türkiye üniversitelerinin denk (akredite) olmaya çalıştıkları ABD üniversitelerindeki bilgi-iktidar ilişkisi örnek olarak sorgulanacak ve devletin bilime bakışı ele alınacaktır. Bu bağlamda, ilkin “Bilgi nedir?” sorusunu yanıtlamak gerekmektedir.
Bilgi Nedir? Modern Dünyada Bilgi-İktidar İlişkisi Nasıl Tanımlanmalıdır?
Bilgi nedir sorusunu yanıtlamak aslında ondan daha ünlü olan hakikat nedir sorusunu yanıtlamak kadar güçtür. Mannheim bilgiyi, “toplumsal olarak belirlenmiş kategoriler, değerler ve gözlemler olarak” tanımlamıştır, ama bu tanım nedeniyle de oldukça eleştirilmiştir. Çünkü en azından bilgiyi ayırım gözetmeden tanımlamıştır. Oysa bilgi ve haber ya da başka bir deyişle, bir şeyin “nasıl’ını bilmek”, “ne’yini bilmekten” ayrılabilir. Haber özgül ve pratik olanı anlatmak, bilgi ise işlenmiş ya da düşünce ile sistemleştirilmiş olanı tanımlamak için kullanılabilir. Başka bir deyişle, haber “çiğ”, bilgi ise “pişmiş” veriler olarak değerlendirilebilir. [1]
Bununla beraber tarih boyunca sınıflandırma süreci, yalnızca haber ve bilgi arasındaki farklılıkları ortaya koymakla kalmamış, değişik kıstaslara dayanarak, “bilgi”nin kendisini de ayırıma tâbi tutmuştur. Bunların içinde en dikkat çekici olanı bilgiyi, “toplumsal kökleri” ya da “smıfsal yapısı” itibarıyla gruplandıran anlayıştır. Buna göre insanlık tarihinde, bir yanda öğrenime dayalı ve seçkinlerin tekelinde bulunan “akademik bilgi” var olmuş, diğer yanda ise “bilişsel (cognitive)” düzeyde kalan, halkla hemhal bir “popüler bilgi” alanı doğmuştur. Farklı hakikatler üreten bu bilgi odakları, bilimsel anlayışı ve gelişmeleri de, kendi temelleri üzerinde şekillendirmiştir.[2]
Ancak bu ayrıma karşın, bilginin son tahlilde yine de karşılıklı bir etkileşim sonucunda şekillendiği görülmektedir. Akademik ve popüler bilginin gelişimi, pek çok defa birbirini destekler bir nitelik kazanmıştır. Örneğin; iktisadın akademik anlamda bir disiplin olarak ortaya çıkması, hiç yoktan yapılmış bir icat değildir. İçinde yalnızca yeni kuramların geliştirilmesi değil, tüccarların pratik bilgilerine akademik saygınlık tanınması da vardır. Bu bilgiler, önceleri salt sözlüyken 16-17. yüzyılda giderek basılı hâle gelmiştir. Bacon “Nova Organımı” adlı eserinde açıkça bu etkileşimi olumlamaktadır. Bacon a göre ne deneycilik (emprizm)” ne de “skolastizm” tek başına bir anlam taşımaktadır. “Henüz denenmemiş doğru yol, düşüncesizce veri toplayan amprik karıncayı ya da kendi iç salgısıyla ağ ören skolastik örümceği değil, hem toplayan hem de sindiren arıyı izlemek”tir. Gerçek bilgi ve hakikate ancak bu şekilde ulaşmak mümkündür. Bu sentez insanoğluna gelişmenin yolunu açacaktır. Çünkü Bacon a göre bilgi güçtür”.[3]
Görüldüğü gibi, bilginin oluşumu iktidar, seçkinler ve halk arasındaki ilişkilerden bağımsız değildir. Ancak ilginçtir ki, bilgiyi toplumsal ilintilerinden bağımsız olarak değerlendiremeyeceğimiz fikri ilk olarak toplumbiliminin (sosyolojinin) dışında dile getirilmiştir. İnsanbiliminde (antropolojide) Levi-Strauss, bilim tarihinde Thomas Kuhn ve felsefede Michel Foucault, bilgi-iktidar ilişkilerini hemen hemen ilk dile getirenlerdir. Fakat bu bilim insanları aynı zamanda, modem bilimi ve modern bilimin araştırma yöntemlerini de en fazla eleştiren kesimdir. Bunlar, Bacon ve Bacon’un bilgiye yüklediği “güç modelini kabul etmemekte, modern bilimin bilgiye araçsal anlamda yaptığı “güç/iktidar’ vurgusunu eleştirerek, bilgi ve iktidarı özdeşleştirmektedirler.
Oysa bilim camiasının büyük bir kısmına baktığımızda, modern bilimlerin gözmerkezci (okülersentrik) düşünme geleneği çerçevesinde, bilgi ve iktidar arasındaki özdeşliği reddettiklerini görürüz. Okülersentrizmin, kendileriyle dünyayı Kavradığımız duyularımız arasında bir hiyerarşi kurması ve duyular sıralamasında “gözü” ve “görme” duyusunu bu hiyerarşinin zirvesine yerleştirmesinin sonucu, modem bilim görülmeyeni yok saymakta, bir şey ne kadar görünürse o kadar etkili, ne kadar etkiliyse o kadar gerçek (hakikat) olmaktadır. Asıl olanın olgular ve olguları değerlendiren “us (rasyo)” olduğu düşünülmektedir. Dolayısıyla, modern bilime göre görünür olan tek şey olgulardır ve bilimsel bilginin “iktidar” ve “güç” gibi kavramlarla bir arada kullanılması mümkün değildir. Çünkü bilim ussal (rasyonel), iktidar ve güç us dışı (irrasyonel) kavramlardır. İktidar olgulara değil, değerlere yaslanmaktadır.[4]
Modern bilimin temsilcilerinden Bacon da ‘bilgi güçtür derken bu ilişkiyi anlamış gözükür; ama modern bilim anlayışında gücün-iktidarın oluşumunda ya da inşasında hiçbir rolü yoktur. Bilgi sonuçları ve etkileriyle güçtür, iktidardır. Modem bilimsel anlayışa göre, iktidar veya gücün görünümleri, ya bilginin edinilmesinin engellenmesi-çarpıtılması ya da bilginin özgürleştirici eğilimlerinin ortaya çıkması durumunda seferber olmaktadır. Diğer bir deyişle, bilgi ile iktidar, birbirlerini dışarıda bırakan şeylerdir. Eğer bilginin iktidarla bir ilişkisi varsa, ya bu bilgi bilimsel değil ya da yanlış veya tahrif edilmiş (yani dinler, mitler, metaforlar veya ideolojiler) demektir. [5]
Bu “bilgisel armdırmacılık (epistemik püritanizm)”, bilimsel bilgiyi ideolojiden, kültürden, dilden, önyargıdan ve tarihsellikten arındırılmış var saymaktadır Bövlece, iktidar ve bilgi ilişkisi yalnızca bir baskı sistematiğinde gelişmekte ve hakikate konutmuş bir yasak olarak iktidar güçleri bilginin oluşumunu (formasyonunu) engellemekte ya da en azından tahrif etmektedir. Modern bitimde, bilimsel bilginin, yeni sıfır noktalarından çıktığı öne sürülmekte; bilimin öncesiz, nesnel bir noktadan hareket ettiği düşünülmektedir. Kartezyen (Dcscartes’çı) felsefede “saf zihin (ego cogito)” ile açıklanan bu anlayış, deneycilikte (amprizmde) “boş levha (tabıda rasa)”ya dönüşmektedir. Oysa sıfır noktasının tespit edilebilmesi için, bilim insanının kendisinin de içinde yer aldığı tarihsel sürecin dışına çıkması, Tanrı gibi mutlak bir varlığın konumuna yükselmesi ve o gözle bakması gerekmektedir.[6]
Bu bağlamda bilginin özne-nesne arası ilişkilerden doğduğunu söylemek zordur. Bilgi daha çok özneler arası ilişkilerden doğmaktadır. Bilginin öznesi olan insan tarihseldir, diğer bir deyişle sosyal bir varlıktır. Bu nedenle bilgi ve iktidarı birbirinden arındırma ya da birbirine karşıtlık oluşturacak bir ikicilik (düalizm) içine sokma çabası anlamlı değildir. Çünkü sosyal bir varlık olan insanın içinde var olduğu alan, başka deyişle sosyal hayat bir iktidar çatışması arenasıdır.[7]
Kuşkusuz bu durumu en iyi Nietzsche tespit etmiştir. Nietzsche’ye göre, insanın doğası, yani “homo natura“, güç ve iktidar tutkusu tarafından belirlenmektedir. Toplum bir sıralandırmalar (hiyerarşiler) evreni olarak, şu ya da bu şekilde bir güç ilişkileri şebekesi, dolayısıyla bir çatışma arenasıdır. Bilgi de bu güçler hiyerarşisinden muaf, hiyerarşiler dışı, hiyerarşiler üstü bir şey değildir.[8]
Yeni sıfır noktaları arayışı içinde olan modern bilim, farkında olmadan bu savı doğrulamaktadır. Çünkü, yeni sıfır noktaları arayışı, yeni mutlak hakikatler arayışı, yeni mutlak hakikatler arayışı da yeni bir cemaat arayışıdır. Eşitsizliğe dayalı toplumsal bir yapıda oluşmuş “bilgisel topluluk (epistemik cemaat)” yalnızca var olan basamakların (hiyerarşilerin) bir parçası olmakla kalmayacak, kaçınılmaz bir biçimde kendi iç basamaklarını (hiyerarşilerini) ve iktidar merkezlerini de üretecektir. Bu bakımdan bilimin eşitliğe ve özgürlüğe dayalı ilişkiler içinde oluştuğunu düşünmek ya da bilimsel olduğu ileri sürülen bilgilerin böyle bir ortamda var olduğunu söylemek mümkün değildir. Zaten modem anlayışa göre bilim, özgürlük ve eşitlik gibi demokratik değerlere dayanmamaktadır. Çünkü eşitlik ve özgürlük olanı değil, olması gerekeni göstermektedir ve bu özellikleriyle onlar “olgu” değil, “değer”dirler. Bilim ise değerlere değil, olgulara dayanmaktadır.[9]
Bu bağlamda, iktidar ve bilgi ilişkisinde bilgi, yalnız kullanım imkânları ile değil, bizatihi güç ilişkilerini içinde barındırdığı, gücü içkinleştirdiği için de iktidar ile birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Olgulara dayalı bilim, gözlem ve deneyi ön plâna çıkarırken, “lâboratuan” iktidarın yeni merkezi hâline getirmekte, görmeye dayalı entelektüel tutumlar iktidar ilişkileri içinde sonuçlanmaktadır.[10]
Gözmerkezci (okülersentrik) bilimsel gelenek hegemonyayı da meşru- laştırmıştır. Görmenin hegemonyası iktidarın hegemonyası olmuş, Focault’un deyişiyle, gören bakış egemen olan bakış hâline gelmiştir.[11] George Orvvell’in ünlü eseri “1984“te ifadesini bulan “Büyük Birader seni izliyor (Big brother keeps watching you)” deyişi (mottosu) ya da Huxley’nin “Cesur Yeni Dünya (Brave New World)” adlı eserinde tanımlanan toplum yapısı böylesi bir durumu çok açık bir şekilde betimlemektedir.
Focault’a göre, bir tarafta bilgi diğer tarafta toplum, bir tarafta bilim diğer tarafta devlet yoktur, yalnızca iç içe geçmiş, “hemhal” olmuş, bilgi-güç ve iktidar sarmalları vardır. Bu yüzden bilgi ya da hakikat, iktidar dışında ya da iktidara kapalı bir şey değildir.[12] Foucault’a göre; bilgi ya da hakikat, ne özgür ruhların ödülü, ne programlanmış bir yalnızlığın çocuğu, ne kemale erme yolunda bir inzivanın sonucu ve ne de kendilerini özgürleştirmeyi başarabilmiş olanların imtiyazıdır. Bilgi ya da hakikat bu dünyada aranması gereken, bu dünyadaki bir şeydir. Bu nedenle, her toplumun, her dönemin, her rejimin, her cemaatin bir hakikat rejimi, hakikatle ilgili bir “genel siyaseti” ve kuşkusuz bu siyaseti temsil eden, hakikat sayılan şeyi (yani mutlak, doğru bilgiyi) dile getirmekle yükümlü olanlarm statüleri vardır.[13] Dolayısıyla bilgi-iktidar ilişkisi ve bu ilişki sürecinde beliren basamaklar (hiyerarşiler), bilgiyi (hakikati) yönlendirmektedir. Ayrıca, bilgi-iktidar ilişkisinin politik ontolojisi (varoluşu) yalnızca statüler üretmekle yetinmemiştir, etkileşim içinde olduğu sınıfsal yapılar bu ilişkiye özgü bir “politik ekonominin” doğmasına yol açmıştır. Neo-klâsik iktisat anlayışı belki de bu durumun en açık göstergesidir.
Bu açıklamalar bağlamında, aşağıdaki önermeleri kabul etmek yanlış olmasa gerekir:[14]
- “Hakikat”-bilgi, bilimsel söylem ve onu üreten kurumlarda merkezîleşmektedir.
- Bilgi sürekli bir ekonomik ve politik teşvike tâbidir. (Bu durum ekonomik üretim için olduğu kadar, politik güç için de bir iktidar talebi olduğunu gösterir.)
- Yine bilgi, eğitim ve haberleşme (enformasyon) vasıtasıyla sınırsız bir yayılma ve tüketimin nesnesi olmuştur.
- Bilgi, birkaç ekonomik-politik aygıtın (ki bunların en önemlileri üniversitelerdir) egemen denetimi altında üretilerek, aktarılmaktadır.
- En nihayet bilgi, bütünüyle politik tartışmaların ve sosyal çarpışmaların konusudur.
Çünkü bilim yalnızca bilimi bilim yapan “rasyonel” iç unsurlarla açıklanamaz. Kısacası bilgi yalnız bir “metin (text)” değildir. Bilim ve bilimsel bilgi, ancak yer aldığı toplumsal “bağlam (context)” içinde açıklanabilir.
Bu çerçevede, bilginin ve özellikle modern bilimin tarihi, aynı zamanda iktidar mücadelelerinin de tarihi olmakta, üniversiteler iktidarlara bilimsel besleme merkezleri olarak hizmet vermektedirler.
TARİHSEL SÜREÇTE BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİ NASIL GELİŞMİŞTİR?
Tarihe baktığımız zaman, iktidarların Asurlulardan beri veri (enformasyon) topladığını ve güçlerini devam ettirmek için bunu şekillendirdiğini görebiliriz. Eski Romalıların, Çin ve Osmanlı imparatorluklarının detaylı kayıt sistemleri tuttukları, arazi tahrirleri düzenledikleri, nüfus sayımı yaptıkları ortaya çıkarılmıştır.[15] Ancak haber (enformasyon) toplanması ve depolanması aşamasından, sistematik olarak “bilgi” üreten bir toplum modeline geçişin Karolenj Rönesansı ile başladığı söylenebilir. Üniversitelerin Batı Avrupa’da kendini göstermeye başladığı ve üniversite loncalarının aktif bir biçimde politik güç mücadelelerine karıştığı 12. yüzyıldan itibaren üniversite, iktidar için bir meşrulaştırım aracı olmuş, danışman ve memurları için fidanlık olarak kullanılmış ve kuşkusuz ihmal edilemeyecek bir müşteri kitlesi yaratmıştır.[16] Üniversiteler ile sanılanın aksine öncelikle kilise değil, laik iktidarlar ve özellikle krallıklar karşı karşıya gelmiştir. Krallıklar özellikle üniversite loncalarının kontrolünü ellerine geçirmeye ve bilgiyi yönlendirmeye çalışmıştır. Örneğin, Paris’te 1299 yılında yaşanan kanlı olaylarda, öğrencilerle krallık kolluk güçleri çatışmış, bu kavga esnasında birçok öğrenci krallık çavuşları tarafından öldürülmüştür. Bunun üzerine üniversitenin büyük bir bölümünde greve gidilerek, iki yıl boyunca Paris’te derslerin yapılması engellenmiştir. Benzer olaylar Oxford ya da Bologna’da da yaşanmıştır. Bu aşamada devreye papalık girmiş ve tüm Avrupa’da üniversitenin önemli bir müttefiki hâline gelmiştir. 1231’de Papa IX. Gregorius, ünlü “Parens Scientianım” fermanıyla Paris üniversitesine yeni nizamlar vermiş ve bunun üniversitelerin “Magna Carta“sı olduğunu söylenmiştir. Ancak papalığın yapmak istediği de, üniversiteleri lâik yargı yetki alanından çıkarırken, yerine kilisenin yargı yetkisini getirmektir.[17] Jacques Le Goff, “Ortaçağda Entelektüeller”, isimli eserinde, “Papa üniversiteleri yerel denetimden ve iktidarların elinden kurtardıysa da, bunun nedeni onları papalık makamına tâbi kılmak, kendi siyasetiyle bütünleştirmek, üniversitelere kendi amaçlarını ve denetimini dayatmaktır.” demektedir. Böylelikle, bir süre sonra üniversite mensuplarının kilise içinde yer alan bir lonca durumuna geldiği görülecek, lâikliğe koşut bir girişim neticesinde doğmasına karşın, üniversite kurumsal olarak kilise içinde ve Roma’nın yargı denetimine tâbi kalacaktır.[18]
Orta Çağ sonrasında, yeni bir toplum modeli, şehirleşen bir Avrupa ve kiliseden bağımsız, farklı bir politika anlayış oluşmuştur; buna karşın iktidarın, bilgi ve üniversiteler üzerindeki etkisi değişmemiştir. Hatta mutlak monarşilerin doğuşu ve ulus devlete evrimi esnasında, iktidarların bilgi edinme ve bu bilgileri yönlendirme ihtiyacının daha da arttığı görülmektedir. Erken Yeni Çağ hükümetleri bayrakları altında yaşayan toplulukların yaşam biçimlerini öğrenebilmek, salgın ve savaş gibi özgül sorunlara karşı önlem alabilmek ve ulusal orduların yeni teknoloji ile donatılmasını sağlamak için bilgi üzerindeki kontrole daha fazla önem verir hâle gelmişlerdir. Merkezî devletin ortaya çıkışı ile coğrafyanın, sömürgecilik faaliyetleri başlamasıyla da haritacılığın (kartografya) akademik bir disiplin hâline geldiği görülecektir. Bu gelişmeler bize, artık hegemonyanın sistemleşmekte olduğunu, devletlerin bir yandan fetih mücadelelerini yürütmek, diğer yandan ele geçirdikleri topraklardaki egemenliklerini pekiştirmek için, evrensel ve bölgesel anlamda sistematik bilgi birikimine yöneldiğini göstermektedir.[19]
Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, bilgi ve iktidar arasındaki ilişki ya da başka bir deyişle üniversite ile merkezî devlet kurumlan arasındaki yakınlaşma, fetih mücadelelerinde ya da savaş dönemlerinde daha belirgin bir hâle gelmektedir. Özellikle 19. yüzyıldan başlayarak, savaşların niteliğinin değişmesi, ulusal orduların kullanılması, cephe gerisi kavramının ortadan kalkması ve mücadelelerin topyekûn-kitlesel bir hâl alması bilimsel disiplinlerin iktidar ile olan etkileşimini açıkça gözler önüne sermiştir. Cari von Clausevvitz’in “Savaş Üzerine” adlı eserinde, savaşı politik bir eylem olarak nitelemesi ve bu olguyu “politik ilişkilerin bir devamı ve politik hedeflerin farklı araçlarla gerçekleştirilmesi” şeklinde yorumlaması,[20] bize aslında insanın var olduğu her yerin politik bir arena olarak algılanabileceğini göstermektedir. Böylece barış ve savaş diye algılanan durumların büyük ölçüde yanılsamalardan ibaret olduğu, iktidar mücadelelerinin ve bu mücadelelere içkinleşmiş kavramların (örneğin, bilginin) savaş dönemlerinde daha net bir biçimde gözlenmesine karşın, aslında her zaman var olduğu söylenebilmektedir. Dolayısıyla, bilgi ve iktidar arasındaki ilişkilerin savaş dönemlerinde daha açık bir biçimde gözlenmesi yanıltıcı olmamalıdır. Nitekim bunun en belirgin örneği, kimi araştırmacıların kuzey-batı yarıkürenin en uzun barış dönemi, kimilerinin ise “Soğuk Savaş” dönemi diye yorumladıkları 1945 sonrası yıllardır. Bu dönem bilgi ve iktidar ilişkilerinin, özellikle ABD’de üniversite ve devlet yakınlaşmasının, ilk defa bu kadar kurumsallaştığı, iktidarın bilgiye ilk defa bu kadar net olarak müdahale ettiği ve böylece bilgi-iktidar dayanışmasının ilk defa bu kadar açık bir model olarak sunulduğu yıllar olacaktır.
BİLGİ-İKTİDAR İLİŞKİSİNİN KURUMSALLAŞMASI: SOĞUK SAVAŞ VE ÜNİVERSİTE
Birinci Dünya Savaşı esnasında devlet ve bilim insanları arasında kurulan organik bağlar şaşırtıcı değildir. Bu bağlar, tıpkı Yakın Çağ’ın diğer savaşlarında olduğu gibi, hem taktik bir ilişkinin ötesine geçmeyi başaramamış hem de dar kapsamlı ve kısa süreli ilişkiler olarak kalmıştır. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşı, “Manhattan Projesi (atom bombası yapımı)” gibi önemli çalışmalarla, farklı bir ilişki sistematiğini başlatmaya adaydır. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sonrası Soğuk Savaş dönemi, üniversitelerin yapılarını ve akademik disiplinlerin içeriğini yeniden şekillendirecektir. Böylece, fen ve sosyal bilimlerdeki araştırmalar dönüştürülecek, politika kuramcılarınca liberal demokrasi yeniden tanımlanacak ve gücün tüm dünyada kullanılmasının verdiği entelektüel kibir akademik hayatı saracaktır.[21] Ayrıca hem maddî katkıları ile hem de yarattığı ideolojik atmosferiyle Soğuk Savaş, en azından ABD’de, akademinin görülmemiş ölçüde büyümesine neden olacaktır. Bu bağlamda, olağanüstü miktardaki kamusal para, girişimci profesörler kanalıyla üniversitelere akıtılacak, Soğuk Savaş bir yandan bir meslek erbabı olarak akademisyenlere kendi kurumlarındaki güç mücadelesinde etkili bir silâh verirken, diğer yandan onların çalışma koşullan üzerinde de olağandışı bir kontrol sağlayacaktır. Böylelikle bilimsel araştırma, bir devlet girişimi hâline gelecek, üniversiteler ordunun eğitim aygıtına eklenecektir.[22]
Zaten, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yenilik yapmak, giderek daha yüksek bir bilimsel ve teknolojik uzmanlığı ve son derece pahalı sermaye yatırımı gerektiren araştırma-geliştirme (AR-GE) faaliyetlerini gerektiren bir hâle gelmeye başlamıştır. Böyle yatırım programlarını ise ancak çok büyük şirketler gerçekleştirebilecek durumdadır. Ancak şirketlerin elindeki kaynaklar bu iş için yeterli olsa dahi, kapitalizmin olağan karmaşası ve rekabetçi mekanizmaları yatırımların gerçekleşmesini önlemektedir. Ayrıca AR-GE faaliyeti başarı kazansa bile, on yıl ya da daha uzun süreler getirisi olamayacak bu projeler, özel sektör tarafından üstlenilmek istenmemektedir. Bu şartlar altında üniversiteler kullanılarak, araştırmalar ve teknik eğitim toplumsallaştırılacak, üniversiteler ve laboratuarlar üzerinden, devlet maliyetleri üstlenecektir. Diğer bir deyişle, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren üniversiteler üzerinde artan devlet desteği ile patronaj ilişkileri daha da yoğunlaşacaktır.[23]
ABD’de İkinci Dünya Savaşı öncesinde devletin yüksek eğitim kurumlarındaki araştırmalara verdiği destek, bağışlarla yürüyen üniversitelere eyaletlerin verdiği yardımlar ve devletin üniversite sistemine entegre olan ziraî deney istasyonlarının tarımsal araştırmalar için federal ve eyalet fonlarını kullanmasından ibaret kalmıştır. Büyük bilimsel projeler veya ulusal hedeflere hizmet eden ARGE çalışmalarında üniversitelere büyük bir rol verecek düzeyde merkezileşmiş bir devlet desteği yoktur. Ancak atom bombası bu anlayışı kökünden değiştirmiştir. Devletin kontrolü ve desteği altındaki bir tek projenin bu muazzam başarısı, hem akademisyenlerin hem de politik plânlamacıların anlayışına büyük etki yapmıştır. Olay sadece merkezî olarak plânlanmış ve paraca desteklenmiş bilimsel bir projenin işe yaramış olması değildir; bu proje ile bilimin farklı dallan birbirine kenetlenmiştir. Akademi açısından en önemli olan yanı ise, bu projenin tümüyle üniversitelerden gelmiş bilim insanlarının çabalarına bağlı kalınarak gerçekleşmesidir.[24]
Bu ilk ivme doğal bilimlere ilişkin bir projenin başarısı ile sağlansa da, Chomsky’e göre devlet kaynaklarının üniversitelere dağılımı ve buna bağlı politik destek sürecinde, doğal bilimler ve sosyal bilimler arasında önemli farklar oluşmuştur. Chomsky’e göre, doğal bilimciler hükümetle ortak çalışmalarına karşın daha özerk kalabilmiş, oysa sosyal bilimlerde durum bambaşka bir biçimde gelişmiştir. Örneğin; Massachusetts Institute of Technology (MIT) deki Siyaset Bilimi Bölümü CIA tarafından kurulduktan sonra, 1950’ler ve 1960’ların ortalarına kadar bu bölüm açıkça işbirliğini sürdürmüştür. Chomsky’e göre bu bölüm, kapalı ve gizli seminerleri olan kampüsteki tek bölüm olarak durumunu gizlemeye gerek dahi duymamıştır. Vietnam Savaşı esnasında Saigon da bir villâ bulundurarak, orduya aktif desteğini sürdürmüş, doktora öğrencileri burada tezleri için pasifleştirme projeleri üzerinde çalışmalar ve buna benzer şeyler yapmıştır. Bölümün “bu çerçevede, politik davranışları şekillendirmede ve belki de öğretim üyelerini ve öğrencileri seçmede devletle sağlam ilişkileri olduğu konusunda hiçbir tereddüt yoktur.”[25]. Bu bağlamda, en azından MIT örneğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’de devlet-üniversite, iktidar-bilgi ilişkisi oldukça yoğun bir biçimde yaşanmıştır.
Nitekim MIT’in 1969’daki bütçesi incelendiğinde (ki Chomsky’e göre bu gizli bir şey değildir) yıllık bütçesi olan 200 milyon Dolar’ın yarısının MIT’teki büyük askerî laboratuarlara, Lincoln Laboratuarı’na ve Teçhizat Lâboratuarı’na (şimdiki adıyla Draper Lâboratuarı’na) gittiği; ayrıca bütçesinin kalan diğer yarısının yüzde 90’ının da Pentagon’dan geldiği görülmektedir.[26] Ancak 1970’Ier ile birlikte ABD’de, devletin sağladığı para desteğinden, şirketlerin sağladığı para desteğine geçilmesi, gizliliği arttırmış ve bu tür verilere ulaşmak daha zorlaşmıştır. Bununla beraber devlet desteğinin bu kadar yoğun bir biçimde olmasa da hâlen devam ettiği açıktır. Yapılan şey, önce devletin henüz pazar şartları oluşmamış ürün ve alanları, özellikle temel bilimleri kamu parayla desteklemesi, daha sonra buradaki destek ve patronajını şirketlere devretmesidir. Dolayısıyla bugün bilgi-iktidar ilişkisindeki sacayağının birini üniversiteler, diğerini devlet oluştururken, üçüncüsünü büyük (çok uluslu) şirketler oluşturmaktadır. Chomsky’e göre, 1940’ların sonundan itibaren, Pentagon ABD’nin sanayi politikasının örtüsü olmuştur. 1960’lar boyunca elektronikle ilgili araştırmaların yaklaşık yüzde 85’i Pentagon, NASA, Enerji Bakanlığı, vs. tarafından paraca desteklenmiştir. Temel bilimleri desteklerken Pentagon’un beklentisi, eninde sonunda bu çalışmalardan bir şeyler çıkacağı ve bunun da özel bir güç açısından yararlı olacağıdır. Chomsky’e göre, Amerikan ekonomisinde o zamanlar ve şimdi destekleme (sübvansiyon) almamış bir sektör bulmak çok zordur ve devlet ile özel sektör arasındaki simbiyotik (ortak yaşamsal/bağıl işlevsel) ilişki üniversiteler ve bilimsel disiplinler üzerinde de devam etmiştir.[27]
Bu bağlamda “Truva projesi” pek çok açıdan, bilgi-iktidar ilişkisinin gerçekte ne şekilde geliştiğini ve devlet-üniversite iş birliğine nasıl dönüştüğünü bize göstermektedir. Çünkü Truva projesi, sosyal bilimler ile doğa bilimlerini, yalnızca kullandıkları araştırma yöntemleri açısından değil, Amerikan çıkarlarına tüm dünyada hizmet etmeye yapabilecekleri gizil (potansiyel) katkılar açısından da ilişkilendirmeyi amaçlayan savaş sonrası çabalardan biridir. Şubat 1951’de Dışişleri bakanına sunulan Truva projesinin nihaî raporunda, projenin amacı, Soğuk Savaş’ın askerî olmayan boyutlarındaki mücadele için gerekli entelektüel desteğin sağlanması olarak tanımlanmıştır. Aynı derecede önemli olan bir nokta da; Truva projesinin, ABD’li akademisyenler ile dış ilişkiler ve istihbarat bürokrasisi arasında kalıcı ilişkiler kurmaya katkıda bulunmayı amaçlamasıdır. Rapora göre, özellikle sosyal bilimciler ve tarihçilerin katkısı sağlanarak, özgürlük, demokrasi ve Amerikan yaşam biçimi gibi değerlerin savaş sonrası dünyada varlığını sürdürmesi sağlanacaktır.[28]
Truva projesi çerçevesinde hazırlanan rapor, ilk aşamada radyo frekanslarının kullanılması ile Amerika’nın Sesi radyosunun nasıl etkin bir propaganda aygıtına dönüştürülebileceğini irdelemekte, daha sonra bu faaliyetlerin sahası içinde kalan hedef kitleleri (ki bunlar düşman ya da yabancı ulusal, etnik ve sosyal gruplarla sınırlı değildi) ele almaktadır. Sosyal bilimcilerden oluşan bir ekip, sorunu Sovyetler Birliği, Avrupa, Çin vs. şeklinde ayırmakta, bu bölgeler hakkında kesin bir yargıya varmadan önce, acilen daha ileri düzeyde bölge araştırmalarının yapılması gereği vurgulanmaktadır. Ancak yine de kimi konularda kesin yorumlar yapılmaktan da geri durulmamaktadır. Örneğin, raporun bir yerinde, Avrupa ülkelerinin etkili bir güç olarak ABD’nin yanına çekilmesinden bahsedilirken Avrupa ülkelerinde yapılması gereken reformlara değinilmekte, “Adenauer’ları veya Gasperi’leri desteklemeyi önermemiz durumunda, onlara malî ve sosyal reformlar yapmaları için baskı uygulamalıyız. Eğer bunu yapmazlarsa, yapacak politikacılar bulmalıyız.” denmektedir. Ayrıca raporun Asya ile ilgili bölümünde, daha fazla bölgesel araştırma yapılması çağrısında bulunulmakta, Asya’daki “ekonomik, sosyal, psikolojik ve teknik sorunlarla ilgili araştırmalar yapmak üzere üniversitelerin desteği altındaki (sponsorluğundaki) enstitülere ve programlara” çağrılar yapılmaktadır. [29]
Truva projesi neticesinde ortaya çıkan ana raporun eklerinden birinde ise, bundan böyle ABD’de sıkça rastlanacak olan bu yeni iş birliğinin nasıl bir model hâline getirileceği konusunda tavsiyelerde bulunulmaktadır. Buna göre, siyasi savaş araştırmalarına üniversitelerin de yardımcı olabileceği, üniversite kampüslerinde yeni tür araştırma enstitülerinin kurulabileceği ve üniversite personelinin ya yarım gün (part-time) ya da yer değiştirme (rotasyon) usulü bu merkezlerde görev yaparak resmî araştırmalara katkı yapabileceği belirtilmektedir.[30] Nitekim bu ve benzeri öneriler sonunda etkili olacaktır. Bu kapsamda, Ocak 1952’de MIT’de bir “Uluslararası Araştırmalar Merkezi” (CEN1S) kurulacak ve bu merkez l:ord Vakfı ve CIA tarafından para desteği sağlanarak “akademik araştırmalar, kamu politikası sorunları alanına taşınacaktır.” Ayrıca, CENIS diğer üniversiteler içindeki benzer programlar için de bir model oluşturacak, pek çok Amerikan üniversitesinde “bölge araştırmaları” ya da “karşılaştırmalı politika” adında yeni disiplinlerin ortaya çıkmasına yol açacaktır.[31]
Aslında ABD’ye baktığımızda daha Truva projesinden önce, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, üniversiteler ve yönetici seçkinler arasında çarpıcı ilişkilerin kurulduğu görülmektedir. Özellikle “bölge araştırmaları” söz konusu olduğunda, ilk bölge araştırmaları merkezinin Stratejik Hizmetler Dairesinde (OSS ya da yeni adıyla CIA) oluşturulması, bu anlamda akademinin tuhaf gerçeklerinden biridir.[32] 1943’te OSS’in Sovyet Şubesinin Columbia Üniversitesine nakledilmesi, ardından Carnegie Corporation’un 1947 de Rusya Araştırmaları Merkezinin kurulması için Harvard’a 740.000 Dolar bağışta bulunması bu tür iş birliklerini arttırmıştır. Nitekim çok geçmeden Ford Vakfı daha büyük bir para ayırarak 1953-1966 döneminde bölge ve dil araştırmaları için 34 üniversiteye toplam 270 milyon Dolar verecektir. Diamond’a göre, özellikle Harvard Rusya Araştırmaları Merkezi, CIA, FBI ve diğer istihbarat kuruluşları ile derin bir ilişki içinde faaliyetlerini sürdürmüştür. Birçok vakıf (Carnegie, Rockcfeller, Ford) projeleri paraca desteklemek ve bazı durumlarda da CIA yardımlarını aklamak için devlet ve Merkezle birlikte çalışmıştır. Foucault’un deyişiyle gücün “kılcal damarlara’ dönüştüğü bu lokal noktalarda (üniversiteler ya da bu tür merkezlerde) çok sayıda ünlü bilim insanının da çalışmalara destek verdiği görülmektedir. Örneğin toplumbiliminde (sosyolojide) Talcott Parsons CIA destekli araştırmalara bizzat katılan önemli isimlerdendir. Parsons yanında, insanbilimci (antropolog) Clyde Kluckhohn, Harvard Rektörü James B. Conant, ünlü Rusya araştırmaları uzmanı ve 1950’lerde Amerika Siyaset Bilimleri Derneğinin başkanlığını yapan Philip Mosely bu çalışmalara destek veren diğer önemli isimleri oluşturmaktadır. Aslında liste daha da uzatılabilir. Çünkü bu faaliyetler Harvard ile sınırlı kalmamıştır. Zaten Harvard’ın Rusya Araştırmaları Merkezi, bu tür istihbarat bağlantıları ve hükümet müdahalelerinin cereyan ettiği tek yer olmuş olsa, bu bir istisna sayılıp ihmal edilebilirdi. Ancak bu durum ülkedeki tüm bölgesel programlar için bir model oluşturmuştur Örneğin, Mosely uzun yıllar boyunca Columbia Üniversitesi Rusya Araştırmaları Enstitüsünde görev yapmıştı ve neredeyse 1940’ların sonundan 1970’lerin başına kadar hem kendi, hem de üyesi bulunduğu Columbia Üniversitesi gizli devlet kuruluşlarıyla işbirliği içinde bulunmuştur. Mosely, bu dönemde yani ABD’deki bölge araştırma merkezlerinin gelişim yılları boyunca, Ford Vakfının da merkezî yöneticilerinden biri olmuştur. Vakfın, CIA ile birlikte araştırma desteği vereceği çalışmaların belirlenmesinde Mosely aktif olarak görev almıştır. Destek verilen çalışmalara ve isimlere bakıldığında bunların daha sonraları “modernleşme çalışmaları” ve “karşılaştırmalı politika” alanında yayınlanan en önemli çalışmalar ve uzmanlar olduğu anlaşılacaktır.[33]
Christopher Simpson’un gizliliği kaldırılan belgeler üzerinde yaptığı araştırmaya göre, vakıflar, üniversiteler ve devlet istihbarat kuruluşlarının bu iç içeligi, sosyal bilimlerin tamamına yayılmıştır. Uzun yıllar, devletin parası (ki böyle olduğu kamuoyu önünde her zaman itiraf edilmemektedir) Paul Lazarsfeld’in Columbia Üniversitesindeki Uygulamalı Toplumsal Araştırmalar Bürosuna, Hadley Cantril’in Princeton’daki Uluslararası Sosyal Programlar Enstitüsüne, Ithiel de Sola Pool’un MIT’teki CF.NIS programına akıtılmıştır. Söz konusu kamu kaynaklan bu ve benzeri kurumların yıllık bütçelerinin yüzde 75’inden fazlasını oluşturmuş, 1952’deki resmî araştırmalar, o zaman için sosyal bilimlere verildiği bildirilen kamu fonlarının, tam yüzde 96’smın ABD ordusundan geldiğini göstermiştir.[34]
Truva projesi ve ardından büyük üniversitelerde kurulan Pentagon-CIA destekli araştırma enstitüleri, hızla ABD’nin ulusal ve uluslararası çıkarlarının ihtiyaç duyduğu bilgi “üretimine” başlayacaklardır. Bu çalışmalar esnasında ortaya çıktığı üzere bilim insanları da en az bürokratlar kadar bu araştırmaların içinde bulunmaya heveslidirler. Bilim insanlarının bu kadar istekli olmalarının altında yatan sebep, öncelikle kamu fonlarının araştırmalar esnasında cömertçe dağıtılmasıdır. Bu tür bir gelir, akademik hayatta pek çok bilim insanı için oldukça rahatlatıcı olmaktadır. Ayrıca bu araştırmalar esnasında yazdıkları kitaplar ve makaleler, bu kesim için bilimsel bir şöhretin kapılarını da açmaktadır. Yazıları “kolayca” en ünlü dergilerde basılabilmekte, fikirleri sık sık kamuoyunun önüne getirilmektedir. Ülkedeki şöhretli ve “nesnel-hakemli” dergiler, devlet desteğini almış bu çalışmaları basmak için birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bu kuşağın zamanla sosyal bilimlerdeki en ünlü isimleri içinden çıkaracağı, örneğin, Huntington gibi ünlü politik bilimcileri ve onların tezlerini gündeme taşıdığı görülecektir.
Ancak bu projelerin bir kısmında, ciddî fiyaskolar da yaşanmıştır. Bunlardan en ünlüsü Camelot projesidir. Camelot projesi, 1963’te Savunma Bakanlığının desteğiyle gerçekleştirilen ve üçüncü dünya devrimi ve kalkınmasını öngörme ve kontrol etmede davranış bilimleri uzmanlarım kullanan büyük bir projedir. Camelot, aynı zamanda psikolojinin kamuoyu önündeki yükselişini de belgelemektedir. Bu bağlamda, 1945 ile 1960’ların ortaları arasında Amerikan ordusu, ülkenin psikolojik araştırmalarının kesinlikle en büyük destekleyicisi olmuştur. Psikolojik ve davranışsal bilgi birikimini doğrudan dış politika ve askerî eylem diline tercüme etme amaçlı büyük bir çaba olarak Camelot, dünyanın gelişmekte olan ülkelerindeki toplumsal değişmenin politik açıdan önemli boyutlarını öngörmeyi ve etkileme imkânını sağlayacak genel bir sosyal sistem modelinin mümkün olup olmayacağını araştırmıştır. Ancak üçüncü dünya ülkelerinin “kültürel mühendisliği”nde “paramiliter” psikoloji için büyük bir rol oynaması beklenen bu projenin Şili’deki ayağı deşifre edildiğinde, projenin “Ulusal Bilim Vakfı (NSF)” tarafından değil, ABD Savunma Bakanlığına bağlı “Özel Operasyonlar Araştırma Teşkilâtı (SORO)” tarafından paraca desteklendiği ortaya çıkacaktır. Bunun üzerine Şili Senatosu özel bir oturumda bu faaliyeti kınayacak ve projeyi bilim maskesi takmış bir “Yankee casusluk plânı” olarak değerlendirecektir.
Şili’deki bu gelişmeler ve projenin ifşa olmasıyla Washington’a yağan protestolar ile aleyhte yazılar nedeniyle, Savunma Bakanı McNamara 8 Temmuz 1965’te projeyi iptal edecektir. Bununla beraber, skandal Savunma Bakanlığının benzer projelere yaptığı para desteğinde hiçbir azalmaya yol açmamıştır. Şili’deki skandalın patlak vermesinden yaklaşık iki hafta sonra Brezilya’da benzer bir proje açığa çıkarılmıştır. Ve çok geçmeden Kolombiya’da (Simpático projesi) ve Peru’da (Görev Operasyonu) adı altında yeni projeler Savunma Bakanlığı tarafından yürürlüğe konmuştur. [35] Ancak daha ilginç olanı, Camelot’un iptalinden neredeyse on yıl sonra, 1973 yılında, sosyalist eğilimli Salvador Ailende Hükümetine karşı CIA’nın desteklediği gizli darbede Camelot’un izlerinin görülmesidir.[36]
Bu gelişmeler yanında üzerinde özellikle durulması gereken bir husus da, yürürlüğe konan bu projelerin ve alan araştırmalarının daha sonraki yıllarda ABD’de çalışacak yeni akademik kuşağın oluşumuna yaptığı etkidir. Çünkü söz konusu çalışmaların pek çoğunda üniversite öğrencileri de direkt olarak kullanılmıştır. Üçüncü dünya ülkelerinde geleneksel iletişim araçlarının (radyo, gazete, TV vs.) çoğu engellendiği ya da teknik yetersizliklerden bulunmadığı için, geriye sadece “yüz yüze iletişim” imkânı kalmıştır. Bu çerçevede, hayatlarının iki ilâ dört yılını bu ülkelerin halklarıyla yakın şahsî temas içinde geçirmeye istekli ve buna muktedir bir Amerikan gençleri grubunun yaratılmasına çalışılmıştır.[37] Kennedy-Johnson yıllarında hızlı bir büyüme kaydeden bu üniversiteli gençlik grupları, “Barış Gönüllüleri” adı altında dünyanın çeşitli bölgelerinde ABD adına hizmet vereceklerdir. 1960’larda ülkelerine geri dönen “Barış Gönüllüleri”nden çoğu, ilgili lisansüstü alan araştırmaları programlarına devam etmişler ve akademik kariyer yapmışlardır. Ancak ilginçtir, bu kişilerin tutumları ilk gençlik yıllarındakine göre büyük oranda farklılaşmış, ABD’den üçüncü ülkelere uzanan iktidar-meşruiyet ilişkilerini, tersinden yorumlamaya başlamışlardır. Wallerstein’m “Soğuk Savaş Dönemi Alan Araştırmalarının Öngörülemeyen Sonuçları” adlı makalesinde belirttiği bu durum, pratikte bu grupların 1968’deki üniversite isyanlarında binaları ilk işgal eden gruplar olmasına yol açacaktır.[38]
1990’Iara gelindiğinde, ABD’de ve uluslararası sistemin etkin güç merkezlerinde, iktidar ve bilginin iç içeliği hâlen geçerliliğini korumaktadır. Özellikle bilgi teknolojisindeki hızlı değişim ve bilgisayar (internet) ortamının yarattığı sanallıklar (virtual reality); çok daha gerçeğe yakın ve etkileyici boyutlara ulaşmıştır. Ayrıca bugün de, devletin eğitim ve bilgiye ihtiyacı olduğunu savunan, istihbarat işlevini ön plâna geçirmeye karar veren ve burs alanların karşılık olarak devletin ulusal güvenlik kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yürütmesini düşünen önemli bir kesim vardır. ABD’de 1992 yılında çıkartılmış olan “Ulusal Güvenlik Eğitimi Yasası (NSEA)” ile üniversitelere yeni burslar için fon ayrılması ve “ulusal güvenlik görevleri olan Amerikan bakanlık ve kuruluşlarında çalışmak için çok yoğun bir başvuru yaratılması” amaçlanmaktadır[39] Yasanın 3’üncü maddesinde açıkça yer alan bu husus, bir anlamda üniversitelerden, özellikle lisansüstü-doktora düzeylerinde eleman devşirilmesini kolaylaştırmakta, bu tür kadrolaşma girişimlerinin önünü açmaktadır. Bu yasaya ek olarak ABD’deki düşünce kuruluşları (think tank) ile uluslararası şirketler arasında çok uzun yıllara dayanan bir işbirliği olduğu düşünüldüğünde, bilginin kurgulanması konusunda ele aldığımız üçlü saç ayağının (devlet – üniversite – özel sektör) bir kez daha karşımıza çıktığını görebiliriz. Böylece, “güç” ve “paranın” önce konularını bulduklarını, daha sonra bilimsel araştırma alanlarını (yani bilgiyi) şekillendirdiklerini söyleyebiliriz.
SONUÇ
Sonuç olarak, bilgi ve iktidar ya da devlet ve üniversite arasındaki etkileşim, sosyal, ekonomik ve politik hayatta oldukça belirleyici olabilmektedir. Bu varsayım, bize entelektüelin politik bir işlevi (hatta kendini bağlı saydığı iktidara sorumluluğu) olduğunu hatırlatmaktadır. Çünkü gerçek dünya yalnızca olgulardan oluşmamakta, hatta Nietsche’ye göre olgular zaten hiç var olmamaktadır. Mutlak hakikatler birer yanılsamadan ibaret kaldığında, zayıf gözlemler temelinde kurguladığımız sabiteler, hiyerarşik güç ilişkilerinden bağımsız ortaya çıkamamaktadır. Hakikatin yoruma bağlı ve birden çok olduğu bir dünyada bilgi, ancak onu oluşturabilecek kudrete sahip olanlar tarafından belirlenmektedir. Bu belirlenişin “süzgeçten geçmiş (rafine)” ya da çok açık ve katı görünümler kazanması, bilginin güç karşısındaki duyarlılığını zayıflatmamaktadır. Bilginin böylesine esnek, değer yüklü ve yorumlanabilir oluşu bizce aydınların hem kendi konumlanışını yeniden düşünmesini hem de nesnel bilgi kavramının ne ölçüde geçerli olduğunu sorgulamasını gerektirmektedir. Uluslararası sistemin merkezinde bulunan gelişmiş devletlerde biçimlendirilen bilgi zincirlerine asılıp kalmanın, buradan aktarılan bilgiyi koşulsuz olarak kabullenmenin toplumumuza faydası olduğunu söylemek zordur. Genelde bilimin ve özellikle sosyal bilimlerin sürprizlere açık yapısı, modeller ya da kuramların ancak temellendikleri vakalar (case) çerçevesinde anlamlı olduklarını kabul etmemizi, ulusumuzu ilgilendiren olaylarda kendi bilgi ağımızı oluşturmamız gereğini düşündürmektedir. Bu bağlamda, küresel anlamda iddialı olmasa da, kendi bölgesinde büyük güç olmaya aday görülen Türkiye’nin hâlen önemli sayıda Ermeni, Helen ya da İbrani Araştırma Enstitüsüne sahip olmayışı, üniversitelerimizde yabancı dil öğretiminin büyük oranda İngilizceye bağlanması, Rusya, Kafkasya, Balkanlar veya Orta Doğu’da alan araştırmalarının devlet eliyle ya da özel sektör kuruluşlarınca kurulacak vakıflar aracılığıyla desteklenmemesi anlaşılır değildir. Bugün dünyanın saygın ve güçlü devletlerinin bilim adına izledikleri yol, yalnızca aydınlanma devriminin parlak, rasyonel ve görünür olguları üzerinden değil, aynı zamanda “ilkel” diye nitelenen, etnik, dinsel metaforlarla yoğrulmuş, çıplak güç mücadeleleriyle biçimlenmektedir.
Dipnotlar
[1] P. Burke; Bilginin Toplumsal Tanhi, Çev. M. Tunçay, İstanbul, 2001, s. 11
[2] a.g.er, s. 14.
[3] a.g.e.; s. 16-17.
[4] H. Arslan; “Bilim, Bilimsel Bilgi ve İktidar”, Doğu Batı, 1999 Sayı 7, s.56-5/.
[5] a.g.e.; s. 61.
[6] a.g.e.) s. 61-63.
[7] a.g.e.; s. 62-64.
[8] a.g.e.) s. 65-66.
[9] a.g.e.) s. 67.
[10] a.g.e.-,s.72. B.Latour-S. Woolgar; Laboratory Life/The Social Construction of Scientific Facts, London, 1979. B.Latour, “Give Me a Laboratory and I Will Raise the World”, Knorr- Cetina K. (Ed.), Science Observed/ Perspectives on the Social Study of Science, London, 1983, s.141-170.
[11] H. Arslan; s. 67.M. Foucault; The Birth of the Clinic, London, 1993, s. 39.
[12] H. Arslan; s. 69. Foucault; The Wtll to Truth, London and New York, 1980, s. 131.
>« H. Arslan; s. 69. Focault; PowcrfKnoivledge/Selected Interviens and Other Writings (19721977), Gordon C. (Ed.), New York-London, 1980, s. 131-132.
[14] H. Arslan; s. 70. Foucault.; Power/Knawledge/Selected Intermew, s. 131-132.
[15] P. Burke; 2001, s. 118-120.
[16] J. Le Goff; Ortaçağda Entelektüeller, İstanbul, 1994, s.94.
[17] a.g.e.; s. 96-99.
[19] P. Burke; 2001, s. 125-135.
[20] C. Clausewitz; Savaş Üzerine, Çev. Ş.Yalçın, İstanbul, 1997, s. 53.
[21] D. Montgomery; “Bombaların Gölgesindeki Refah”, Chomsky N. (Ed.), Soğuk Savaş v? Üniversite, Çev. M. Ceylan, İstanbul, 1998, s. 12.
[22] R. C. Lewontin; “Soğuk Savaş ve Akademinin Dönüşümü” Chomsky N. (Ed.) Soğuk Savaş ve Üniversite, Çev. M. Ceylan, İs tan bul, 1998, s. 36-37.
[23] a.g.e.; s. 40-42.
[24] Lewontin, 1998, s. 44-45.
[25] N. Chomsky; “Soğuk Savaş Ve Üniversite”, Chomsky N. (Ed.) Soğuk Savaş te Üniversite, Çev. M. Ceylan, İstanbul, 1998, s.195-196.
[26]a.g.e.) s. 196.
[27] a.g.e.) s. 197
[28] A. NeedeD; “Truva Projesi ve Sosyal Bilimlerin Soğuk Savaş Tarafından İlhakı”, Simpson C. (Ed.) Üniıvrsıteler ve Amerikan İmparatorluğu, Çev. M. Ceylan, İstanbul, 2000, s. 41-42.
[29] a.p.e.; s. 52-53.
[31] a.g.e.-, s. 57.
[32] B. Cumıngs ; “Sınır Kayması: Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrasında Bölge Araştırmaları ve Uluslararası Araştırmalar”, (Ed.) C. Simpson, Üniversiteler ve Amerikan İmparatorluğu, Çev. M. Ceylan, İstanbul, 2000, s. 170. S. Diamond, Compromised Campus: The Collaboration of Universities with the Intelligence Community, New York, 1992, s. 10.
[33] B. Cumings, 2000; s. 170-175
[34] a.g.e.; s. 176
[36] a.g.e.; s. 134
[37] A. Needell; 2000, s.52-53.
[38] I. VVallersteın; “Soğuk Savaş Dönemi Alan Araştırmalarının Öngörülmeyen Sonuçlan”, N. Chomsky (Ed.), Soğuk Savaş ve Üniversite, Çev. M Ceylan, İstanbul, 1998, s. 240
————————————
[i] Bu çalışma ilk olarak Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 1, Şubat 2003 tarihinde yayınlanmıştır.
[ii] Yrd. Doç. Dr. Mert Gökırmak, Uludağ Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilimdalı. 1968 yılında Ankara’da doğmuştur. 1991 yılında Ankara üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. 1993 yılında Uludağ Üniversitesi’nde göreve başlamış, “Yeni Dünya Düzeni’nde AB ve ABD Arası Güvenlik ve Dış Politika ilişkileri” teziyle yüksek lisan¬sını, “Etnik Caydırıcılık ve Kafkasya’da Rus Dış Politikası” konulu teziyle de doktor ünvanını almıştır. 2003 yılında Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilimdalı’nda Yard. Doçentliğe atanan Sayın Gökırmak, Kafkasya ve Orta Asya’da Devlet Sistemleri ile Enerji Güvenliği konularında çalışmalar yapmaktadır. Siyasi İlimler Türk Derneği ve Harvard Üniversitesi – Merkezi Avrasya Çalışmaları Topluluğu üyesi olan Yrd. Doç. Dr. Mert Gökırmak evli ve bir çocuk babasıdır. Bu çalışma ilk olarak Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sayı: 1, Şubat 2003 tarihinde yayınlanmıştır.