Romancılığından ziyade araştırmacılığı ile bilinen Cevdet Kudret’in gerçekten önemli bir romancı olduğunu, öz yaşam öyküsünden izler taşıyan ve Süleyman’ın Dünyası ana başlığı altında topladığı nehir romanlarını okumaya başlayınca anlıyorsunuz.
Süleyman’ın Dünyası üç romandan oluşuyor. İlk roman: Sınıf Arkadaşlarım. Sınıf Arkadaşlarım’ı tanıtan yazımı daha önce yayımlamıştım. Sınıf Arkadaşlarım’ı bitirir bitirmez İnternet üzerinden Süleyman’ın Dünyası’nın ikinci romanı olan Havada Bulut Yok’u aldım. Kitap elime geçer geçmez de okumaya başladım. Havada Bulut Yok’ta Cevdet Kudret Kayseri’yi ve Kayseri Lisesi’ndeki öğretmenlik yıllarını anlatıyor.
Cevdet Kudret’in ön adı Süleyman. Dolayısıyla romanının ana kahramanının adı da Süleyman.
Roman Süleyman’ın annesi ile Haydarpaşa tren garında veda etmesi ve trenin Kayseri’ye doğru yola çıkması ile başlıyor. Ve çorak Anadolu ile karşılaşan Süleyman’ın şaşkınlığı şu cümlelerle ifade ediliyor. “Ankara ile Kayseri arasında tren saatlerce gidiyor da insan tek bir ağaca rastlamıyor.” Aslında bugün de değişen fazla bir şey yok.
Kayseri’ye gelen Süleyman ilk gecesini o tarihlerde Kayseri’nin en lüks –belki kalınabilecek demek daha doğru- oteli olan İstanbul Oteli’nde geçirir. Zihnimi zorlayınca İstanbul Otelini ve yerini hayal meyal hatırladım. Ama İstanbul Oteli’nin tarihi bir olaya tanıklık ettiği de hafızamın bir köşesine takılı kalmıştı. Neydi o olay? Roman okumayı bırakarak konuyu araştırmaya başladım. Nihayet buldum: 1940’lı yıllarda Kayseri Belediye Başkanı olan Emin Molu, Hitler’in zulmünden kaçan İstanbul Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Başkanı olan Prof. Dr. Gustav Oelsner’ı Kayseri Şehir Planını yapmak üzere Kayseri’ye davet eder. Kayseri’ye gelen Gustav Oelsner İstanbul Otelinde kalmaktadır. O tarihte Kayseri Belediye Başkanı olan Emin Molu’nun oğlu Behçet Molu babası ile Gustav Oelsner arasındaki bir diyaloğu şöyle aktarır: “Oelsner bir gün İstanbul Oteli’nin penceresinden görünen Erciyes’in silueti ile kâğıda çizdiği Süleymaniye’yi karşılaştırmış. Aralarındaki benzerliği Emin Bey’e heyecanlı bir şekilde anlatarak, Mimar Sinan’ın Süleymaniye’yi yaparken ilhamını Erciyes’ten aldığını söylemiş.”[1]
Süleyman’ın Kayseri’deki ilk gününde İstanbul Oteli’nden yürüyüş mesafesindeki Kayseri Lisesi ile karşılaşmasını yazar şu cümlelerle aktarır; “…. yolun sonunda genişçe bir meydan vardı. Bahçesi demir parmaklıklı alçak duvarla çevrili okul bu meydana bakıyordu.” . Ne ilginç, ben de Kayseri Lisesi’nde geçirdiğim yılları anlattığım bir yazımda Kayseri Lisesi ile karşılaştığım ilk andaki gözlemlerimi şu cümlelerle anlatmışım : “Lisenin bahçesi demir parmaklıklı alçak duvarla çevriliydi. Okula Kiçikapı Meydanı’na açılan iki kapıdan giriliyordu. Kapının yan kapısı öğrenciler, ana kapı ise öğretmenler ve ziyaretçiler içindi. .”
Okulda bekâr öğretmenlerin kaldığı bir odaya yerleşen Süleyman’ın, hayatı hem çalıştığı hem de konakladığı okul ile öğretmenlerin müdavimi oldukları kahvehane ve içkili lokanta arasında geçmeye başlar. Kayseri’ye gelene kadar içki içmeyen, oyun bilmeyen Süleyman her gün oyun oynamaya, içkisiz günü geçmemeye başlar. Yalnız Süleyman’ın değil tüm bekâr öğretmenlerin yaşantısı aynıdır. Bu durumun gerekçesini Matematik öğretmeni Numan Halit kendince şöyle açıklar “Kitap deseniz buraya kitap gelmez, gazete deseniz günün birinde İstanbul’da olan olaylar sizi ilgilendirmez olur. Oraya bağlantınız o kadar azalır ki her haber size yabancı gelmeye başlar. Sinema deseniz sinema yok, tiyatro deseniz yok, bar yok, doğru dürüst kerhane bile yok…”.
Süleyman, mesleki idealleri ile bağdaştıramadığı bu hedefsiz hayattan hoşlanmamaktadır. Ama çıkış yolu da bulamamaktadır. Bir girdabın içinde sürüklenmektedir…
Süleyman bir akşam içkiyi fazla kaçırınca kendine gelmek için yürüyüşe çıkar. Ve o yürüyüş sırasında, sokak lambasının ışığı altında ders çalışan öğrencisi Remzi’yi görünce gerçek anlamda kendine gelir. Bu olay öğretmenliğin amacını, yoksul ama yetenekli öğrencilerin önünü açmak için neler yapabileceğini sorgulamaya başlamasına neden olur. Bu sorma sorgulama süreci her konuda devam eder…
Bu arada bir alkolik olduğu ve tüm maaşını içkiye verdiği için, eşine ve çocuklarına bakmayan Resim Öğretmeni Basri Bulut bir gün sınıfta geçirdiği kriz sonrası ölür. Süleyman, Basri Bulut’un yoksul ve genç eşi Nermin’e ve çocuklarına yardım eder. Zaman içinde Süleyman ve Nermin birbirlerine ilgi duymaya başlarlar. Ama hislerini birbirlerine açamazlar. Nermin ile Süleyman arasındaki yakınlık şehirde dedikodulara neden olur. Bu dedikodulardan Nermin’in hafif kadın olduğu sonucuna varan bazı kopuklar Nermin’i kaçırmaya karar verirler. Bunu haber alan Süleyman Nermin’i Kayseri’yi terk edip ailesinin yaşadığı İstanbul’a dönmeye ikna eder… Böylece Cevdet Kudret romanın tek kadın kahramanını romandan çıkarır…
Başka bir gün bekâr evinde yaşayan bir öğrenci hastalanır. Arkadaşları Süleyman’a haber verirler. Sonuçta delikanlının bel soğukluğuna yakalandığı anlaşılır. Bu olay Süleyman’ın bir süredir üzerinde düşündüğü şehir dışından gelen öğrenciler için yurt yaptırma fikrinin güçlenmesine yol açar. Bu fikrini önce lise müdürüne daha sonra da milli eğitim müdürüne açar. Onlar da doğrudan olmaz demek yerine, “nasıl olsa bulamaz” düşüncesiyle, “bina bulursan olur” diyerek şartlı onay verirler. Süleyman bina temin etmek amacıyla; iskân müdürü, milli emlak müdürü ve belediye başkanı gibi yetkililer ile görüşür. Ama tüm çabalarına rağmen bürokratların ilgisizliği, tembelliği, nemelazımcılığı, korkaklığı Süleyman’ın fakir öğrenciler için yurt yaptırma hayalini gerçekleştirmesini engeller…
Halkevleri’nin “edebiyat ve sanat ” kolunda da görev alan Süleyman’a Halkevi Başkanı “sosyal yardım” kolunda da görev almasını önerir. Bunu kabul eden Süleyman önce kol üyeleri ile yardım dağıtılacakları tespit etmek için fakir mahallelerini dolaşır. 1940’ların başındaki Kayseri’deki yoksulluğun boyutu Süleyman’ı çok etkiler… Yoksul insanların yaşamlarının anlatıldığı bölümleri okurken sanki Knut Hamsun’un “Açlık” romanını okur gibi yoksulluğu iliklerinize kadar hissediyorsunuz.
