Medya İslam’ı tanımak yerine onu tanımlama gayreti içerisine giriyor. Tanımlarken İslam’ın olduğu gibi; bütün renkleriyle, çoğulluğuyla, sosyopolitik yansımalarıyla temsil edilmediği görülüyor. İslam’ın kısmen bireysel alanla sınırlı, toplumsal boyutu olmayan, metin merkezli, kültürel boyutu eksik olan; yani hayata değmeyen, siyasi anlam, içerik ve yansımalarından yoksun bir biçimde tanımlandığı görülüyor.
Medya vaizleri bireysel bir dindarlığın davetçisi olarak karşımıza çıkıyor. TV vaizlerine soru soran kişiler sadece ibadet kuralları, uygulanışı ya da metafizik kavramlarla ilgili ontolojik derinliği olmayan soruların cevabını alıp, dinin insanın zihin dünyasını ve yaşam biçimini değiştiren etkisiyle hiçbir bağ kurmayarak medyanın tanımladığı din ile yollarına devam ediyorlar.
*****
İsmihan ŞİMŞEK[i]
TV’de birçoğumuz rastlamışızdır. Yemek tariflerinin arasına sıkıştırılan aldatma vakalarına, en özel anlarını bir telefon bağlantısıyla milyonlara anlatabilen insanlara, günahlarının yükünden “ismini vermek istemeyen izleyici” olarak kurtulmaya çalışanlara… Kaçırılmalar, cinayetler arasına serpiştirilen Cuma dualarına… Bir dokunuşuyla amansız hastalıkları tedavi edenlere, otları birbirine karıştırıp şifa dağıtanlara, türbe esrarlarından reyting devşirirken “ama hocam bunlar hep hurafe değil mi?” diyerek nalına da mıhına da vuranlara…
Bu ve benzeri meselelerin yer aldığı kuşak programları, 2000’li yıllarda kadınların toplum içindeki sorunlarının tartışıldığı formatlar halinde yayınlanmaya başlamıştı ama sonra zamanla değişime uğradı ve bugünkü bildik halini aldı.
Popstar vaizler dönemi ve kâr getiren tv programları
Din konusunun televizyon ekranlarıyla buluşmasıysa eskiye dayanıyor. 1990’ların başlarında dinî değerleri referans kabul eden, önemseyen, mütedeyyin kesime hitap eden Kanal 7, o yıllara kadar TV izlemenin günah olduğunu düşünen dindar kesimin evlerine TV girmesini sağladı. Kanal 7, TGRT, SAMANYOLU TV, TV 5 gibi TV kanalları dinin sadece kandil, vb. özel günlerde ekranlara taşınması geleneğini bozarak dinî programlara geniş yer verdiler.
Dinî içerikli kanalların ortaya çıkması, dindarların medyaya olan bakışının değişmesine sebep olmuşken, inanç ve dini bilgi konusunda eksik kalan ve doyurulmaya muhtaç kesim için de bulunmaz bir fırsat olmuştu. Televizyon, televizyon yayınlarının sadece eğlence, spor ve haber gibi süregelen yaşamın konularına sahip olmak zorunda olmadığı, bilgilendirme, inancı güçlendirme, öğreti ve doğru yönlendirme aşamasında tebliğ görevine sahip bir araca dönüştü.
Dini programlar ve içerikler ise başlangıçta reyting oranı yüksek, genellikle 20-23 saatleri arasındaki prime time’da yer bulamazdı kendine, akşamları saat 23’ten sonrasına ya da Ramazan ayı gibi belli dönemlere bırakılmıştı. Fakat “Popstar vaizler dönemi” ile birlikte merkez medyada yayına başlayan ilahiyatçıların katıldığı ve sunduğu programlara tüketiciler rağbet gösterince bu programların kâr amacına hizmet eden ürünler oldukları da anlaşıldı. Medya yöneticileri de bu programları izleyici tarafından daha ulaşılabilir bir zaman dilimine taşıdı.
Dinin merkez medyada bir kadın kuşağı programında yer alması ilk olarak 90’ların sonlarında, ATV’de Ayşe Özgün’ün programına her cuma Yaşar Nuri Öztürk’ü konuk almasıyla ortaya çıktı. Öztürk, bu programda Türkçe ibadet, baş örtüsü, din eğitimi, laiklik meselelerine değiniyordu. Sesi ve üslubunun televizyon eğlencesine müsait olması, bilgisiyle meslektaşlarına meydan okuyan tavrı onu medyatikleştirdi. İlahiyatçı ve İslam felsefecisi Prof. Dr. İsmail Kara ise bu içeriğin aslında mütedeyyin kesimlerden daha çok, Cumhuriyet ideologlarının daha da önemlisi din üzerinden toplumsal yarılmayı tahrik edenlere hitap ettiğini söylüyordu.
Kadın kuşağında vaizlerin yer almaya başlaması ve rağbet görmesi ise Kanal 7’de yayınlanan Nur Ertürk’le Her Sabah programıyla gerçekleşti. Bu programda cuma günleri soruları cevaplayan ve Cuma Duası yapan Prof. Dr. Mustafa Karataş önce ünlü oldu, ardından kendi programının sunuculuğuna başladı ve sonra da merkez medyaya transfer oldu.
Dinî içeriğin reyting aldığını gören merkez medya, gündüz kuşağı programlarını artık vaizsiz düşünemez hale geldi. Öyle ya “belli bir ölçüde dindarlık” kimseye zarar vermiyor, işi kimi zaman biraz sulandırmak da medya ekonomisinin çarkını döndürmeye devam ediyordu.
Esasen bu programlarda gerçekleştirilmeye çalışılan, sekülerizmin ve modernizmin öngörüsüne paralel. Bireyin vicdanını zaman zaman rahatlatacak bir şeyler yapıldığında medyanın oluşturmaya çalıştığı din algısı çerçevesine uygun dindarlık da belli ölçüde yeniden üretiliyor. Yani din vicdanlarda yaşanan, vicdanları rahatlatan, kişisel düzlemde yaşanan din haline geliyor.
Peki, bu dinî içerikler gündüz kuşağı programlarında kendine nasıl yer buluyor? Tabii ki izleyen kitlenin frekansına girerek…
Kimler izliyor?
RTÜK’ün gerçekleştirdiği 2018 yılı istatistiklerine göre, Türkiye’de günlük ortalama televizyon izleme süresi 3 saat 34 dakika. Eğitim düzeyi arttıkça televizyon izleme süresi de azalıyor. Televizyonu en çok 45 yaş ve üstü seyrediyor. Bu süre kadınlarda günde 3 saat 55 dakika, erkeklerde ise 3 saat 35 dakika. 09:00-18:00 saatleri arasında kadınlar erkeklerden daha fazla ekran başında oluyor.
Kuşak programlarına da daha çok kadınlar ve 45 ve üstündeki yaş grupları ilgi gösteriyor. Bu tür programlarda özellikle kadınların gündelik hayatlarında sıklıkla kullandıkları, rutin işlerinde faydalı olabilecek bilgilerin yanı sıra yemek tarifleri, sağlıklı yaşam, moda, kişisel bakım, kişisel gelişim gibi alanlar ve dinî ve ahlaki ihtiyaçlar da yer alıyor.
Dinî program izleyicilerinin heyecanlı, hayatı ile ilgili problemlere kesin cevaplar arayan, uzman kişiye olan hayranlığı sebebiyle canlı yayına TV karşısında katılabilme memnuniyetini yaşayan kişiler olduğu gözlemleniyor.
Bununla birlikte İstanbul Ü. İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Birsen Banu Okutan’ın “Türkiye’de Popüler Kültür Din ve Kadın” adlı çalışmasında belirtildiği gibi, dinî bilgisini aileden değil, imam-hatip liselerinden, üniversitelerin ilahiyat programlarından öğrenen ya da dinî eğitime itina göstermiş, dinî literatüre hâkim kişiler bu tarz programlara daha temkinli yaklaşıyor.
Ne soruyor ne istiyorlar?
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Gülüşan Göcen’in halkın dinî sorular sorarak cevaplarını aldığı programları hem dinî konular bazında hem de psikolojik yönüyle inceleyen çalışması da sonuçları itibariyle ilgi çekici.
Göcen, 16 Ocak-12 Şubat 2016 tarihlerindeki izlenme istatistiklerine göre hareket ederek Prof. Mustafa Karataş, Prof. Nihat Hatipoğlu ve Necmettin Nursaçan’ın programlarını analiz etmiş. Araştırmaya göre, programlara gelen soruların %49,4’ünü kadınlar sorarken, erkeklerden gelen soru oranı %18. Geriye kalan %32,6’lık kesim ise sosyal medyadan gelen isim verilmeyen ya da sunucunun cinsiyet belirtmeden aktardığı sorulardan oluşuyor.
Analize göre sorularda öne çıkan konular 5 ana, 17 ara temada toparlamak mümkün. Birinci sırada, ibadetlere yönelik hac, umre, namaz /abdest, Kuran, dinî sosyal hayat, kurban, adak vb. sorular var. İkinci tema daha çok evlilik hayatına yönelik nikah/eş seçme, çocuklar, boşanma, nafaka konularındaki sorulardan oluşuyor. Üçüncü olarak da aile hayatına yönelik gelin kaynana ilişkileri, karı-koca ilişkileri, anne/baba/çocuk küskünlükleri gibi soruların takip ettiği görülüyor.
Günahkârlık ve suçluluk duygusu
Psikolojik yönden ise en çok “günahkârlık ve suçluluk duygusu”na yönelik sorular soruluyor. Psikolojik konular temalaştırıldığında da karşımıza yine 5 başlık çıkıyor:
Hayvanlara yapılmış hareketler: (Ölen bir evcil hayvan arkasından dua okunur mu?),
Genel olarak insan ilişkileri/kul hakkı: (Gençliğimden kalan üzerimde kul hakkı var. Ama şimdi öldüler. Onları bir hayır kurumuna bağışlasam olur mu?)
Meslekten kaynaklı günahkârlık ve suçluluk duygusu: (Cuma saati çalışıyorum, bu saatte çalışmam günah mı?
Evlilik hayatıyla ilgili günahkârlık ve suçluluk duygusu: (22 senelik evliyim, çocuklarım boşanmamı istemiyor. Boşanırsam haklarına girer miyim?)
Onaylanma ihtiyacı, yas ve dua istemek
İzleyicilerin din adamlarına sorduğu soruların bir kısmında ise onaylanma ihtiyacı öne çıkıyor. Mesela “İstihareye yatıyorum, görmüyorum bir türlü… Karar veremiyorum. Ne yapmalıyım?” veyahut “Annem beni 1,5 yaşında bırakıp gitmiş. Şimdi görüşmek istiyor ama ben istemiyorum. Onda bir pişmanlık görmüyorum. Bunun günahı ne?” gibi sorulara sıkça rastlanıyor.
Yakın kaybından sonraki yas süreciyle nasıl başa çıkılacağına dair sorular da araştırmada yer buluyor. “Kaçarak evlendim, babamdan helallik almadan vefat etti, ne yapmalıyım?” gibi ya da “Abim vefat etti. Cenazesi yumuşaktı, kurban kes diyorlar, doğru mu?” örneğinde görüldüğü gibi…
Çok sık karşılaşılan bir diğer talep ise dua istemek… İzleyicilerin içinden çıkamadığı durumlarda ekranlarda gördüğü din adamlarından dua istemeleri ve mesela konuşma zorluğu çektiği için iyileşme duası isteme gibi örnekler araştırmaya yansımış durumda.
Konunun uzmanına sorulması gerekirken vaize sorulan sorular da bu programların ana konularından olabiliyor.
Örneğin, Göcen’in çalışmasında bu konular ayrı bir başlık oluşturmuş durumda. Ekrandaki vaize “Kimseyi kucaklayamıyorum, kimseyi misafir edemiyorum. Çok da üzülüyorum. Bunun için günah kazanır mıyım?” sorusunu sorduktan sonra bir hekim tarafından obsesif kompulsif bozukluk tanısı konduğunu belirten kişiye verilen cevap dikkat çekici: “Bunlar vesvese ve şeytanın bir oyunu. Bunlar senin içinden değil, tamamen dış şartlardan kaynaklanıyor.”
Başka türlü bir yayıncılık mümkün mü?
Sonuç olarak, araştırmada yer alan örneklerden de görüyoruz ki dinî sorular gibi görünse de esasında tüm soruların yarısı psikolojik içerikli ve din adamlarına yöneltilen soruların en azından bir kısmının muhatapları farklı uzmanlıklar gerektiriyor.
Özü itibariyle ticari bir platform olan medya ise bu taleplere tatminkâr yanıt vermekten uzak. Her ne kadar televizyon vaizliği dinî bilginin yayılmasını hızlandırsa da bir yandan da hız ile içerik kaybına yol açıyor. Ekranlarda da daha ziyade derinliksiz, indirgemeci, “Ramazan’da sakız çiğnenir mi, makyaj yapılır mı veya kolonya sürülür mü?” gibi konular öne çıkıyor.
Medya İslam’ı tanımak yerine onu tanımlama gayreti içerisine giriyor. Tanımlarken İslam’ın olduğu gibi; bütün renkleriyle, çoğulluğuyla, sosyopolitik yansımalarıyla temsil edilmediği görülüyor. İslam’ın kısmen bireysel alanla sınırlı, toplumsal boyutu olmayan, metin merkezli, kültürel boyutu eksik olan; yani hayata değmeyen, siyasi anlam, içerik ve yansımalarından yoksun bir biçimde tanımlandığı görülüyor.
Medya vaizleri bireysel bir dindarlığın davetçisi olarak karşımıza çıkıyor. TV vaizlerine soru soran kişiler sadece ibadet kuralları, uygulanışı ya da metafizik kavramlarla ilgili ontolojik derinliği olmayan soruların cevabını alıp, dinin insanın zihin dünyasını ve yaşam biçimini değiştiren etkisiyle hiçbir bağ kurmayarak medyanın tanımladığı din ile yollarına devam ediyorlar.
Medyanın eline düşen her konu, içerik kaybına uğramaya, magazinleşmeye mahkumken dinin medya üzerinden sahih bir şekilde tebliğ edilebileceğini düşünebilir miyiz? Doğru bir dini yayıncılık bu şartlar altında mümkün görünmüyor. Fakat dört bir yanımız ekranlarla çevrili (tv, bilgisayar, cep telefonu…) iken dinin ekranda nasıl yer alabileceğini de yeniden düşünmek, biçimlendirmek gerekiyor.
———————————————-
Kaynak:
[i] İsmihan ŞİMŞEK – İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans, İstanbul Ticaret Üniversitesi Medya ve İletişim Sistemleri Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. 2008’den bu yana çeşitli kurumlarda basın danışmanlığı, İş Geliştirme ve Projeler Müdürü olarak görev yaptı, Tohum Dergisi’nde yayın yönetmenliğini yürüttü. Kasım 2019 tarihinden bu yana bir iletişim danışmanlık ajansında koordinatör olarak görev yapıyor. Şimşek, çeşitli sivil toplum kuruluşlarında yönetici olarak görev aldı, dergilerde yayın yönetmenliği yapmasının yanı sıra birçok ulusal dergi ve gazetede de haber, dosya ve yazıları yayınlandı.