Bir Filmin Fizyo-Anatomisi

Ersegün Eyüp KAHRAMAN

“Film başlamak üzere” sesiyle mısırından ağzına atıp gazozundan yudumlayan seyircilerin gözleri aniden parlayan sinema ekranıyla kamaşır, kendine daha gelemeden kulaklarından ahengi asla silinmeyecek, kendilerini yerinden kaldırtacak bir ritim duyar. Kendine geldiği esnada, ekranda ilerleyen zamanlarda gerçek mi yoksa film miydi sorusuna cevap ararken film kadar gerçek olduğuna inanacağı bir yazı yazar: “Köroğlu.”

Kulaktan kulağa aktarılan destan çocukluk çağımızın kahramanı Cüneyt babanın canlandırdığı, ‘‘Uğur Film’’ yapımı film ile bu sefer görsel bir şölen ile kuşaktan kuşağa aktarılmaya devam etmekteydi.

Filmin başlamasıyla sinema salonu Türkmen obasına dönüşmüş, seyirciler bağdaş kurmuş ahaliye, film bir aşığın anlattığı destana dönüşmüştü.

Oğuz’un soyundan, Horasan’dan ata binmiş diyar diyar gezmiş konar göçer bir Türkmen’in hikâyesi olduğunu atların koşuşturmasıyla hissetmeye başlamış, nal sesleriyle birlikte damarında dolaşan kanın akışı hızlanmıştı. Sahneler çok ilerlemeden konumuz kendini hissettirmeye başlamış, seyirci şimdiyi geçmişte, geçmişi de şimdi de yaşamaya başlayacaktı.

Bir adam vardı zalimdi, yeziddi. Fakire, mazluma zulüm ediyor, vergi adına haraç kesiyordu. Beydi ama beyden çok namussuzdu. Terlemeye başladığını hissetmişti seyirci, göğsü sıkışmıştı, tanıdık gelmişti çünkü ona bu sahne. Orda zulüm edilen amcası, teyzesi, dayısı, kendisiydi. Beyse patron, müdür, vekil hangi apoletliyse oydu.

Asırlar boyunca değişmeyecek olan bir kaideye tanıklık ediyordu seyirci bilmeden. Tek bir cümleydi o koca Yusuf’un dilinden dökülen: ‘‘Bey kısmı bilmediği işi erbabına bırakmazsa; beyin ahmaklığı, yedi diyara türkü olurmuş’’. Sahne sonunda izleyicinin yüreği cız etti, sadece ahmaklığı değil zalimliği de türkü olacaktı. Gözlerine mil çekilmiş, karanlığa mahkûm edilmişti koca Yusuf.

Heyecanlanmıştı, kulağına daha önce çalınmış “Her körün oğlu Köroğlu olmaz.” sözüne şimdi tanıklık ediyordu. Kör Yusuf’un oğlu Ruşen Ali, batan aydan sonra doğan güneş gibi Köroğlu olmuş, beyin beğenmediği hastalıklı at da kör bir odadan apak çıkmıştı. Sahneler ilerledikçe heyecan yerini afallamaya bırakmıştı. Köroğlu’nun yaptığına anlam veremiyordu, şu an bakkal, manav, kasap olanlar gibi o zaman da seyislik yapan, ata binen Türkmen bir kahramana dönüşüyordu.

Öyle bir sahne geldi ki hem düğümler çözülüyor, hem de acı kat kat artıyordu. Bolu Bey’i, kör Yusuf’u öldürtmüştü. Zalim katil olmuş, yeryüzünün çatısı çökmüştü. Açlığa mahkum bırakıldığı için ölen bir insan gibiydi sanki, daha geçen gün ölümüne şahit olduğu. Ölürken son bir öğüt fısıldamıştı oğluna kör Yusuf:

‘‘Beline sıkı, bileğine sıkı ol. Zayıfa eziyet etmeyi haram belle, duygulu akıllı ve de ince yaşa. Zalime kılıç gibi, mazluma ümit gibi işlesin inceliğin.’’

‘‘Ah Ruşen Ali ah, yetim kaldı genç yaşında!’’ diye içinden geçirirken seyircinin üzülmesi bir nara ile geçmiş çölde âdeta tohum yeşermişti:

‘‘Yürü bre Bolu Bey’i bu cenk amansız olacak.’’

 Köroğlu bade içmiş gibiydi, o yeryüzünün çatısını omzuna almıştı artık. Haksızlıklara dur diyecek, adaleti taşıyacaktı.

İsmi çağrışım yapıyordu ona ama tam çıkaramıyordu, bir Ali vardı o da onun gibi yiğitti, adalete inanıyordu ama bilemiyor hatırlayamıyordu bir türlü. Kimdi bu Ali diye sorgularken hafızasını kendini filme kaptırmıştı.

İlerleyen sahnelerde garip şeyler olmuş, kafası karışmıştı tekrar. Çamlıbel denen bir yeri Köroğlu mesken tutmuştu, daha doğrusu bileğinin gücü ve aklı ile orayı kazanmıştı ama bir gariplik vardı; kervanlara baskın veriyor, haraç kesiyordu. O yiğit gitmiş sanki yerine bir haydut gelmişti. Üniversitede İngiliz Edebiyatı dersinde duyduğu bir ismi çağrıştırdı bu sefer de ona, Robin Hood’a benziyordu sanki. Canı sıkılmıştı, hayal kırıklığına uğramıştı biraz ama yine de bu duyduğu hazza engel olmamıştı. Sahneler ilerledikçe işler kızışıyor, kılıçların şakırdamasıyla kendisinden geçiyordu. Hele bir sahne vardı ki keyfinden geçilmezdi, Hoylu denen bir bey çıkmıştı karşısına bu sefer ki hak beyiydi, yiğitti. Köroğlu üstüne cenk ederken 10’a bir olmaz deyip,  kendi çıkmıştı karşısına. Ne yaman dövüştü o, kalkan paralanmış, zırhlar delinmiş, kanlı gömlek don olmuştu hey de hey. Nerde o yiğitlik nerde o mertlik diye geçirdi içinden, şimdi herkes düzenbaz, herkes namertti. Çamura batmıştı herkes, kırat gibi ak pak olan kalmamıştı gayri.

Bir sahne daha vardı ama unutmuştu cengin heyecanından. Ne duygusal sahneydi. Fatma Girik ablamızın oynadığı Gülizar sevdiğine, Köroğlu’na sığınmıştı Köroğlu da ona vurgundu. Tabiî gören olup da vurulan olmadığı gibi. İşin büyüsü farklıydı gerçek bir aşk görüyordu orda, demek sevgi buymuş diye geçirdi içinden. Masallarda duyduğu bu aşk karşısında…

Kendi gördüğüyle farklıydı baştan başa, daha geçen gün arkadaşı parasız olduğu için terk edilmişti. Sadece arkadaşı mıydı böyle olan sanki Mehmet, Ahmet, Hasan kim varsa yaşamıştı bu dramı.

Heyecan, hüzün ne tür duygu varsa kaplamıştı yüreğini. Filmin biteceğini hissediyordu ama sadece filmin değil Bolu Beyi’nin de sonu yaklaşmıştı. Hem filmi izliyor hem de sonunu merak ediyordu ama sonunun farklı olacağına emindi. Gelmişti o sahne lâkin yine kancıklık yine namertlik vardı. Bolu Bey’i yeni bir silaha sarılmıştı: Tüfenk!

Patlama sesiyle birlikte aniden yiğit Hoylu yere düşmüş, canını teslim ediyordu. Sadece asra değil ahir zamana ait bir cümle çıkmıştı ölmeden Hoylu’nun ağzından:

‘‘Tüfenk icad oldu mertlik bozuldu.’’

Ne filmdi böyle, ayakları yere değmiyor, at üstünde gidiyordu sanki. Bolu Bey’i ölmüş, hak, mertlik, adalet;elif gibi dik kalmıştı. Seyirci Hoylunun son sözünü mırıldanarak evinin yolunu almıştı: ‘‘Tüfenk icad oldu mertlik bozuldu.’’

Aradan 10 sene geçmiş ne bey değişmiş, ne namert. Filmdeki eksik parçaların tamamlanacağı gün gelmişti. Başkent dolup taşmıştı gençlerle. Bayram gibi şenlik gibiydi o gün. Hakkı hukuku çiğneyenleri uyaran gençlerle birlikte heyecanı doruklarda yaşıyordu. Türkülerin, marşların kulaklardan dillerden eksilmediği anlarda bir isim duymuştu: Ali.

Şok etkisi geçirmişti; kıpırdayamıyor, kulakları zonkluyor, yapboz tamamlanıyordu. Ali evet Ali… Bulmuştu o Ali’yi. İslam devletinde adaleti, yiğitliği temsil etmişti Hz. Ali. Filmdeki Ali’yi benzettiği Ali oydu. Eşkiya değildi; haksız şehirleşmeye, kanunsuzluğa karşı Çamlıbel’e sığınıp adalet arayan Köroğlu Ali’ydi. Şaşkınlığını atamıyor, delirmişçesine etrafına dönüp bakıyordu. Anlamıştı artık düğüm çözülmüştü, yalnız onunla kalmamış yeni bir zamana geçmişti. Fark etmişti ki çevresindeki her insan Ali’ydi, Köroğlu’ydu.

Yıllar geçmiş, zaman farklılaşmış, değişmeyen hakikati anlatmak için sıvamıştı kollarını.

 “Bu haftaki film tanıtımımızla karşınızdayız” dendiğinde seyirciler, katılımcılar habersizdi stüdyoda olacaklardan. Işıklar sönmüş, ateşler yanmış aksakallı sözlerine başlamıştı:

‘‘Yiğitler silkinip ata binende

Derelerden Bozkurt’lara ün olur.

Yiğid olan döne döne dövüşür,

Kötüler kavgadan kaçar un olur” dizeleri Hasan Mutlucan’ın o gür sesiyle önce kulaklarımıza sonra yüreğimize işlemiştir. Aslında her şey Türk olanların benliğinde yatan gizemde –Köroğlu’nda- saklıydı. İster arketip olsun ister olmasın Köroğlu’yla ilgili türlü türküler yakıldı; fakat bırakın dizeleri duymayı, sazlardan gelen ritimde kendini kıratın üstünde hissedip Türkistan’dan başlayıp Kafkaslar’a, Balkanlar’a, Anadolu’ya Bolu Beyi’ni kovalamaya başlarız. Köroğlu Türk’ün gökyüzüdür. Turan denen nazlı gelinin simgeleştiği, hayalin gerçekleşerek ete kemiğe büründüğü kişidir Köroğlu.

Yazar
Eyüp Ersegun KAHRAMAN

Eyüp Ersegün Kahraman, 1996 yılı Osmaniye doğumludur. Lise, ortaokul ve ilkokul öğrenimini Osmaniye'de tamamladı. Öğrenimine Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde devam etmektedir. İlgi alanları  bilim, basketbol, tarih, edebiyat v... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen