Abdulkadir İLGEN
“Hiçbir şeye inanılmıyorsa, hiçbir şeyin anlamı yoksa hiçbir değere “evet” diyemiyorsak, her şey mümkündür, her şey önemsizdir. Ne evet kalır, ne hayır; katil ne haklıdır, ne haksız. Eyleme yön verecek bir üst değer yoksa eğer, insan en kolay, en kısa ve en kârlı eyleme yönelir.”[1]
ALBERT CAMUS
Sosyal medyada izlediğim genç yeteneklerden biri, Kutlu Kağan Dalkılıç’ın Hayati Bice’yle yaptığı bir konuşmaya atıfta bulunarak paylaştığı bir değerlendirme ve bu değerlendirme üzerine yapılan yorumlar; uzun zamandır kendi iç dünyamda da gözlemlediğim bir gelişmenin, yerleşik değerlere duyulan güvensizliğin sadece bende değil, toplumun ciddi bir kesiminde karşılık bulmaya başladığını gösterdi. Oysa benim neslim, uğrunda ölümün göze alındığı kolektif değerlerin büyülü dünyasından geliyor, oradan besleniyordu. Ne olmuştu da uğruna kavgalar verdiğimiz, gözyaşları döktüğümüz, ağıtlar yaktığımız ve gençlik sevdalarımız gibi gönlümüze nakşettiğimiz o en saf, en rafine değerler bir anda anlamını kaybetmiş ve ahlâksızlığı gizleyen birer sütre gibi algılanmaya başlamıştı?
Savunduğu değerlerin çoğunu, her biri kendi bireysel deneyiminin ürünü sahici bir birikimden değil de, eskinin üretilmiş kavramlarından alan bir neslin karşı karşıya kaldığı bir dramdı bu. Şark dediğimiz bu dünya, bu “ebedî meskenet” her biri içeriği kurumuş birer fosil hâlindeki bu değerleri yeniden deneyimleyerek güncellemek yerine kullana kullana tüketmiş, hepsini çoktan birer paçavraya çevirmişti. Bu sadece değerler dünyası için değil, bizatihi hayatın kendisi için de böyleydi. Kullandığı kavramlar bugüne ait güncel kavramlar değil, geçmişe, geçmişin kendi bağlamı içinde anlaşılabilecek dünyasına ait yarı ölü kavramlardı. Böyle olduğu için de sadece söz ve olgu arasındaki ilişki değil, söylem ve eylem arasındaki ilişki de kopmuş, aradaki mesafe açılmıştı. Ahlâkın kendisi için de böyleydi. Orada da her şey fütursuzca tüketilmiş, iş nihayet, toplumsal iflasın eşiğine kadar yaklaşmıştı.
Geçmişte, Türkiye’de nesillerin önemli bir bölümü, ekonomik geri kalmışlıktan ahlâkî yozlaşmaya kadar aklınıza gelebilecek ne kadar olumsuzluk varsa, hepsinin sorumluluğunu kendilerine değil, ülkeyi bu mecraya sokan batılaşma sürecinin temsilcilerine ve onları bu sürece zorlayan egemen güçlere atmış, bütün sorumluluğu onlara yüklemişti. Mazi, yeni hayatın somut problemlerle zihinleri meşgul ettiği böyle bir anda soyut, ideal bir form olarak yeni hayatın karşısına dikildi. Yeni hayatla mücadele edecek gücü kendilerinde bulamayan şurada burada kümelenmiş taşra çocukları, çözümü; onu aşmada değil, eskilere, “altın çağa” dönmede, bir tür irticada aradı. Hiçbir şey üretmeden eskiyi tekrarlamak: Yapılmak istenen buydu. Zaten isteseler de mücadele edemezlerdi. Mücadele edemezlerdi, çünkü o dönemlerde bir buçuk asırlık kurulu düzenin birikimiyle mücadele edecek ne güçleri, ne donanımları, ne de takatleri vardı.
Bu amaçla maziye ait ne kadar pozitif kavram varsa hepsi, el değmemiş en saf halleri, en istisnaî çağrışımlarıyla servis edilerek dolanıma sokuldu. Bu, zihinlerde yaratılan, gerçek dışı muhayyel bir dünya idi. Buna göre yapılması gereken basit bir makas değişikliğinden ibaretti. Sistem değiştirilecek, her şey aslî mecrasına oturtulacak ve bütün problemler çözülecekti. Proje buydu: Bu kadar basit ve sade. Fakat içlerinden hiçbiri çıkıp da, “yahu bu kadar basit bir çözümü başkaları ne diye düşünmedi, düşünemedi!” şeklinde bir soru sormadı. Yıllarca bu söylem etrafında nesillerin umutları sömürüldü. Bu özcü eğilimin bir benzeri sadece muhafazakâr olarak bilinen kesimlerde değil, farklı bir sürümle sağ ve sol Kemalistlerden, Latin Amerika sürümlü sol hareketlerle milliyetçiliğinin taşra tepkiselliği şeklinde kendini dışa vuran kaprisli türlerine kadar bütün hareketlerde kendini devam ettirdi. Muhafazakârlık karşıtı devrimci bir çizgide konumlanan İslamcılık akımıyla onun bilhassa siyasî sürümü de meseleyi tam olarak bu şekilde ele aldı.
Türkiye’de sağ ve sol Kemalistlerden Liberal ve İslamcı çizgiye kadar çok geniş bir yelpazenin ana omurgası, esas itibarıyla olan biten her şeyi zihinde başlayıp zihinde biten bir hadise olarak görme ve ona göre çözme basitliğinde şekillenmişti. Akla ya da kurguya uygun olanın, gerçekliğe de uygun olacağına dair bir inanca dayanıyordu bu tarz düşünme biçimi. Buna göre her sorun basit bir makas değişikliğiyle çözümlenebilirdi. Hepsi de devrimci bir karakteri barındıran bu hareketlerin tamamı, bir tür tarihsici ya da kaderci idi. Birincisi seküler nitelikli, ikincisi ise dinî karakterli bir kadercilik. Öyle olduğu için de sorumluluk büyük ölçüde tarihin kurucu güçlerine atfedildi. Maddeci ya da ruhçu belirlenimcilikle tarihin kurucu şahsiyetlerine yüklenen bir sorumluluktu bu. Günümüzde bu çizgi, sorumluluğu “üst akıl ya da egemen güçler” gibi bizim açıkça ne olduklarını tam olarak bilemediğimiz hayalî ya da gerçek yapılara yükleyerek varlığını sürdürmektedir. Eskinin kaderci anlayışının çağdaş dünyada ve seküler biçimde İslamcılar eliyle devam ettirilmesi, tarihin bir ironisi gibi gelse de durum tam olarak böyledir.
Nihayet uzun bir aradan sonra bu tarz zihniyetin en tipik temsilcilerinden biri olan İslamcılar iktidara geldi. İki binlerin başlarıydı ve henüz yeniydiler. İktidarın ilk yıllarında karşılaşılan sorunlara mukabil, uzunca bir süre “Ne yapsınlar! İçte ve dışta kurulu düzenin sahipleri tarafından rahatça çalışmalarına izin verilmiyor” denilerek olumsuzluklar müphem, ne olduğu açıkça bilinmeyen örtülü yapılara havale edilerek iktidar sahipleri sorumluluktan kurtarıldı. Sorumlular, şu ya da bu şekildeki eleştiriler veyahut kitlelerin ekonomiden daha fazla pay ve özgürlük talebiyle karşı karşıya kaldığında, örtülü ya da açık biçimde hep aynı mazerete, sorumluluğun örtülü biçimde bürokrasiye, yani içerideki egemen güçlere atıldığı bir limana sığındı. Bürokrasi ve bilhassa askerî bürokraside geniş çaplı tasfiyeler yapılıp içeride rakipsiz kalındığı zaman da aynı muhalif, aynı sorumsuz tavır; bu sefer usta bir makas değişikliğiyle, başka bir eksene, Türkiye ortak paydası temellük edilerek Batı karşıtı bir eksene kaydırıldı ve kendini devam ettirdi. İlginç olan şu ki, yaşanan bu süreçlerin hiçbirinde yürünen yol ve izlenen yöntemle ilgili hiçbir eleştirel tavır ve ahlâkî sorumluluğa girmeyen bu çizgi, sorunları mazeret ve retorikle çözme yolunu seçmekten başka ciddi hiçbir muhasebeye girmedi.
Bundan daha ilginci muhalefetin tavrıydı. Bunun tam karşıtı bir eksende, sözüm ona seküler bir cephede konumlanan CHP’nin temsil ettiği muhalif çizgiydi. Onlar da rakiplerinin tekrarladığı retoriğin benzerini bir farkla tekrarladı. Yapılan, İslamcı retoriğin soyut söylemleri yerine Kemalist jargonun soyut söylemlerini ikame etmek ve kendisini bir tür, karşıtının negatif türevi ve tekrarı durumuna düşürmekten başka bir şey değildi. Orada da hayat yeni kavram ve söylemlerle üretilmek yerine, tarihin başka bir kurucu aktörüne, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla onların özcü içeriğine dönülerek üretilme yoluna gidildi. Uzunca bir süre sosyal demokrasinin evrensel prensiplerine ait özcü kavramlarla yetinen bu camianın içine düştüğü çıkmaz da, benzer şekilde emperyalizm, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçileri gibi komplo teorileriyle yüklü olduğu için, sorumluluktan kurtulma konusunda düşman kardeşlerini aratmadı.
Benzer bir yaklaşım, uzun bir süredir varlığını seksenler öncesinin (kendi tabanındaki) pozitif birikim ve çağrışımlarına bağlayan milliyetçi camiada da yaşandı. Orada da varlık, bilgi, ahlâk ve hayat yeniden üretilmek yerine, her şey sürekli olarak eski retorikler üzerinden okunmaya çalışıldı. Bu sonuncuların sorunu sadece bununla da sınırlı değildi. Muhafazakâr değerlerle geçişli bir ilişkiye sahip Türk milliyetçiliğinin tarihî kavramlarla kurduğu ilişki de sorunluydu. Sorun, sürekli söz konusu kavramlara atıfta bulunulması değil, bu kavramların steril dünyasıyla yetinme alışkanlığı ya da daha da kötüsü bunların kullanım değeri olmadığının biline biline tüketiciye sunulmasıydı. Buradaki beyler de parantez içindeki kavramların konforlu dünyasında gerçeklerden kaçınarak kitleleri avutmayı yeterli gördü ve kendi mevzilerinden âleme nizâmat verdiler. Neticede hayat yeniden üretilmek ve sorunları çözmek yerine, kullanılan kavramlarla hayat arasındaki çelişkinin sebeplerini anlamaktan aciz bir çizgi, kabahati pekâlâ içte ve dıştaki hainlere atmak gibi bir tuhaflığa saplanıp kaldı.
İmdi, buraya kadar yazdıklarımız karakterize edilecek olursa kısaca şu söylenebilir: bu hareketlerin tamamı da netice itibarıyla özcü ve her şeyi zihinde başlatıp zihinde bitirme alışkanlığında olan hareketlerdir. Zihinde başlayıp zihinde biten her şeyin, sosyal hayatta da karşılığı bulunduğunu vehmetme hastalığı, bu tarz bir düşünce; hayatı olağan akışında anlamak yerine, kategorik bir düzlemde, “taraf ve karşıtlar ya da kahramanlar ve hainler” ekseninde görmeyi yeğler. Siyah ve beyaz arasındaki bütün renk ve tonların sıfırlandığı bir ikilemdir hayat. Entelektüalistin dünyası budur. İnandığı sistemin bütün mesafe ve sorunları sıfırlayacağına dair kesin bir inancı vardır. Söz ve kavramlarla düşünen zihnin böylesi bir niteliği vardır. Zaten biçimsel ve araçsal aklın yaptığı da belli bir nedensellik dizgesini formüle ederek dünyayı anlama ve ona hükmetme imkânlarını genişletme çabasından başka bir şey değildir. Fakat biliriz ki, her formülasyon, aslında bir sınırlama ve adını koyamadığımız yığınla imkân sahasını denklem dışında tutma girişimidir. Bu biraz da aklın ve dilin yapısından gelen bir mecburiyettir. Burada sorun, dilin malzemeleri (bu dil fizik, matematik vb. sayısız kadar bilim ve teknolojinin dili olabilir, hiç fark etmez) üzerinden yürütülen akıl yürütmenin, “akıl yürütmenin” yegâne biçimiymiş gibi kutsanması, ona tapınılmasıdır.
Okuyucu burada pekâlâ, bütün bu anlatılanlarla nereye varılmak isteniyor gibi haklı bir sualle karşımıza çıkabilir. Aslında karşı karşıya kalınan, berhava edilen şey; hepimizin üzerinde yaşadığı ortak yaşam alanının tüketilmesidir. Ortak yaşam alanı, yani her şeyi üzerine kurduğumuz ortak kültürel zemin: Yok edilen budur. İslâm tüketilmiş, tarihin biriktirdiği ne kadar değer ve kavram varsa onlar tüketilmiş, Türk modernleşme süreci ve sonrasında biriktirilen tecrübeler tüketilmiş; hepsi kirletilmiştir. Eskiden dışarıdaki yaşam alanı çöktüğünde insanlar en azından kendi iç çevrelerinde inşa edebilecekleri bir habitat, doğal yaşam alanı bulabiliyor, ruhun malzemeleriyle kendi dünyalarını inşa edebiliyorlardı. Bu seferki tahribat ruhun malzemelerini oluşturan kültürel yapı ve ona ait çağrışımları da berhava ettiğinden ruhlarımız boşlukta yapayalnız kalmıştır. Kültürel bir çoraklaşma ve çöküşün ortasında kalan ruhlarımız için yegâne çıkış noktası, bir tür iç kale yahut Ergenekon gibi kendi benliğimizin derinlikleri, vicdanımız oldu.
Nihayet sona doğru yaklaşıyor ve kendi kendimize şu soruyu sorabiliyoruz. Çekile çekile son sığınak olarak gerilediğimiz bu iç kale, bu nihaî sığınak ne kadar temiz, yaşamaya ne kadar elverişlidir? Dış dünyada her şey kirletildiğine göre, ruhlarımız ve son sığınak olarak bellediğimiz vicdana ne kadar güvenebiliriz? Nihayetinde o da, içinde bulunduğu zamanın kirleriyle yüklü kültürel bir tabaka değil midir? Fakat görünen o ki, ricat edilebilecek başka da bir sığınak kalmamıştır. Bir tek sığınak vardır ve o da, şu veya bu şekilde kendisine döndüğümüz vicdan ve onun ahlâkî davranışı üreten habitatı, mayasıdır. Şu anda çekilebileceğimiz yegâne yer, öyle anlaşılıyor ki sadece orasıdır. Durumumuz tıpkı Rönesans ve Aydınlanma sonrası Avrupa insanının durumuna benziyor. Kültürel ve kurumsal dine duyulan öfke, nasıl insanlığı kendine, kendi kendini kutsamaya, hümanizmaya götürmüşse, bugün karşı karşıya kaldığımız durum da bilhassa genç nesilleri Deizme ve nihilizme doğru savrulan bir çizgiye sürüklüyor.
Türk münevveri, belki de ilk defa böyle bir sorunla karşı karşıya kalmış ve şaşkınlık içindedir. Yeni durumun adı henüz konulmayan emareleri herkese her şeyi dilediği gibi yorumlayabilme hakkı vermiş görünüyor. Herkes o yetkiyi kendisinde görebiliyor ve değerler setini ya bizatihi kendisi ya da kendi epistemik cemaatinin kurgusuna göre düzenleyebiliyor. Yeni durum farkında olarak veya olmayarak herkese keyfî davranma hakkını verebiliyor. Durum Tek Tanrılı dinler öncesinin paganlar çağını andırıyor. Rölativizmin meşruiyet kazandığı yeni bir dünyada herkes pekâlâ kendi putunu yapabiliyor. Yeni durum bütün toplumsal mutabakat ve uzlaşmaların yaralandığı, örselendiği, tahrip edildiği ve nihayet yıkıldığı bir kargaşa dönemini hatırlatıyor. Üzerinde yaşadığımız doğal kültürel habitatın tahrip olması derken anlatmaya çalıştığım şey budur. Değerler çökmüş, hiçbir kayda tâbi olmayan kıstaslar değer hâline gelmiş ve çoktandır tedavüle girmiş bulunuyor. Geleneksel finansal araçların yerine geçen yeni finansal enstrümanlar gibi, kendi piyasasını oluşturan yepyeni araçlar piyasaya sürülmüş ve kendi rayicini oluşturmaya başlamıştır.
Yeni Pazar, bizim eski tüfek büyüklerimizle henüz bildiğimiz dünyanın sınırlarına bile ulaşamayan çoğu sosyal bilimcimizin sınırları dışında sabit bir ontoloji olarak değil de, şekillenirken şekillendiren dinamik süreçler hâlinde sürekli genişliyor ve pazar payını genişletiyor. Kültürel sınırların iyiden iyiye çöktüğü böylesi bir çağda eskiyi savunmak, feodal dönemin sonlarına doğru şatolara sığınarak sınır tanımayan burjuvazinin ilerleyişini durduracağını zanneden aristokratların muhafazakâr tavırlarına benziyor. Günümüzde de şurada burada kırık dökük şekilde varlığını sürdürmeye çalışan derme çatma kültürel kulübeler, ayrımına tam olarak varamadıkları taarruzlar karşısında direnmeye çalışıyorlar. Tıpkı Roma sonrası Avrupa’sında gerçekte olmasa bile bir hayalet gibi dolaşan Roma rüyası asırlarca Avrupa insanının zihnini nasıl meşgul etmişse, bizde de reel hiçbir karşılığı bulunmayan bir hayalet, mazinin ihtişamlı günleri, bazılarının pekâlâ hayallerini süslese de gerçeği değiştirmiyor.
Yaşadığımız şu günler ya kültürel iflasın eşiğinden yepyeni bir yeniden kuruluş, inşa ve toparlanma cehdiyle her şeyin yeniden kurulduğu bir uyanış devrine, ya da topyekûn bir çöküşe açılacak. Tahrip olan değerleri yeniden inşa ve restore işi gayet tabii ki büyük kalabalıklara değil, münevver tabakaya düşüyor. Bu da nihayetinde sosyal mutabakat ve onun sağlıklı biçimde yürütülebileceği meşru müzakere mekanizmalarının inşa edilmesiyle çözümlenebilir. Şu anda bu imkânların neredeyse sonuna kadar tüketildiği bir kilitlenmişlik hâli, devlet ve toplumun bütün kademelerini kıskıvrak yakalamış gibi görünüyor. Her açıdan çepeçevre kuşatılmış bir toplumun, tarihin kurucu bir öznesinin bu son yokuşu, sarp yokuşu (malum, Ergenekon sarp yokuş anlamına gelir) da başarıyla aşacağı umulur, aksini düşünmek bile istemiyorum.
Dipnot
[1] Camus, Albert (1985), Başkaldıran İnsan, (çev) Tahsin Yücel, Kuzey Yayınları, Ankara, s. 3.