Bilim ve Din

Aydınlanma olarak bilinen bu hareketin önde gelen temsilcisi olan Voltaire, Philosophical Dictionary (Felsefe Sözlüğü)’de (1764) bu dini görüşü tanımladı; bu dini görüş her şeyden önce, olabildiği kadar yalın olmalıydı. Voltaire, ateizmi, filozofların yok etmeye can attıkları boş inanç ve tutuculukla bir tuttu. Onun sorunu Tanrı değil, aklın kutsal ölçütüne karşı suç işlemiş, Tanrı hakkındaki öğretilerdi.

***** 

Yaman TÖRÜNER

Bilim ve Din[i]

Hıristiyanlıkta 17. yüzyılın başından itibaren başlayan aydınlanma çağından önce, Müslüman filozoflar, bir çok konuda, örneğin tıp, felsefe ve estetik biliminde çoktan ustalaşmışlardı. Felsefe, öğrencilerine, gerçekliğin bütünü olduğuna inanılan uyumlu ve kapsamlı açıklamalar sunmuştu.

17. yüzyılla birlikte, Batı toplumunun yüzüne damgasını vuracak olan uzmanlaşma süreci, kendini hissettirir oldu. Astronomi, kimya ve geometrinin farklı dalları bağımsız ve özerk olmaya başladı.

Bilim adamları artık, hakikati bulmak için, miras aldıkları geleneğe, bir kuruma ya da bir seçkine hatta Tanrı’dan gelen bir vahiye bile gereksinimleri olmadığını hissediyorlardı.

Tanrı’nın varlığına ilişkin eski “kanıtlar” artık tamamıyla yeterli değildi; doğa bilimcileri ve filozoflar, deneysel yöntem coşkusuyla dolu, diğer gösterilebilir olguları kanıtladıkları gibi, aynı yolla Tanrı’nın nesnel gerçekliğini doğrulamak zorunda hissettiler kendilerini.

Fransız fizikçi, matematikçi ve teolog Pascal bunlardan biri idi. Ona göre, Tanrı’nın varlığını kanıtlamak olanaksızdı; ama aynı biçimde akılcı olarak varlığını reddetmek de olanaksızdı.

Din ve dünya

Din, en başından beri, insanların dünyayla ilişki kurmalarına ve dünyada kök salmalarına yardımcı oldu. Kutsal yer kültü, dünyadaki bütün öteki düşüncelerin önünde geldi ve korkunç evrende insanların bir odak bulmalarına yardım etti.

Tanrı’yı kendi mekanik sistemine indirgemiş olan İngiliz fizikçi Isaac Newton (1642-1727) da Hıristiyanlığı gizemden kurtarma gerektiği fikrinde idi. Yerçekimi buluşu, Newton’u Aristoteles’in maddenin çekici güçleri düşüncesine dönmekle suçlayan bazı bilim adamlarını kızdırdı. Böyle bir görüş, Protestanların, Tanrı’nın kesin egemenliği düşüncesine tersti. Newton’a göre ise, tüm sistemin merkezi yüce bir Tanrı idi; çünkü, böyle ilahi bir makinist olmadan sistemi var olamazdı; yerçekimi kanunu, Tanrı’ya karşı değildi.

Bilimle çelişmiyor

Karen Armstrong’un Tanrı’nın Tarihi adlı kitabında belirtildiği gibi, Hıristiyan inancından bu ıvır zıvırı çıkarmak, Newton için bir tür sabit fikir haline gelmişti. 1680’in başlarında, “Principia” yayımlanmadan kısa süre önce, Newton The Philosophical Origins of Gentile Theology (Putperest Teknolojinin Felsefi Kökenleri) adını verdiği bir inceleme üstüne çalışmaya başladı. Ona göre, doğa kanunlarının keşfi, Tanrı’nın bir isteği idi.

Öte yandan, Hıristiyanlar, bir arayış içine girmişlerdi. Yeni akıl dinine Deizm (Yaradancılık) denilecekti. Ancak bu görüş, yaratıcı mistisizm ve mitoloji disiplinlerine zaman ayırmadı. Vahiy mitosuna ve uzun zamandır insanları kendine köle etmiş boş inanca, Teslis gibi geleneksel “gizemler”e sırtını döndü. Bunlar yerine, insanın kendi çabalarıyla keşfedebildiği, kişilik sahibi olmayan “Deus”a bağlılığını ilan etti.

Aydınlanma olarak bilinen bu hareketin önde gelen temsilcisi olan Voltaire, Philosophical Dictionary(Felsefe Sözlüğü)’de (1764) bu dini görüşü tanımladı; bu dini görüş her şeyden önce, olabildiği kadar yalın olmalıydı. Voltaire, ateizmi, filozofların yok etmeye can attıkları boş inanç ve tutuculukla bir tuttu. Onun sorunu Tanrı değil, aklın kutsal ölçütüne karşı suç işlemiş, Tanrı hakkındaki öğretilerdi.

Hegel ve Yahudilik[ii]

Wilhelm Hegel (1779-1831) Kabbala’ya dikkat çekecek biçimde benzeyen bir felsefe geliştirdi. Ancak, Hegel, büyük yanlış yapmış, Yahudiliği ilkel Tanrı kavramından sorumlu, bayağı bir din olarak kabul etmişti. Hegel’e göre, Yahudi Tanrısı, dayanılmaz bir Yasa’ya sorgusuz boyun eğilmesini isteyen bir tirandı.

İsa, insanları bu aşağılık kulluktan kurtarmaya uğraşmış; ancak, Yahudiler gibi Hıristiyanlar da aynı tuzağa düşmüş ve ilahi bir despot düşüncesini yüceltmişlerdi. Şimdi, bu barbar Tanrı’yı bir yana atmanın ve insani duruma daha aydın bir bakış geliştirmenin zamanıydı.

Hegel’in, Yeni Ahit polemiğine dayanan Yahudilik görüşü, metafizik Yahudilik karşıtlığının yeni bir türüydü.

Kant gibi Hegel de Yahudiliği dinle ilgili bütün yanlışlıkların örneği olarak görmüştü.

Nietzsche…

Karen Armstrong’un “Tanrı’nın Tarihi” kitabında yer aldığı gibi, “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te (1883) Nietzsche, Tanrı’nın yerini alacak “Üstinsan”ın doğuşunu bildirdi; yeni aydın insan, eski Hıristiyan değerlerine karşı savaş ilan edip, ayaktakımını çiğneyerek, zayıf Hıristiyan erdemleri sevgi ve acımanın hiçbirinin olmadığı yeni, güçlü bir insanlığın müjdesini verecekti.

Ancak bireycilik, kendi başına bir amaç haline geldiğinden, Batı’da putperestliğin yeni bir biçimi olmuştu. İnsanlar hakiki bireyselliğin tümüyle Tanrı’dan çıktığını unutmuşlardı.

Bireyin dehası, dizginleri hepten bırakılırsa tehlikeli işlerde kullanılabilirdi. Kendilerinin Tanrı gibi olduklarını sanan, “Üstinsan” soyu, korkutucu bir manzaraydı.

İslam’ın üstünlüğü

Bireyin üstünlüğü fikrinin Batı’da çürümesi karşısında, gerçek bireycilik yapısını desteklemek İslam’ın görevi oldu. İslam’ın “yaratılışın sonu” ve bireyin varoluş amacını açıklayan sufi ülküsü içinde “Kâmil İnsan” vardı. Kendisini en yüce olarak gören ve ayaktakımından nefret eden Üstinsan’dan farklı olarak, “İnsan-ı Kâmil”, “Mutlak”ı tam olarak tanımlamış ve halk kitlelerini peşinden sürükleyebilmişti. Herkes sonunda Tanrı’daki kusursuz bireyselliğe kavuşacaktı.

Araplara Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, bağımsızlık vaat edilmişti. Ancak, zaman içinde kandırıldıklarını ve kendi kaderlerine asla hâkim olamayacaklarını anladılar. Savaştan hemen sonra, İngilizlerin Filistin’i, sanki yerleşik Arap nüfusu yokmuş gibi Siyonistlere devredeceği söylentisi çıkmıştı. Bu söylentinin gerçekleşmesiyle, Arapların utanç duyma ve rezil olduğunu hissetme duygusu şiddetlendi.

Başarı dini: İslam

Hıristiyanlık acı ve çekişme dini oldu. İsa’nın çarmıha gerilmesi imgesiyle dünyevi görkem arasında uyum kurmak kolay değildi. İslam ise, bir başarı dinidir. Kuran, Tanrı’nın istencine uygun yaşayan (adaletin, eşitliğin, servetin hakça bölüşümünün geçerli olduğu) bir toplumun başarısız olamayacağını öğretmiştir. İslam tarihi de bunu doğrular. İsa’nın tersine, Hz. Muhammed başarısız değildir; göz kamaştırıcı bir başarı elde etmiştir. Başarıları, yedinci ve sekizinci yüzyıllardaki İslam İmparatorluğu’nun olağanüstü ilerleyişiyle bütünleştirilmiştir. Bu durum doğal olarak Müslüman Tanrı inancını doğrulamış, Müslüman Tanrı’nın fazlasıyla etkin olduğunu ve tarih arenasında sözünün geçtiğini kanıtlamıştır. Müslümanlık, Moğol saldırısı gibi felaketlerin bile üstesinden gelmiştir. Yüzyıllar boyunca, ümmet neredeyse kutsal bir önem kazanmış ve Tanrı’nın varlığının kanıtı olmuştur.

Şimdi ise, Müslüman tarihinde kökten yanlış giden bir şeyler var gibi ve bu kaçınılmaz olarak, Müslümanlık anlayışını da etkiliyor. Bundan böyle, Müslümanlar İslam tarihini yeniden rayına oturtma ve Kuran’ın bakış açısını dünyada etkin hale getirme çabaları içinde olacaklar.

——————————-

[i] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/yaman-toruner/bilim-ve-din-2553875/

[ii] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/yaman-toruner/hegel-ve-yahudilik-2554391/

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen