Metin SAVAŞ
Arketip kavramının ne olduğunu kısaca izah ederek başlamak gerekiyor bu yazıya. Arketip teriminin Türkçedeki karşılığı ilk-örnek şeklindedir ki evrenimizdeki veyahut kendi dünyevi hayatımızdaki herhangi bir şeyin ilk örneğine arketip diyoruz. Canlı ve cansız bütün varlıkların ve bütün tahayyüllerin arka planında muhakkak bir ilk-örnek vardır. “Arketip nedir?” sorusunun en yalın izahı şöyle olabilir: “Şayet ki Âdem babamız yeryüzündeki ilk erkekse ve Havva anamız da yeryüzündeki ilk kadınsa, bu durumda erkek cinsinin ilk-örneği Âdem’dir; aynı şekilde kadın cinsinin ilk-örneği de Havva’dır diyebiliriz.”[1]
Arketipler bireysel değil müşterek unsurlardır, muayyen bir toplumun –mazisi çok derinlere inen– kültür kodlarını bünyelerinde barındırırlar; söz konusu muayyen toplumun fertleri arketipler hakkında büsbütün bilgisiz olsalar bile bilinçaltları tastamam farkındadır. Bir misal vermek gerekirse, geçmiş zamanlarda gerçekten yaşamış olup olmadığına bakılmaksızın Nasrettin Hoca figürü Türk toplumunda herkes tarafından bilinir, ama Nasrettin Hoca’nın bir arketip olduğu hakikatini çok kimse asla fark etmez. (Arketip kavramının mucidi olarak bilinen Carl Gustav Jung, “arketip, daha antik çağda bile kullanılan ve Platon’un ideasıyla eşanlamlı olan bir kavramdır,” diyor ki eski düşünürlerin ilk-örnek olgusunu fark etmemiş olmaları zaten mümkün değildi. Nitekim Jung, bilinç-öncesi psikenin, meselâ yeni doğmuş bir bebeğinkinin boş bir levha olmadığını, aksine son derece karmaşık olduğunu belirtmektedir. Yani bomboş bir içerikle doğmuyoruz. Bilinç-öncesi levhamızda birtakım kodlar –veya fıtrat– bulunduğu içindir ki Hıristiyanlıkta vaftiz uygulaması vardır. Tasavvuftaki nefsin terbiyesi söylemi de herhalde aynı sebebe dayanmaktadır.)[2] Arketipler bireysel değil müşterektir demiştik. Hem muayyen bir topluma özgü arketipler vardır hem de bütün insanlık camiasını kapsayan evrensel arketipler söz konusudur. İnsanlığın ortak kodlarıdır bunlar. Claude Levi-Strauss bu hususta şöyle bir saptamada bulunuyor: “İnsanlığın ayrı ayrı bölümleri arasında kültürel farklılıklar olsa da, insan zihninin her yerde bir ve aynı olduğu ve aynı yetilere sahip bulunduğu belki de antropolojik araştırmaların birçok sonucundan biridir.”[3]
İlk-örnekler (arketipler) ölümsüzdür. Dünya durdukça ve insanoğlu yaşadıkça arketipler de varlıklarını sürdüreceklerdir. Platon’un ideasını öz olarak varsayarsak ilk-örneklerin biteviyeliğini inkâr edemeyiz. Nitekim öz’ler bölünmezdir, değişmezdir ve sonsuzluk vasfına sahiptirler.[4] Carl Gustav Jung, arketiplerin yalnızca gelenek, dil ve göçlerle yaygınlaşmadığını, her zaman ve her yerde, herhangi bir dış etkenden bağımsız olarak kendiliğinden yeniden ortaya çıkabileceklerini söylemektedir. İlk-örneklerin biteviyeliğine Sigmund Freud da temas ederken şöyle der: “Ortaya konan her şey bir göstergedir. Bütün göstergeler yorumlamaya tâbidir ve bunlar nihayetinde hepimiz için aynı karakterleri ve aynı anlatısal fonksiyonları içeren mesajlar verirler.”[5]
Giriş niteliğindeki bu kısa izahtan sonra sadede gelecek olursak, Türk milletinin kadim kültür kodlarındaki baba figürü veya arketipi olarak karşımıza Oğuz Kağan çıkmaktadır. Her baba arketipinde görüldüğü üzere Oğuz Kağan tiplemesi de otoriterdir, yönlendiricidir, hem vazgeçilemez olan kadim düzenin –Türk töresinin– koruyucusudur ve hem de töre’nin yenileyicisi veya ıslah edicisidir. Bu işleviyle Oğuz Kağan aynı zamanda kurtarıcı baba arketipidir. Oidipus kompleksiyle ilintili bir şekilde Oğuz Kağan kendi öz babasına başkaldırarak töreyi yeni baştan derleyip toparlayan müceddid kişidir diyebiliriz. Oğuz Kağan tiplemesi toplumsal buhran anlarında zuhur eder ve yıpranmış olan töreyi sağaltarak –işbu sağaltma esnasında kısa süreli bir kaos yaşansa bile– düzeni yeni baştan ve daha sağlıklı şekilde kurar. Baba arketipinin karizmasına saplanıp kalarak Oğuz Kağan ile Dede Korkut figürlerini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Dede Korkut figürü kurtarıcı veya düzen kurucu değildir. Dede Korkut mevcut düzenin koruyucusudur sadece. Derin geçmişten meçhul geleceğe doğru töreyi aktaran kişidir. Muhafızdır ve bu haliyle Dede Korkut hem yargıyı temsil eder hem de yürütmeye müdahil olur. Onun kanun koyucu vasfı pek yoktur. Yasama yetkisi kurultaya veya gündelik hayatın meşakkatinden edinilen deneyimlere bırakılmıştır. Dede Korkut da elbette ki baba hükmündedir ama kurtarıcı baba değil de bilge ata arketipidir. Dede Korkut figüründen ayrı tutmak şartıyla düzen koyucu, derleyip toparlayıcı ve tabii kurtarıcı arketipinin Göktürklerdeki yansıması olarak İlteriş Kağan’ı gösterebiliriz. Künyesinden apaçık bellidir zaten. İli (toplumu ve yurdu) derleyip toparlayan kurtarıcıdır İlteriş Kağan ve benzerleri.
Türk dünyasında bir zamanlar fırtına gibi esip gürlemiş olan Timur da işte böyle bir rol üstlenmiştir fakat netice alamamış, iddialı hareketinde kalıcılık sağlayamamıştır. Osmanlı cephesinden baktığımızda Timur’u yermemiz mümkündür, ne var ki Timur muvaffak olabilseydi Türkistan’dan Türkiye’ye uzanan Türk dünyası belki de tek devletin çatısı altında bütünleşecekti ve Timur da böylelikle yeni bir Oğuz Kağan kimliğine bürünerek tastamam arketipleşecekti. İran ile Anadolu arasında bölünmüş Batı Türklüğünün vaziyetini göz önüne aldığımızda Şah İsmail için bile aynı şeyi söyleyebiliriz. Elli civarındaki irili ufaklı devletçiği ulamak suretiyle Amerika Birleşik Devletlerini kurmuş olan George Washington tabiatıyla Amerikalıların derleyip toparlayıcı İlteriş Kağan’ıdır. İtalya’dan tutun da Almanya’ya varıncaya dek epeyce memlekette bu derleyicilik ve toparlayıcılık teşebbüslerine tanıklık edebiliyoruz. Napolyon ve Hitler gibisinden birtakım maceraperestlerin Birleşik Avrupa özlemleri de malumdur. Nitekim İstanbul’un fethinin akabinde hüküm sürmüş olan kimi Osmanlı padişahlarına Anadolu’nun birliğini sağlamış olmaları söylemiyle kutsiyet atfetmeye Türk milleti olarak hep hazırızdır.
Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime adlı derlemesinde gördüğümüz “ev başına karahan olmak”[6] ifadesi kaosu yalın bir şekilde tarif etmektedir. İstenmeyen bir durumdur kaos. İstikrar ve huzur için töre’nin değişerek de olsa devam etmesi gerekiyordur. Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz vecizesi zaten kadim törenin hep aynı kalamayacağını, zamanın ve mekânın şartlarına göre değişmeye mahkûm bulunduğunu, bu mecburi değişimle birlikte kadim Türk töresinin sonsuza dek muhafaza edilmesi lâzım geldiğini işaret etmektedir. Türk atasözleri içerisinde “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz” vecizesine karşılık gelen sözler vardır keza.
Türkistan hükümdarı Timur her ne kadar Oğuz Kağan olmayı başaramadıysa da bilhassa bugünkü Özbek toplumunun müşterek şuurunda sağlam bir yer edinerek arketipleşmeye doğru evrilmektedir. Türkiye Aleviliğinde ise Şah İsmail benzer konumdadır. Bütün bunların bir kurgu olduğunu iddia ederek yermeye yeltensek bile aslında her türden beşerî yaklaşım zaten bir kurgudur. Modern anlamdaki tarihçiliğin dahi kurgunun ta kendisi olmaktan arınamadığını Nietzsche ‘Tarihin Hayat İçin Yararı ve Yararsızlığı Üzerine’ adlı eserinde saptamıştır nitekim. Siyasal İslamcılara göre milliyet zorbaca bir kurgudur, resmî ideolojinin dayatmasıdır. Oysaki ümmet de belirgin derecede kurgudur ama bu hakikat hep görmezden gelinir. Emevilerden Osmanlıya dek bütün İslam imparatorluklarının resmî ideolojisi olagelmiştir. Buna ilâveten İbn Haldun’u milliyetçilerin ümmetçilerden daha iyi anladıkları ortadadır.
Türkiye Aleviliğinin muhayyilesinde baskın bir role sahip bulunan Hazreti Ali kültünü de Oğuz Kağan kültünün bir devamı mahiyetinde yorumlamak herhalde fantezi şeklinde değerlendirilmeyecektir. Türkistan’dan Küçük Asya’ya dalgalar halinde akmış bir toplumun kendisine yabancı farklı bir medeniyet havzasında değişim gerektiren bir kimlik arayışına yönelmesi gayet tabiidir. Hadiselere bugünden değil de neredeyse bin yıl öncesinin şartlarından bakmayı başardığımızda ezberlerimiz ister istemez bozuluyor. Asırlarca zihinlerimize kazınmış Oğuz Kağan figürünü Anadolu’da Hazreti Ali’yle özdeş kıldıysak burada pratik bir zekânın intibak yeteneği var demektir. İşte böylece, çok sonraları, Osmanlı Devletinin miadının dolduğu buhranlı bir dönemde Anadolu coğrafyası yabancıların işgaline uğradığında “ev başına karahan olmak” diye ifade edilen kaos ortamı tekrar nüksetmiştir ve başkent İstanbul’da zafiyet oluşmuş, otorite neredeyse sıfırlanmıştır. Memleketin pek çok yöresinin işgali neticesinde ırz, mal ve can güvenliği kalmamış, 93 Harbinden Birinci Cihan Harbine uzanan buhranlı süreç hem hukuku hem ekonomiyi çökertmiş ve herkes kendi başının çaresine bakabilmenin derdine düşmüştür. 93 Harbinden Birinci Cihan Harbine dek uzanan, Balkanlardan, Kırım’dan ve Kafkaslardan büyük göçlerin vuku bulduğu, toplumsal travmaların biteviye darbe indirdiği ıstırap yüklü böylesi bir kaos ortamında Türk toplumu elbette ki kurtarıcı baba Oğuz Kağan’ı tekrar hatırlayacaktı. Ziya Gökalplerin yaptığı şey budur. Tanzimat’ın ilânı sonrasında milliyet dürtüsünün palazlanmasını sadece Fransız İhtilalinin tesirlerine bağlamak indirgemecilikten başka bir şey değildir. Söz konusu ıstıraplı dönemde İkinci Abdülhamid’in babalığının halk nezdinde bu kadar benimsenmesi mânidardır zaten. Diyebiliriz ki hiçbir Osmanlı padişahı İkinci Abdülhamid derecesinde babalık rolünü sergileyememiştir veya baba olarak tastamam kabul görememiştir. Altı asırlık Osmanlı hanedanı mensupları içerisinde kitaplara en fazla konu olmuş ve şimdi bile en fazla okunan padişahın İkinci Abdülhamid olması boşuna değildir.
Yine diyebiliriz ki, İkinci Abdülhamid devrinin akabinde Türk milletinin müşterek şuuruna en fazla sirayet edebilmiş devlet adamı Halâskâr Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Bilge Kağan’ın bengütaş aracılığıyla kendi toplumuna hesap verip seslenmesi uyarınca Atatürk de millet meclisinden yine kendi halkına nutuk çekerek rapor vermiş veya seslenmiştir. Aradaki takriben 1375 yıllık zaman farkına rağmen tavır aynı tavırdır. Nitekim Bilge Kağan ile Atatürk’ün tıpatıp aynı vücut dilini kullandığı da artık bilinmektedir. Bütün bunlar mutlak bir kurgu veya fantezi olmayıp açıktan açığa yalın hakikatlerdir. Mevzuu büsbütün abartarak Bilge Kağan’ın kımızı ile Mustafa Kemal Paşa’nın rakısına kutsayıcı eşdeğerlik atfetmeye yeltenseydik tabii ki fantastiğin sınırlarını zorlamış olacaktık. Bu iki büyük şahsiyetten ilkinin şölen sofrası ile ikincisinin Çankaya sofrasını duygusal bağlamda ilintilendirsek bile bu türden fantezileri bahane edinerek Bilge Kağan ve Atatürk algısının müşterek şuurumuzda inkâr edilemez şekilde ayniyete büründüğünü görmezden gelemiyoruz.
Herhangi bir çağda birtakım sebeplerle çıkmaza girmiş milleti derleyip toparlayan kurtarıcı baba arketipi olarak Oğuz Kağan figürünün bölünmez ve değişmez yansımalarıdır İlteriş ve Bilge Kağanlar. İkinci Abdülhamid ile Mustafa Kemal Atatürk de böyledirler. Aksak Timur’un veya Enver Paşa’nın yapamadığını onlar yapmışlardır veyahut da şartlar elverdiğince yapmaya gayret etmişlerdir. Onlar birer arketip kimliğine bürünmüşlerken, kendilerine kut atfedilmişken ve milletin babalığı rolünü zaruretler karşısında üstlenmişlerken dahi neticede kanlı canlı insandırlar. Ne melekler kadar saftırlar ne de iblis derecesinde sapkındırlar. Dolayısıyla onları överken veya yererken akılcılığı elden bırakmayarak aklıselimle değerlendirmemiz gerekiyor. Şöyle ki: İkinci Abdülhamid kızıl sultan mıdır yoksa ulu hakan mıdır? Mustafa Kemal Atatürk metafizik bir kurtarıcı mıdır yoksa Deccal mıdır? Tabii ki hepsi insandır. Müşterek bilinçaltımızın veya kadim kültür kodlarımızın romantik yansımaları mahiyetinde onlara mitik vasıflar biçsek bile günahlarıyla ve sevaplarıyla gerçek birer insan oldukları hakikatini ötelememiz yanılgı olacaktır. 1071 Malazgirt şüphesiz ki Türkiye’nin mitidir. Alparslan Gazi’nin günümüzdeki muadili ise Gazi Mustafa Kemal’dir.
Şimdi burada konumuzu figura kavramına bağlamayı deneyelim. Latince kökenli bir sözcük olan figura Katolik kilisesi terminolojisinde öz’ün bir parçasıdır; biçim demektir; somut nesne/kişi anlamına gelmektedir. Hıristiyan teolojisinde figura dendiğinde, yaratıcı biçimlendirme, kalıcı varlıktaki yüzeysel değişim, ilk varlığın sonraki tezahürleri kastedilmektedir. İnsana ait iç ve dış organların, hayvanların, araç gereçlerin, yıldızların, pagan inançlara göreyse tanrıların, evrenin, kısacası somut bir cismi olan her şeyin bir figurası vardır. Figura gerçek ve somuttur; soyut olansa zihinsel bir etkinlik, bir idrak merhalesidir. Özü ve biçimiyle bir bütün olan figura istikbalde başka bir kişide tecelli bularak tamamlanacaktır ve somut bir gerçeklik olarak tekrardan tezahür edecektir. Hıristiyan teolojisinde Musa bir figuradır, İsa ise bu ilk figüranın tamamlanması ve yeniden tezahür etmesidir.[7] Nitekim eski kişiler ve yeni kişiler birbirlerinin figurasıdır.[8] Arketip algısına benzer bir tarzda figurayı gölge olarak da tasavvur etmek kabildir ki yukarıda değindiğimiz öz’ü taşıyan kişinin istikbalde zuhur etmesiyle figura cisme kavuşur ve somut gerçekliğe bürünür. Türk milletinin kadim kültür kodları açısından ele aldığımız vakit öz dediğimizde behemehâl kut aklımıza gelecektir. Oğuz Kağan’da bulunduğuna inandığımız kut istikbalde Atatürk’e intikal etmiştir. [Tabiatıyla burada millî bir inanç, Türklüğe özgü bir algı söz konusudur. Milliyete yahut da Türkçülüğe taraftar bulunmayan bir kimse indinde Oğuz Kağan da Atatürk de tarihte iz bırakmış şahsiyetlerdir hepsi bu. Hıristiyan inancına göre şarap İsa’nın kanının, ekmekse bedeninin figurasıdır, ama bu dogma Müslümanları bağlamaz. Aynı minvalden olmak üzere Türk töresindeki kut inancı da Türk olmayanları bağlamıyor. Dolayısıyla, Oğuz Kağan’daki kut Atatürk’e intikal etmiştir şeklindeki söylemimizi bilimsel değildir diye yermek anlamsızdır. Mesih-şarap-ekmek ilintisini akılcılıkla izah etmemizin mümkün olmaması gibidir.]
Mistik mahiyete sahip bir şey olan kut doğaüstüdür ama doğaya karşı değildir, doğasız da değildir. Mistik fenomen, tecessüse ve duyuların deneyimine kapalıdır. Erişilebilir verilerin keşfedilmesi mümkün iken mistik mahiyetteki fenomenler keşfedilemezler, içten dışa (derûndan zâhire) taştıklarında sezilirler. Yine de mistik olan şey eleştirel incelemeden kaçmaz. Kut dediğimiz şey beşerî bir yanılgı olsa bile, akıldışı ancak gerçekdışı olduğuna göre, mistik olan şey şayet ki akıldışına dayanıyorsa, bu durumda yanılgı üzerine yaslanıyor demektir. Ama öyle de olsa bu yanılgıların bilimini yapmak gerekecektir. Çünkü bunlar her şeye rağmen öznel (enfüsî) gerçekliklerdir (nesnelerin gerçeğine değil, beşerin düşünce ve duygularına dayanan şeylerdir).[9]
Alman filolog Erich Auerbach’ın saptamalarını bu makalenin kapsamında ele alacak olursak, figura, iki olgu veya iki kişi arasında bağlantı kurar. Burada bizi ilgilendiren iki kişiden birincisi (Oğuz Kağan) hem kendisi hem de ikincisi (Atatürk) anlamındadır. İkinci kişi ise (Atatürk) birinci kişiyi kapsar, onu tamamlar ve istikbalde temsil eder. Figuranın bu iki kişisi zamansal açıdan birbirleriyle uzakta bulunsalar da gerçek kişiler olmaları itibarıyla ebedî zamanın içindedirler. Her bir kişi diğerinin geçmişteki veya gelecekteki halidir.
Varsayıma göre, figura hem durağandır, hem de hareket halindedir. Hem dışsaldır (haricî ve cisimseldir), hem de ebedî özün değişken tezahürüdür.[10] Tanpınar’ın veciz ifadesiyle söyleyecek olursak, değişerek devam etme keyfiyeti söz konusudur. Aslında keyfiyet değil de zaruret vardır burada. Figura, paganist bir betimleme olabileceği gibi, bir rüya görüntüsü veya tahayyül de olabilir. Hadiseye bu zaviyeden yaklaştığımızda Türklük şuurundaki Oğuz Kağan-Atatürk ve kut algılarının ille de bilimsel bir temele dayanması gerekmiyor. Kut’un gerçekten de var olduğunu somut bir şekilde kanıtlayamayız fakat var olmadığını da Türklük karşıtları ispatlayamazlar. Netice itibarıyla Mustafa Kemal Atatürk –bize göre– Tanrı’dan kut almış mübarek bir şahsiyettir ve Oğuz Kağan arketipinin kendi çağımızdaki yansıması veya tezahürüdür. Hem figuradır hem de arketipik bir karakterdir.
KAYNAKLAR
[1] Anlatı Sanatlarında Arketipler, Metin Savaş, Mağaradakiler Dergisi, sayı 9, Ocak-Şubat 2016
[2] Anlatı Sanatlarında Arketipler, Metin Savaş
[3] Claude Levi-Strauss, Mit ve Anlam, sayfa 31, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986
[4] İsmail Hakkı İzmirli, Metafizik, sayfa 81, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2012
[5] Peter Brooks, Psikanaliz ve Hikâye Anlatıcılığı, sayfa 34, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul 2014
[6] Şecere-i Terakime, Tercüman 1001 Temel Eser, Hazırlayan: Muharrem Ergin, tarihsiz
[7] Mimesis’i Okumaya Başlarken, Fatma Erkman-Akerson, sayfa 208-212, İthaki Yayınları, İstanbul 2015
[8] Erich Auerbach’dan aktaran Akerson, sayfa 209
[9] Mistisizm, Maurice Blondel, sayfa 19-20, Dergâh Yayınları, İstanbul 2008
[10] Akerson, sayfa 210