Nuri GÜRGÜR
11 Mart 2016
Brüksel’de gerçekleşen Türkiye-AB zirvesinde, Avrupa Konseyi Ankara’nın önerilerine büyük ölçüde “evet” dedi. Başbakan Davutoğlu dönüş yolunda gazetecilere yaptığı açıklamada “sıkıntılı bir zirve olacak kanaati hâkimdi, bu tür durumlarda beklenmedik hamle karşı tarafı normalde alamayacağı kararlara yöneltebilir. Böyle bir hamle beklemiyorlardı, Kayseri pazarlığı iyi oldu. Haziran itibariyle vize kalkacak” sözleriyle sonucun Türkiye açısından büyük başarı olduğunu ifade etti. Bu konuda nihai karar 17-20 Mart’ta AB liderlerinin yapacakları toplantıda verilecek.
Prensipte varılan anlaşmanın hayata geçirilmesi için 28 ülkenin onayı gerekiyor. Başta Macaristan Başbakanı Orban olmak üzere, bazı Doğu Avrupa ülkelerinin bu tarz bir anlaşmaya karşı oldukları biliniyor. Anlaşmanın mimarı konumundaki Almanya Başbakanı Merkel’in koalisyon ortağından bile itiraz sesleri yükseliyor. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Parlamentosu’ndan da anlaşmanın içeriğinin insan haklarına aykırı olduğu yolunda tepkiler var. Ancak her şeye rağmen Merkel’in güçlü liderliği, mülteci krizine çözüm bulma konusundaki kararlılığı ve Almanya’nın halen AB’nin lokomotif ülkesi durumunda olmasından dolayı bütün bu itirazlar muhtemelen yatıştırılacaktır. Çünkü Avrupa açısından şu sıralarda en önemli sorun mülteciler meselesidir. Avrupa asırlar sonra yeni bir “kavimler göçü” tehdidi ile karşı karşıyadır. Başta Almanya olmak üzere özellikle Batı Avrupa ülkeleri kendi kültür ve medeniyetlerinden olmayan yüzbinlerce mültecinin oluşturduğu bu insan selinin tel örgüler çekerek, duvarlar örerek, polisiye önlemler alarak önlenemeyeceğini görüyorlar. Ama Batılılar her zamanki gibi, sorumluluktan kaçıyorlar, bencil davranıyorlar. Yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan, denizde boğulmayı, aç-susuz kalmayı, insanlık dışı muamelelerle karşılaşmayı göze alarak Avrupa’ya sığınmaya çalışan bunca insanı, sığınmacı haline getiren şartları ortadan kaldırmaya çalışmak yerine palyatif önlemlerle tehlikeyi savuşturmak istiyorlar. Meseleye insani ve vicdani açılardan bakmıyorlar. Evrensel hukuk ve insan hakları gibi değerleri sadece kendilerine özgü bir hak olarak görüyorlar; rahatlarının huzurlarının bozulmamasını, çıkarlarını hepsinden fazla önemsiyorlar. Bu nedenle denizlerde her gün yaşanan trajik ölümleri, kıyıya vuran çocukların cesetlerini umursamıyorlar.
Almanya Başbakanı Merkel, pek çok Avrupalı politikacıdan farklı olarak meseleye daha gerçekçi açıdan bakıyor. Yasakların, zecri önlemlerin sorunun daha da büyümesine yol açacağını, hatta Avrupa Birliği’nin dağılma tehlikesiyle karşılaşacağını görüyor. Bu konuda Türkiye’nin kilit ülke olduğunun da farkında. Başta Fransa ve Hollanda gibi kronik Türkiye karşıtı ülkelerin yöneticileri olmak üzere, AB liderleriyle yaptığı görüşmelerde Türkiye’nin son dakika da yaptığı önerilerin kabul edilmesini sağladı.
Varılan bu “ ön anlaşma”yı AB bakımından “geri adım” Türkiye bakımından bir “zafer” şeklinde algılamak son derece yanlış olur. Çünkü anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle birlikte Avrupa’yı titreten göç dalgaları büyük çapta engellenecek, Avrupa ülkeleri rahat bir nefes alacak. Buna karşılık Türkiye’ye verdikleri ödünler kendilerine ağır bir maliyet getirmiyor. Gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapıldığında bir “Kayseri pazarlığı”nın yapıldığı ama esas kazananın Avrupa Birliği olduğu görülüyor.
Yunanistan’ın ekonomik krizden çıkabilmesi için 200 milyar Euro’yu gözden çıkaran AB’nin üç yıl zarfında nerelere harcanacağını kendisinin belirleyeceği 06 milyar Euro’yu taksitle vermesi büyük bir külfet değildir. Diğer taraftan Türkiye’ye çok cazip gelen ve başarı hikâyesi olarak anlatılan, Haziran sonunda başlatılacağı öne sürülen vize serbestliği mutabakatını doğru değerlendirmek gerekiyor.
Hükümet 08 Mart zirvesine bir durum değerlendirmesi yaparak, “çıtayı yükseltmek” kararlılığıyla giderken, vize konusuna ağırlık vermek yerine, Türkiye açısından çok daha önemli bir sorun olan “Gümrük Birliği” Anlaşmasının yıllardır aleyhimize işleyen hükümlerini revize etmeyi öncelikli talebimiz olarak öne sürmeli, bunu temel argümanımız olarak masaya getirmeliydi. Çünkü AB’nin bizim dışımızdaki ülkelerle yaptığı Gümrük Birliği anlaşmalarına Türkiye’nin dahil edilmemesi, bu ülkelerle ikili anlaşma yapmamıza izin verilmemesi dış ticaretimize her geçen yıl büyüyen bir yük getiriyor. AB’nin bu konuda halen ABD ile sürdürdüğü görüşmelerin anlaşmayla sonuçlanması durumunda bu sorun daha da ağırlaşacak, dış ticaretimiz altından kalkılması zor bir darbe yiyecektir. AB Türkiye’nin bu haksızlığın giderilmesi hususunda yaptığı girişimleri duymazlıktan geliyor; makul bir düzenleme yapmak maksadıyla görüşmeye yanaşmıyor.
Muhataplarımızın Türkiye’ye büyük ihtiyaçlarının olduğu belirlenip çıtayı yükseltmeye karar verilirken, daha doğru bir tercih yapılsaydı, pozisyon doğru kullanılsaydı Gümrük Birliği Anlaşması’nın güncelleşmesi sağlanabilir ve bu gerçek bir başarı hikâyesi olarak anlatılabilirdi.
Vizesiz dolaşımın abartılacak reel bir kazanımı yoktur. Üstelik bunun uygulanması durumunda, AB’nin vize uyguladığı ama bizim vize uygulamadığımız bütün ülkelere vize uygulamak zorunda kalacağız. Böylece kültürel, tarihi ve insani bağlarımızı güçlendirmek, ekonomik ilişkilerimizi hızla geliştirmek mecburiyetinde olduğumuz Türk Cumhuriyetleri’yle ilişkilerimiz zedelenmiş olacak. Yeni pazarlar bulma ihtiyacıyla yöneldiğimiz Orta Doğu, Asya ve Afrika ülkeleriyle ticaret, inşaat ve turizm alanlarında yapılan girişimler vize sorunundan dolayı gölgelenecek.
Anlaşmanın önemli bir başka sonucu üç milyon Suriyelinin artık kesinlikle Türkiye’de kalacak olmalarıdır. Bunların üç yıl zarfında Türkiye’ye maliyetinin, AB’nin verip vermeyeceği kuşkulu olan 06 milyar Euro’nun çok üzerinde, 20 milyar Doları bulacağı tahmin ediliyor. Avrupa ise Suriyeli sığınmacıların dışında kalan, Afganistan, Pakistan, Irak ve hatta Afrika ülkelerinden Avrupa’ya geçebilen yasa dışı göçmenler sorununu bu anlaşmayla çözebilecek. Bunlar yakalandıkları ülkelerden Türkiye’ye postalanacaklar. Bizden gidip gitmediklerini belirleme imkânımız fazla olmayan bu insanları alıp barındırmak, beslemek durumunda kalacağız. Şu anda Avrupa’daki bir buçuk milyon civarındaki sığınmacının en az yarısı Suriye’li değil. Avrupa bu 700 binden fazla mülteciyi Türkiye’ye göndermeyi plânlıyor. Böylelikle kendileri çok büyük bir yükten toplam 06 milyar Euro vererek kurtulacak. Avrupa’nın bu insanları Türkiye’den başka bir ülkeye gönderme şansı yok. Türkiye ise ülkemizdeki üç milyon sığınmacının dışında yüz binlerce yeni sığınmacının barındığı bir kamp haline gelecek. Özetle bu anlaşmanın yürürlüğe girmesiyle Türkiye için siyasal, ekonomik, kültürel ve kriminal büyük bir sorun olan, çözümü için ciddi bir projemiz bulunmayan “mülteci yükü” ağırlaşarak devam edecek. Bu arada Yunanistan Ege adalarındaki sığınmacıları Türkiye’ye aktaracağından rahatlayacak; Yunanistan Başbakanı’nın İzmir ziyaretinde gülücükler dağıtmış olması anlam kazanacak.
Kısacası ortada bir “Kayseri pazarlığı” var ve kimin kimi üttüğünün doğru belirlenmesi gerekiyor.
http://turkocaklari.org.tr/sayfa/6359/bir-kayseri-pazarligi-var-da-kazanan-kim.html