Prof.Dr. Caner Taslaman ile Ömer Emre Akcebe’nin bilim, felsefe ve din üzerine söyleşisi.
Giovanni Papini’nin arka planını doldurduğu hayâlî kahramanı Gog… Gog, anlam arayışı peşinde olan bir kahraman. Bu anlam arayışı esnasında pek çok kimseyi ziyaret ediyor. Bunlardan birisi de Einstein… Ziyaretin başında Einstein ona sorular yöneltiyor: “Siz necisiniz, astronom musunuz, fizikçi misiniz, bilim adamı mısınız, şuradan mısınız, buradan mısınız?” “Değilim,” diyor Gog. Öyle ki Gog, Einstein’ı ziyaret edebilmek için Musevî vakfına yüklüce de bir yardım yapmıştır. “Peki, Ben-i İsrail’den misiniz?” diye soruyor Einstein. Gog, yine “hayır,” diyor. Peki ama siz kimsiniz dediğindeyse, “ben sadece meraklı birisiyim, bir şey öğrenmek istiyorum, arayış içindeyim,” diye cevablıyor.
Biz de bir şey olarak durmaktan ziyade biraz meraklı birisi olarak sizi ziyaret edelim dedik. Hem kafamızdakileri hem çevrenin bize dayattığı soruları, aklımıza takılanları yöneltebileceğimiz sizi bulduk ve karşınıza gelip soralım istedik.
Gog esprisinden başladığımıza göre ilk olarak Gog’un Einstein’a yönelttiği meşhur soruyu biz de size yöneltelim; bilim adına geçen 3000 yıllık serüven, bu uğurda çekilen bunca acı, sıkıntı, çile, baskılar… Şimdi geçmişten bugüne bakacak olursak, zamanın nihaî anı olan şu anda bize söyleyebilir misiniz, çözdük mü büyük sırrı? Einstein’dan bu ana kadar geçen zaman zarfını da ekleyecek olursak bilim büyük sırrı çözebildi mi?
Büyük sır deyince önce neyi kast ettiğimize bağlı. Bilimin cevab verebileceklerinin neler olduğuna dair burada belli yönler var, bilimin kendisinin ne olması gerektiğiyle ilgili şeyler var, büyük sır olarak var olan her şeyin bilgisine ulaşmak gibi bir şeyler var. Evvelâ fiziğin içinden başlayacak olursak, fiziğin bütün sırları çözüldü gibi bir iddia sahibi kimse yok. Bilimin içinde çözülmemiş daha birçok sorun var. Örneğin şu anda fiziğin içinde kuantum teorisi ile izafiyet teoremi uzlaştırılamıyor. Bu fizik açısından büyük bir sorun. Mikroyu çok iyi açıklayan bir teorimiz var. Makroyu da çok iyi açıklayan bir teorimiz var. Doğal beklenti bu ikisinin birbiriyle son derece uyumlu olması ama aralarında uyumsuzluk var. Fizikte, fizikçilere saç baş yolduran ve hâlen devam eden bir sorun bu.
Aslında “zamanın doğası nedir”, “uzayın doğası nedir” gibi sorular da hâlen fizikte tartışılıyor. Fiziğin içinde çözülemeyen ancak çözülmesi umulan sorular bunlar. Siz, fizikteki bütün bu soruları çözseniz de, karşımızda bir evren duruyor. “Bu evrenin varlığının açıklaması nedir,” gibi daha bir sürü felsefeyi ilgilendiren soru var. Bunlara bizim fizik alanından değil de felsefe ve teolojinin alanına geçerek verebileceğimiz cevablar var. Sonuçta fiziğin bize verdiği açıklamalar, bu evrenin nasıl işlediğiyle alâkalı açıklamalar. Diyelim ki iki tane cisim çarpışıyor; bunlar hangi hızda çarpışırsa nasıl ayrılırlar, Mars ile Jüpiter’in yörüngesi nedir, karıncalar nasıl haberleşir, beynimizdeki nöronlar nasıl irtibat kurar gibi sorular… Fakat bu soruların hiç biri, bu bilim yasalarının hiçbiri; “ne oluyor da bu bilim yasaları vardır” sorusunun cevabı değildir. Bilim, var olan düzenleri bulmaya çalışıyor; “karınca nasıl haberleşiyor”, “ay yörüngesinde nasıl duruyor”, “su hangi derecede hangi basınç altında donuyor veyahut kaynıyor gibi…” şeklinde sorulara bilim cevab verirken; “ne oluyor da bu donma yasası ” var, “ne oluyor da madde hâl değiştiriyor” şeklinde, “var olan fizik yasalarının varlık sebebi nedir,” sorusunu sorduğunuz andan itibaren mesele fiziğin konusu olmaktan çıkıyor felsefenin alanına geçiyor.
Nasıl sorusunu bilim, niçin sorusunu felsefe soruyor diyebilir miyiz?
Evet, böyle bir genelleme var. Sonuçta bazı şeyleri anlamak için şuna fizik diyoruz, biyoloji diyoruz, felsefe diyoruz, teoloji diyoruz ama insan zihnine baktığımızda böyle bir bölünme göremiyoruz. Yapılacak en sağlıklı şey mikroya bakarken bütüncül bakışı da gözden kaçırmamak olmalıdır. Fiziğin bize geri kalan alanlara sıçramamız için önemli bilgiler verdiğini de vurgulamalıyım. Nedir bunlar? Karşımızda meselâ doğa yasaları var. “Doğa yasaları nedir?” sorusuna fizik cevab vermiyor ama doğa yasalarının insan hayatını olanaklı kılacak şekilde çok hassas ayarları olduğunu bize gösteriyor. Bunlar o kadar hassas ayarlar ki; yıldızların içinde oksijen ve karbon atomunun oluşumu var, helyumun değişime uğraması var. Bunlarda, trilyonda birlik oranda bir değişiklik yapsanız karbon oluşamıyor. Karbon oluşamayınca karbon kimyası oluşamıyor ve böyle olunca da canlılık oluşamıyor. Yine, evrenin her yerinde geçerli bir elektromanyetik kuvvet var. Siz bununla on üzeri yüzde bir oranında oynasanız canlılık oluşamıyor. Fiziğin bize sunduğu bu veriler bana göre bizi daha üst bir çıkarım yapmaya sevk ediyor. İslâm düşüncesinde inayet ve ihtira delili denilen, klasik felsefe literatüründe tasarım delili şeklinde anılan konu için meselâ buradan bir argüman çıkartabiliriz. Bu, bize bir yerde fiziğin yasalarının varlığından daha üstte bir açıklamaya, bunların arkasında rasyonel, bilinçli bir Tanrı’nın varlığı olduğuna götürecek, var olan bilgiyi daha da kuşatıcı bir bilgi elde etmemizi sağlayacak bir bakış açısıdır.
Sonuçta fizik bize hareket noktası olarak önemli veriler sunmakta ama bu hareket noktalarını kullandığımızda biz bir bakımdan felsefe yapıyoruz ve vardığımız sonuç bana göre teolojiyle aynı sonuç oluyor. Bilinçli bir şekilde her şeyin düzenlendiği, tasarlandığı ve insana sunulduğu şeklinde sonuca ulaşmak en mantıklı ve tutarlı alternatif olarak gözükmektedir.
E bir de fiziğin kendi üzerine konuşurken bile fiziğin dışına çıktığımıza göre bence fiziğin içine giremeyeceği, tamamen dışında kaldığı alanlar olduğunu da gözden kaçırmamalıyız. “Meselâ, ahlâk yasaları neden var,” sorusu gibi… Hindistan’da, kocalarının ölümünün ardından eşlerini yakıyorlardı. Biz bunun kötü olduğunu düşünüyoruz. Birçok kimse bu konuda, “Hintliler böyle yapsa da kötü” diye kanaat taşıyor. Bunu sadece bir kültürel tercih olarak değerlendirmiyoruz ve evrensel ahlâki yasalar olduğunu düşünüyoruz. Toplumlar ne düşünürlerse olduğuna birçoğumuz eminiz. Düşünsünler, ondan bağımsız olarak ahlâkî şeylerin geçerli Bir toplumda masum kişilere işkence yapılıyorsa, toplumun bazı kesimleri bunu kabullense de o toplumdan bağımsız olarak var olan ahlaki yasaya göre bunun olmaması gerektiği kanaatini taşıyoruz. “Evrensel ahlâkî yasaların kökeni nedir” sorusunu sorduğumuzda, burada da fizik, kimya, biyolojiyle cevab veremeyeceğimiz şeylerle karşı karşıyayız. Başka bir alan olan estetik ve güzelle, sanatla ilgili konuştuğumuzda da yine fiziğin, kimyanın, biyolojinin dışına çıkıyoruz.
Bugüne kadar bunların denemeleri yapılmış olsa da; işte fizikî uyumun estetik açısından güzele tekabül ettiği veya faydalı olan şeylerin aynı zamanda ahlâkî çıkarımlara da vardırabileceği gibi ama başarısız olmuş şeyler bunlar tabî nihayetinde.
Burada ben fizikle biyolojinin estetik ve ahlaki yargıların temelini oluşturmada yetersiz kaldığı kanısındayım. Fizikle biyolojinin bazı hususlarda faydalı olacağına da inanıyorum. Meselâ benim geçen yazdığım bir argüman var. O argümandaki başlangıç noktam modern biyoloji ve psikolojinin bize sundukları. Modern psikolojide bize gözüken şey şu; çocukların doğuştan bir ahlâkî eğilimi olduğu görüyoruz. Bir yaşın, iki yaşın altındaki çocuklarda bile belli bir ahlâkî eğilim gözleniyor. Ben meselâ bütün argümanı bu veri üzerine bina ediyorum fakat burada söylediğim şeylerden biri de şu; modern biyoloji, psikoloji bize ahlâkın biyolojiyle bir alâkası olduğunu gösteriyor ama bizim ahlâkî yargılarımızı temellendirmeye biyoloji yetmez…
Temelinde biyoloji olmadığını düşünüyorsunuz…
Evet, diyelim ki vücudumuzda bir hormon salgılandığı için masumlara işkence yapıldığında mutsuz oluyoruz. Ama ben o hormonun otoritesini neden kabul edeyim ki? Ahlâkî yasaların bir bağlayıcılığı var “işkence etmemeliyiz”, “hırsızlık yapmamalıyız” gibi. Biyolojiyle ilgili olan kısım, hiçbir zaman bağlayıcı olacak özelliğe sahip değil. Biyolojiyle alâkalı olan hormon içimizde ahlâkî yasayı hissetmemizi sağlıyor ama biz onun mantıkî temeline gittiğimizde, irdelediğimizde salt bunun biyolojiden kaynaklandığını görürsek hiçbir şekilde ahlâkî bağlayıcılığı olmaz. Diyelim ki içimizde “işkence yapmamalısın” gibi bir fikir doğdu, bu hormonlarımızla sınırlı bir şeyse, e nasıl ki obezler içlerindeki hormonların “aşırı yiyeceksin” arzusunu mantıklı bir şekilde düşünerek yeniyorlarsa, insanlar pekâlâ aynı şekilde “işkence yapmayacaksın” diye düşünebilirler. O yüzden biyolojiyle ilgili kısım, ahlâkın anlaşılmasıyla ilgili olarak katkı sunsa da hiçbir şekilde ahlâkı temellendirmeye yarayacak bir şey değildir, Aralarında büyük bir fark var.
Sunduğum argümanda benim için önemli olan sorulardan birisi de şu; “ne oluyor da insanının içinde ahlâklı olmasını sağlayacak biyolojik bir şey var?” Burdan başlıyorum. Sonrasında vardığım yer, eğer Allah varsa ancak bunun rasyonel bir temeli olacağı şeklinde. O zaman belki de tabiî şu soruyu sormak gerekiyor; “insanın içinde ne oluyor da doğuştan bütün insanlarda, ancak Allah varsa rasyonel temeli olacak bir şey var?”
Burada tabiî birçok kimsenin kaçırdığı, takib edemediği şeylerden birisi de “rasyonel temel” ifâdesi oluyor. Bir şeyin “rasyonel temeli” olması demek, onu yapmak için akılcı bir sebebin olması demek. İnsan zihninde sezgiler olduğu kadar, akıl da var. Sonuçta insanın kendiyle barışık ve uyumlu olması bunların da uyumuyla olur. Doğuştan bize gelen şeyler, sezgiyle bizde ahlâkı sağlayabilir ama bu hiçbir şekilde “rasyonel temel” bulmamızı sağlamaz.
Bazen ateistler dindarlardan daha ahlâklı olabiliyor. Niçin olabiliyor? Çünkü ateist birisi de İslâmî açıdan söyleyecek olursak fıtratına uygun hareket edebilir. Çünkü onun da fıtratında, Rum Suresi 30. ayette de geçtiği gibi, dinin vazettikleriyle ilgili olanı kabul etmeye hazır bir yapı var. Aslında bütün insanlar ortak bir fıtrata mensub. Fakat ayet-i kerimede de geçtiği üzere, insanların çoğu bundan habersizler. Doğuştan, bir ateistin içinde de bu var; fakat biz Allah’ın varlığına inandığımızda ancak ahlâkî unsurların rasyonel bir temeli olabilmekte. Bunun basitçe sebebi de şu; sırf insan zihninden çıkacak olan bir ahlâkî yasanın, Kant’ın düşündüğü gibi, akıldan çıkan bir ahlâkî yasanın bağlayıcılığı yoktur. İnsanın aklından çıkan bir şeyin bağlayıcılığı gözükmüyor. Toplumdan çıkacak bir şey de, kendi aklımdan çıkacak olanın beni bağlayıcılığı yoksa toplumdan çıkacak olanın da beni bağlayıcılığı olmaz. Ben toplumun görmediği yerlerde menfaatimi tatbik edebilirim pekala. Bundan da kötüsü, toplum kimi zaman kötü bir şey isterse, meselâ Sırp toplumunun önemli bir kısmının Srebrenitsa katliamını desteklemesinde olduğu gibi veya Ruanda’da katliamlarda olduğu gibi, o zaman ne yapacağız? Demek ki ahlâkî yasada öyle bir şeye ihtiyacımız var ki toplumu da bizi de aşkın, yasayı buyuran meşru bir otorite gerekiyor mantıkî olarak. O zaman da tabiî ki sorulması gereken soru şu, eğer tekrar edersek; “ne oluyor da içimizde öyle bir yasa var ki, bu yasaya uymamızın rasyonel temeli olması için yasayı buyuracak ve buyurduğu zaman bağlayıcı olacak bir Güce ihtiyacımız var.”
Fiziğin sınırlarından bahsettik, fiziğin ötesinde de metafizik. Bugün bu tanımlar bir türlü yerli yerine oturmuyor. Bir fizik tanımı, bir metafizik tanımı, geçmişe nazaran bakacak olursak daha fazla iç içe geçmişlik var, yoksa bize mi böyle görünüyor?
Aslına bakacak olursanız felsefenin içine girdiğinizde fizik ile metafiziğin arasının çizilmesinin sanıldığından daha zor olduğu anlaşılacaktır. Felsefî açıdan bu sınırları çizmek son derece zor fakat burada üzülecek olan şey şu; fizikçilerin birçoğu ne zaman fiziği bırakıp da metafiziğe geçtiklerinin kendileri bile farkına varmıyorlar. Biraz evvel dediğimi de tekrar edersek fiziğin üzerine konuşmak gerektiği zaman bile mesele fiziği aşıyor. Bakın basit bir örnek vereyim; birçok kimse, “fizik nedir,” diye sorduğunuzda hemen,”deneyle gözlemle yapılan bir şeydir,” diyor. O zaman ben de şu soruyu soruyorum;” fizikî bilgi deney ve gözlemle yapılır” cümlesinin kendisi deney ve gözlem sonucu meydana gelmiş bir cümle midir? İlk adımda sarf ettiğiniz cümlenin kendisi bile fiziğin dışında! Birçok fizikçi bu ayrımları ne yazık ki yapamıyorlar, daha kurdukları ilk cümlenin bile fizikle alâkası olmadığının farkında değiller.
Bir de insanı deney ve gözleme sevk eden saik ne, bu saikin yalnızca çevre olması da mümkün değil. Metafizik en başta sezgi hâlinde meseleye dâhil olmuyor mu, deneye sevk eden sezgi saiki olarak?
İnsanı tabiî deneye, gözleme sevk eden pek çok şey olabilir, birisi için Allah’ın yarattığı sanatı keşfetme arzusu olabilir…
Zaten bu bahsettiğiniz arzu da metafizik değil mi?
İşin doğrusu şu: Bizim birinci şahıs olarak içimizde gözlemlediğimiz hiçbir şey fiziğin konusu olamaz. Buraya çok dikkat etmek lâzım. Genellikle gözden kaçıyor çünkü. Nedir bunlar: Bizim arzularımız, korku, mutluluk ondan sonra istek veya mantık kurallarının kendisi. Dikkat ettiyseniz bunların hiçbirisi herkese açık deney ve gözlemin erişim alanında değil. Biz, birinci şahıs olarak kendi içimizde, içe bakışla bunları fark ediyor, biliyoruz. Bir deneyim burada var ama bu farklı bir şey. Biz, içe bakışla bunu idrak ediyoruz. Korkunun ne olduğunu, arzunun ne olduğunu her ferd kendi içinde idrak ediyor. Klasik doğa bilimindeki gözlemden son derece farklı bir şey bu.
Şunu da söyleyeyim, kapitalist sistemin içinde birçok kimse para kazanma arzusuyla doğayı anlamaya yönelebilir. Ondan sonra onun üstünde yapacağı çalışmalarla yeni bir teknoloji üretip, ondan para kazanıp, kazandığı paralarla daha iyi bir ev alıp, daha iyi bir araba alıp daha iyi bir şekilde yaşamayı da düşünebilir. Yani böyle bir saik olabileceği gibi sırf meraktan da olabilir. İllâki bir dinî yönelim olması gerekmiyor fakat tarih boyunca baktığımızda, uzun yıllar boyunca, dinî bir duyguyla doğayı idrak etme gayreti de önemli bir motivasyon kaynağı olarak görülüyor. Tek motivasyon kaynağı olmadığını da bugüne bakarak söyleyebiliriz.
Zannediyorum 1600’ler, 1700’ler civarında Hıristiyanlığın boşalttığı alanda, Arnold Toynbee’nin öyle bir tarifi var, Hıristiyanlığın boşalttığı alanı bilimin doldurmaya başlamasıyla oluşmuş bir zihin yapısı var şuanda.
O da tabiî karışık bir süreç. Bilim tarihine bakıldığında çok karışık bir süreç. Toynbee’nin anlattığı kadar kestirme anlaşılacak bir süreç de değil. Şimdi bu bilginin üretildiği yerlere bakalım: Oxford, Cambridge ve Paris Üniversitesi en önemli yerler. Baksak meselâ, bu üniversitelerin içine girsek, bunların içindeki yaşam alanlarına, o kolejlere falan girsek… Meselâ ben Oxford’da post doktora yaptım, Cambridge’de misafir akademisyen olarak bulundum. Newton’un, Faraday’in, John Locke’un olduğu yerler buralar. Bu üniversitelerin yaşam alanlarına girdiğinizde, onları sevk eden saikin tamamen dinî bir duygu olduğunu görüyorsunuz. Bu üniversitelerdeki en büyük yatırımlar ibadethanelere yapılmış ve her kolejin, dikkat edin üniversitenin demiyorum, ufak ufak kolejlerden müteşekkil üniversiteler bunlar, her birinin kendine has bir ibadethanesi var. Her biri de nerden baksanız sanat şaheseri. Amblemden başlayarak her yerde dinî simgeler, dinî motifler işlenmiş vaziyette. Baktığımız zaman, bilimsel devrimde etkili, Royal Society’nin İngiltere’deki ünlü birçok üyesinin gittiği yerler buralar. Baktığımız zaman, buralarda önemli ölçüde dinî bir motivasyon var. Meselâ Newton’a baktığımızda da bunu görüyoruz; eserlerine baksak 1687’de basılıyor, eserin muhtevasına baksak Tanrı’nın varlığına nasıl atıflar yapıldığını, dinî duygudan ne kadar beslendiğini, evrenin yasalarını ararken Allah’ın yaratma sanatına nüfuz edebilmenin şevkiyle bunu yaptığını görürüz. Newton’un din üzerine yazdıklarının fizik üzerine yazdıklarından daha geniş olduğunu hatırlatmak isterim. Faraday de hakeza… Aslında Galileo, bilim ve din çatışmasının örnek olayı olarak sunulur ama bana göre bu da yüzeysel bir düşüncedir. Galileo’nun eserine baktığınız zaman, dinî açıdan daha doğru bir izah getirdiği iddiasıyla çalışmalarını gerçekleştiriyor. Bazılarının söylediği gibi, “aydınlanmak için” veya bilim adına dine açılan bir savaş söz konusu değil. Galileo’nun amacı Aristotelesçi düşünceyi dinin içinden çıkartıp daha sağlıklı bir düşünce formuna kavuşturmak esasında. Yani, yeni bir kutsal kitab anlayışı ortaya koymaya çalışıyor. Kilisenin otoritesinden daha doğru izahlar getirecek bir düşünce formu teklif etmesi hasebiyle kiliseyle sorunlar yaşıyor.
Papa aslında ona eserini yazmasını ve yayımlamasını söylüyor yanlış hatırlamıyorsak, fakat sonra da onu reddeden mahkeme heyetinin başında oluyor…
Çünkü yazdığı kitabın içinde “simplicius” yani simple, “basit düşünceli kişi” diye tanımladığı birisiyle atışıyor ve Papa’nın kendisine söylediği sözleri Simplicius’un ağzına veriyor. Öyle bir şey yapıyor ki Papayla ince bir şekilde alay ediyor. E Papa da o dönemki otoritesini Gelileo’yu sindirmek için kullanıyor. Kızdıkları hususu tekrar hatırlatmakta fayda var, yalnızca fizikle alâkalı şeyler söylemiyor Galileo, kutsal kitabın da daha iyi bir şekilde anlaşılabileceğini iddia ediyor. Burada söylemek istediğim şey aslında Galieo olayını çözmek değil ama bu olay gibi bilim din çatışmasına en çok örnek verilen bir meselenin bile aslında iddia edildiği gibi olmadığına dikkat çekmek istiyorum. Bilimle din çatışmasından ziyâde, bir dinin içinde bilimi nasıl daha doğru anlayabiliriz, dinî görüş açısından hangisi daha faydalı olabilir şeklinde bir tartışma sürüyor. Çünkü, burada, bilim adına Richard Dawkins gibi birisinin gelip de dine savaş açması gibi bir durum söz konusu değil. Bazıları hadiseyi böyle naklediyorlar. Orada din adına bilimin nasıl daha doğru anlaşılabileceği kaygısı güdüldüğünü görüyoruz.
İlk başa dönecek olursak, Galileo ondan sonra Kepler ve Newton ki bunlar bilimsel devrimin en ünlü simaları, bunların hiçbirisinde “aman dinî düşüncenin yerini alalım” şeklinde bir kaygı yok.
Bir de Katolik Kilisesinin teolojisini de bilmemiz lâzım. Katolik Kilisesi, Tanrı’nın yeryüzündeki otoritesini kendisinin temsil ettiğini iddia ediyor. Yâni üçlemenin üç unsuru biliyorsunuz: “Baba, oğul, kutsal ruh” Bunlardan birisi olan kutsal ruhun kilisenin kararlarını koruduğunu ve kilise bu dünyada ne karar alırsa alsın, onun da Tanrı’nın iradesinin bir tezahürü olduğunu savunuyor…
Yanılmazlık veriyor…
Böyle düşündüğünüz zaman, Papanın yaptığı her açıklama adeta vahiy hâline geliyor, o kadar kutsal oluyor. Şimdi, kilisenin bu şekildeki otoritesiyle birlikte bilime de el atmış bir kurum olduğunu düşünün. Bilimsel kurumlar kurduğunu -ki bu kurduğu kurumların bilime de büyük katkısı var bu arada- da göz ardı etmeyelim. Sıkıntı yaptıkları yanlış dinî yorumlar. Papayı adeta peygamberleştirmek ve onun her söylediğini dinî hâle getirmek üzerine kurulu olan kiliseyi, birileri çıkıp da bilime getirdikleri farklı bir bakış açısıyla eleştirmeye kalkınca, kilisenin otoritesi sarsılıyor. Bunu yapanlar, bilim adına dine savaş açtıkları için bunu yapmıyorlar. Dinin daha sağlıklı anlaşılmasını düşünerek yaptıkları şeklinde kendilerini savunuyorlar. Orada Toynbee’nin dediği bir şey var, tam doğru resmi vermese de kısmen doğruluk payı da yok değil; bunun sonucunda birçok kimse, birçok gerçeği direkt kiliseye onaylatıp öğrenmektense, direkt bilimden öğrenmenin daha sağlıklı olacağı kanaatine bu süreçlerin sonunda varıyor. Aynı zamanda bilimsel devrimden hemen önce Protestanlığın çıkışının da olduğunu düşünmek gerekiyor. Bunlardan önce Avrupa’nın topraklarının üçte birinden fazlasına kilise hâkim ve müthiş bir siyasî güç… Protestanlık kilisenin otoritesine karşı çıkıyor. Oradaki prensler falan da siyasî olarak kilisenin merkezî gücünden, Katoliklikten ayrılıp kurtulacakları ümidiyle de çoğu Protestanlığa geçiyor. Bu süreç bilimsel devrimlerle de bir araya gelince, kilisenin siyasî otoritesi zayıfladığı kadar, bilim üzerindeki otoritesi de zayıflıyor. Bu süreçte bilim adamlarına verilen rol, kiliseden bağımsız olarak artıyor. Yani böyle bir sonuç var ama bu zannedildiğinden daha karmaşık bir süreç…
Doğrudan bir çatışma değil evet, bu söylediğiniz gerçekten bu zamana kadar duyduğumuz en farklı yaklaşımlardan birisi. Konuşurken oturuyor aslında aydınlanmayı sağlayan bilim adamları, hepsi bir şekilde zaten kilisenin alt yapısından yetişmiş durumdalar.
Galieo, Kepler, özellikle Newton, bu kimselerin evreni anlama kaygısının altında Allah’ın yarattığı sanatı anlama kaygısı taşıdıklarını görüyoruz. Fakat tabiî bunların tetiklediği sürecin yanında kilisenin merkezî kontrolünden eğitim kurumlarının kopması, kilisenin siyasi gücünün azalması gibi süreçlerin sonucunda seküler kurumların da kurulması gibi önemli olgular var… Kilisenin evvelden kendilerine çektirdiklerinden rahatsız olan prensler daha bağımsız bir hâlde varlıklarını idame ettiriyorlar. Protestanlıkta, merkezî otorite, Katoliklik gibi yok… Buradaki birçok farklı nedenin etkisiyle eğitim kurumlarını, bilginin akışını, siyaseti kontrol eden dinsel kurumların gücü de azaldı ve gittikçe daha seküler bir manzara oluştu. Bir de “aman kilise bir daha gelip de bilimi kontrol etmesin, yeniden boğmasın” mantalitesiyle, kiliseyle alâkalı geçmişte yaşanan kötü tecrübelerden kaynaklı dini dışlayan eğilimler sergilendi.
Yeri gelmişken soralım; bu “din mi, bilim mi” çatışmasının arkasında yatan neden de budur diyebilir miyiz o zaman? En azından böyle bir algıya neden olan sebeb olarak bu durumu gösterebilir miyiz?
Bu çok uzun bir hikâye ve ufak ufak birçok parçanın bir araya gelmesinden meydana gelen bir hikâye. Rahat anlatılamayacak olmasının, tek bir saike bağlanamayacak olmasının sebebi birçok küçük sebebin bir araya gelmesinden müteşekkil olması. Tek, büyük bir teoriyle bunu açıklamaya kalktınız mı, başarısız olur ama kısmen de bu anlattıklarımızla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.
Çok fazla mikro hadise var son birkaç yüzyıl içerisinde. Bilimsel devrim bakımından ele alacak olursak 17. yüzyıldan başlayıp, 20. yüzyıla kadar bu süreci götürebiliriz. Bu üç yüz yılda siyaset, bilim, eğitim kurumlarının organizasyonuyla ilgili çok fazla irili ufaklı olay var ve bunların birçoğu bahsettiğimiz hususta etkililer. Birçok kimsenin bana göre sandığından daha ansiklopedik bir uğraşla açığa çıkartılabilecek bir konu bu… Sosyal olayların önemli bir kısmında böyle kompleks bir yapı olabiliyor.
Siz anlatırken gözümüzde canlanan şey, günümüzde oradaki bilim adamalarının bir yaratıcıya olan inançlarının o veya bu şekilde mevcud olduğunu gösteriyor, esrar perdesinin arkasında bir kudretin olduğuna dair inançları daima mevcud veya bu hisle yaşıyorlar. Bugüne gelecek olursak, sizde meseleyi bizzat müşahede etmiş birisi olduğunuzdan ötürü bu soruyu size yöneltiyoruz; günümüzde, Amerikan tarzı olarak tanımlayabileceğimiz bir şekilde bilim adamlarında hemen Tanrı’nın karşı safına geçme, onunla münakaşaya başlama gibi bir psikoloji hâkim. Şu an da bilim adına kaydedilmiş her pozitif başarıyı sanki Tanrı karşısında kazanılmış bir zafer olarak addediyorlar. Bilim, geçmişte Tanrı’yı aramaktan bulduğu motivasyonu bugün Tanrı ile inatlaşmaktan alıyormuş gibi de bir durum söz konusu mu?
Bunu böyle sunanlar var, evet. Oysa biz Allah’ın sanatına bilgimizde eksikliklerle değil, bildiklerimizle tanıklık ediyoruz. Hiçbir zaman için de argümanları şöyle kurmuyoruz, -felsefede bunlar pek makbûl olmayan argümanlar olarak kabul ediliyor, boşlukların tanrısı dediğimiz argümanlar-; “a bakın kalbin nasıl çalıştığını bilemiyoruz, burada bir şey pat pat atıyor, bu nasıl atıyor? Bilemiyoruz, demek ki Allah var..” demiyoruz. Tam tersine… Kalple alâkalı bilgisizliğimize dayanarak “Allah yarattı” demiyoruz. Detaylı bir şekilde kalbin yapısını öğrendiğimizde yani kalp, kapakçıklar, dolaşım, ritim gibi… Onun içinden çıkan sanatı tetkik ederek Allah’ın varlığını kavrıyoruz. Böyle düşündüğümüzde, bilimin bize sunduğu tablo, bizim Allah’ın sanatını idrak etmemize yol açan bir enstrüman hâline dönüşüyor. Bir kısım insanlar, biz bir şeyi bilmezsek onu Tanrı’nın yarattığını daha rahat söyleriz zannediyorlar.
Bir uçağı ele aldığımızı düşünün. Uçağın nasıl uçtuğunu bilmiyoruz diye, “bunu fabrika yapmış” deyip kenara çekilmiyoruz. Uçak mühendisi oluyoruz tekniğini, sistemini, motorunu, aerodinamiğini anlamaya çalışıyoruz. Bu esnada uçak hakkında artan bilgimiz de böyle muhteşem bir şeyi üreten uçak fabrikasına karşı hayranlığımızı arttırıyor. Ayrıca uçağın yapısını anladığımız zaman artık “uçak fabrikasına gerek” yoktur mu diyoruz? Bugün bilimin yaptığı da esasında bu, uçağın içindeki mekanizmaları, motorunu anlamamız gibi bir faaliyeti arz ediyor. Bu evrenin iç mekanizmalarını anlamamız için araştırma yapıyor ve iç mekanizmanın anlaşılması da onun bir tasarım olmadığı, tasarımcısı olmadığı anlamına gelmiyor. Birçok kimse bunu karıştırıyor, aşağı yukarı şöyle bir yanlış anlayışa sahip oluyorlar; “biz tasarımı anlarsak, tasarımcıya ihtiyaç kalmayacak.” Aynı mantığı örneğimiz üzerine taşıyacak olursak, biz uçağı ne kadar daha iyi anlarsak o zaman “uçak fabrikası yok, uçağın işleme şeklini anladık” mı diyoruz. Maalesef böyle temel bir yanlış anlayış var.
Tanrı parçacığı bulundu, (“tanrı parçacığı” ifâdesi kitab çok satsın diye konmuş bir isim). Bu parçacığı bulmak, kütlenin nasıl kazanıldığıyla ilgili ne kadar hassas bir dengenin olduğunu gösteriyor. Higgs parçacığının bulunmasıyla beraber biz kütlenin meydana gelebilmesi için çok özel ve hassas bir işleyiş gerektiğini görüyoruz. Burada böyle bir mekanizmanın olduğunu müşahede etmek hiçbir şekilde bu mekanizmanın yaratılmadığı ve kendi kendisine olabileceği anlamına gelmiyor. Tam tersine birçok insanın sorgulamadan kabul ettiği bir şeydi bu… 20. yüzyıldan önce “kütle nasıl kazanıldı” sorusu ciddi bir şekilde gündeme gelmemiş. Şimdi biz anlıyoruz ki kütlenin meydana gelmesi için de ciddî bir süreç olması gerekiyor, Higgs diye bir alanın-parçacığın olması gerekiyor ki kütle kazanma süreci meydana gelebilsin. Bugün var olabilmemiz için yüzlerce gerekli süreç var, bununla beraber yeni bir süreci daha öğrenmiş oluyoruz.
Bilimin, bilimsel düşünme metodunun ve bilginin Çin’in hemen batısından Hindistan’dan başlayarak önce Arab dünyasına ardından Batıya doğru bir seyir hâlinde ilerlediğine dair bir düşüncemiz var. Özellikle Batı dünyasının askerî, politik ve siyasî güç olarak geliştiği 1700’lü yıllarda doğuya bakışı ki bilimsel düşünme metodunu doğudan, İslâm Dünyasından aldığını da düşünecek olursak; reddeci, küçümseyici, doğudan hiçbir şey almaya ihtiyacı olmadığını iddia edici, tahakküm edici bir tavır takınıyor. Şimdilerde bu tavrın kırıldığına veya isim zikretmeye başlayan insanların artık “evet, bu aslında Gazâlî’nin fikridir, biz bunu O’ndan aldık ve bu noktaya getirdik” şeklinde Batılıların hakikati ifâde etmeye başladıklarına dair gördükleriniz var mı Batı dünyasında?
Kısmen var.
O Batılının doğu insanını reddedici ve aşağılayıcı tavrının kırılmakta olduğunu söyleyebilir miyiz?
Burada pek çok farklı kesim var aslında ve bu sebeble direkt olarak bir genelleme yapmak pek de mümkün değil. Meselâ namuslu bilim tarihçileri var fakat bir kısmı maharetli bir şekilde tarihsel vakaların üstünü örtmeyi, yok saymayı tercih etmekte. Bu yüzden yapılacak şey şu; Batı gelsin daha namuslu olsun ve itiraf etsin diye beklemekten ziyâde Müslüman bilim adamlarının onlar üzerindeki etkisini geçmişten başlayarak ortaya koymamız gerekiyor. Gerçekten de İslam dünyasında 9 ilâ 14. yüzyıllar arasında yapılanların bütün dünyadaki değişimi tetiklediği açık. Aynı şekilde 17. Yüzyıldan sonra da bizim çok geri kaldığımız açık. Geri kalmayı bir şeyler üreterek çözmek lâzım. Geçmişte olan olumlu etkiyi de iyi eserlerle ortaya koymak lâzım.
Meselâ Descartes’in kütüphanesinde, ben bizzat incelemedim ama görenler anlatıyorlar, Gazâlî’nin eserleri altı çizili olarak duruyor. Şimdi Gazâlî’yle Descartes’in belli fikirlerinde benzerlik olduğunu biliyoruz ama insanlar ayrı ayrı mı aynı noktada buluştular yoksa birbirlerinden mi etkilendiler söylemek normalde güç. Ama altı çizili eserleri kütüphanede müşahede ettikten sonra buradan bir şey çıkabilir. Bunların iyi bir şekilde incelenip ortaya konması lâzım. Kopernik’in de Nasreddin El-Tusî’den çizimlerinin detayını bile aldığını söyleyen çalışmalar var şu anda. Ben bizzat incelemedim ama birebir çizimini almış diyorlar. Gerçekten de Müslümanların 9 ve 14. yüzyıl arasında dünyanın en güçlü medeniyetini inşa etmiş olmalarının incelenmesi özellikle bugün mevcud olan aşağılık kompleksini yenmelerini sağlayacaktır. Aynı zamanda dünya bilim tarihinin de aydınlatılması bakımından yararlı olacaktır. Diğer taraftan asıl önemli olan bilim, felsefe, sanat ve daha birçok alandaki geri kalmışlığımızı gidermemizdir. Tarih boyunca yaptıklarımız örtbas ediliyor. Tamam, onları örtbas edilmekten kurtaralım ama şu anda bizim geri kalmışlığımız da örtbas edilemeyecek kadar açık. Bundan nasıl kurtulur ve üretmeye başlarızın da planlarını yapmak lâzım…
Somutlaşmış bilgilerin yeni anlayış zeminlerine, dil iklimlerine veyahut anlayışlara nakledilerek yeniden işlenmesiyle alâkalı, yani İslâm geliyor ve yepyeni bir anlayış, dünya görüşü ve yaşam tarzını da beraberinde getiriyor. Bilimsel verilere binlerce yıldır bakılıyor ama bu gelen yeni anlayışla bakıldığında yeni sonuçlar elde ediliyor. Burada, İslâm Dünyasında oluşmuş bilgi birikimi Batıya transfer ediliyor ve Batı’nın dünya görüşünün, anlayış biçiminin şuur süzgecinden geçtikten sonra da yeniden ele alınan bilgilerle bugün içinde bulunduğumuz noktaya geliniyor. Şimdi siz meselâ örnek verdiniz 9-14 yüzyıl ve 17-20. Yüzyıl dediniz, şimdi bunlar devrim bazında sıçramaların olduğu dönemler, bunları bilinçli olarak verdiniz muhakkak. Hatta yıldızlar kuşağı olarak anılan dönemler bu dönemler. Günümüzde sanki böyle bir bilim adamı kuşağı kalmamış gibi devrim getirecek anlayışların kısırlaştığı bir dönemde miyiz acaba? Yapılan çalışmalar devrim bazından ziyade inovasyon seviyesinde mi kaldı?
Biyolojide, özellikle 1953’de DNA’nın bulunmasından ve hücre içindeki yapıların keşfedilmesinden sonra hücre seviyesindeki çalışmaların çok geliştiğini düşünecek olursak, burada, geçmişten bugüne kadar yapılan çalışmaların tamamından fazla bir gelişmenin son 60 senede gerçekleştiğini ifâde edebiliriz. Mikroskop teknolojisinin gelişmesiyle beraber biyoloji çok hızlı ilerledi. Ama fizikte 20. Yüzyılın ikinci yarısında, ilk yarısında olduğu gibi, devrim sayılabilecek bir görüş yok. Kaos teoremi olduğu söyleniyor ama o da kuantum veya izafiyet gibi evrenle ilgili önemli bir yasa sunmamıştır…
Bilimsel düşüncenin sadece seyrini takib ettiğimizi varsayalım, Batının yeni anlayış ikliminde bilim buraya kadar geldi, tekrardan doğuya dönebileceğini veyahut dönerse nasıl bir doğu olması gerekiyor ki bilimin bir adım daha ileri gidebileceği bir zemin olabilsin?
Gelecekle alâkalı emin olduğum biricik husus bilinmez olduğu. Yarın doğuya döner mi bunu bilemiyorum. Burada biraz da bizim ne yapıp edeceğimizle alâkalı bir durum var…
İşin doğrusu benim gelecekle alâkalı olumlu veyahut olumsuz bir beklentim yok. Tek bildiğim, İslam inancında da belirtildiği gibi evrenin ve dünyanın bir sonu olduğu ki bugün bilim de bu sonu, tam tarihini belirtemese de, kabul ediyor; her sıradan insan gibi hayatımın sona ereceğini ve her Müslüman gibi ahiret olduğunu da biliyorum ki bu da geleceğe dair gerçekten çok fazla bilgi. Bunun haricinde Müslümanlar Batıyı geçer mi, yarışabilir mi yoksa daha da geriye mi gider bununla alâkalı hiç bir tahminim yok.
Son olarak eklemek istediklerinizle tamamlayalım Caner Bey.
En son olarak modern bilimin bize sunduğu tabloda dinler açısından sanılanın tersine olumlu pek çok şey olduğu kanaatindeyim. Modern bilimin bize sunduğu veriler sayesinde Müslüman filozofların iddialarını savunmak için daha fazla argümana sahibiz. Bunlardan birisi hudus delili. Hudus delili evren ezelîdir diyenlere karşı Allah’ın ezelî olduğunun ve evrenin başlangıcı olduğunun savunulmasına dayanıyor. Bugün modern bilimin ortaya koyduğu Big Bang teorisi ve entropi yasası da bunu destekliyor
Modern fiziğin bize sunduğu tablo, Allah’ın sanatının inceliklerinin müşahede edilebileceği bir imkânı da sunması açısından son derece müspet esasında.
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Caner Bey.
Birşey değil…
https://www.canertaslaman.com/2019/09/12/bilim-felsefe-ve-din-uzerine/