Halkevi’nin yardım kolu üyeleri yardım yapılacak fakirler tespit ettikten sonra yardım toplamak için Kayseri’nin zenginlerini ziyaret ederler. Bu zenginlerin servetlerinin kaynağı ve parayı kutsayan tavırları ile acımasızlıkları her okuru rahatsız edecek boyuttadır.
Roman, Süleyman’ın geçirdiği soruşturma sonrası Kayseri’den ayrılması ile sona erer…
Romanda 1930’ların 1940’ların Kayseri’si çok gerçekçi bir şekilde anlatılmış…
Mesela bugün de süregelen bağa göçme geleneği şu mükemmel cümlelerle ifade edilmiş: “Mayıs ayında yazlıklara göç başladı. Çoluk çocuğunu bağa yerleştiren erkekler şehirdeki işlerine sabah akşam eşeklerle gidip geliyorlar. Sabahın erken saatlerinde, akşamları da güneş batmasına yakın şehrin dışında başka başka semtlere giden yollar üstünde göğe doğru bir toz bulutu yükselir. Şehre uzaktan bakan bir kimse hemen anlar: Bunlar Tavlusun, Talas, Zincidere, Tablakaya’da oturanlar. Şunlar Gediriz, Karadere, Gülle, Hisarcık; şunlar da Sakarbeli, İncecik, Mahrumlar, Eğribucak yolcuları. Hepsinin altında birer eşek. Fakat uzaktan ne kendilerini, ne de hayvanlarını görme olanağı yok……… Kayseri’de bir kimsenin bağı bulunup eşeği bulunmaması olacak iş değil.” Evet, Kayseri’nin yerlilerinin önemli bölümünün bugün de bağ evi var. Ama bağ evleri biraz şekil değiştirdi. Eski bağ evlerinin bir kısmı olduğu gibi kalsa da çoğunun yerine 2-3 katlı villalar yapıldı. Toz çıkan yollar 30-40 yıldır yoklar. Tabii eşeklerin yerini de binek arabalar aldı.
O tarihlerde Kayseri’deki 56 mahallenin azımsanmayacak bir bölümünün ismi romanda geçiyor: Bozatlıpaşa, Çakalız, Çandır, Çorakçılar, Çukurdam, Dabakönü, Güllük, Hasinli, İçerişar, Kağnıpazarı, Kaleönü, Kiçikapı, Sebzeciler, Setenönü, Uzunyol… Ve şehre yakın kasabalar: Hacılar, Gesi, Hisarcık, Talas, Tavlusun …
Bir ticaret merkezi olan Kayseri bir anlamda çarşılar demektir; Kapalıçarşı, Kazancılar, Vezirhanı, Urgancılar Çarşısı, Kağnıpazarı.. Yalnızca Kapalıçarşı’da altı yüz dükkân olduğuna vurgu yapılıyor… 1940’lardan bu yana mahalle, cadde ve okul isimlerinde bazı değişiklikler olmasına karşılık çarşı isimlerinin değişmemesi Kayseri’nin bir “Ticaret Kenti” olmasının bir sonucu olsa gerek.
Havada Bulut Yok’da yalnızca yerleşim yerleri ve çarşılar tanıtılmamış, geleneklere ve Kayseri’ye mahsus kavramlara da yer verilmiş. Romanda geçen sızgıt, iskembi, zerzemi gibi kavramları Kayseri’nin gençleri bilir mi? Sanmıyorum. Çorakçılar mahallesine ismini veren “çorak”ın “güherçile” olduğunu ben bu romandan öğrendim.
Tüm bu özellikleriyle Havada Bulut Yok’u Kayseri Romanı diye tanımlamak yanlış olmaz diye düşünüyorum…
Havada Bulut Yok’u bazı eleştirmenler “Otobiyografik Roman” diye tanımlamışlar. Ama ben buna katılmıyorum. Zira Cevdet Kudret Kayseri Lisesi’ndeki öğretmenliği 1934 ile 1939 arasında yani yalnızca beş yıl… Ama romanın son cümlesinde öğretmenliğe Kayseri Lisesi’nde başlayan Süleyman’ın 15 yıl hizmeti olduğundan bahsediliyor. Cevdet Kudret’in Kayseri’de başından geçen en önemli olay İhsan Nisari Hanım ile evlenmesidir. İhsan Nisari Cevdet Kudret’in Kayseri Lisesi’nde öğrencisidir. İhsan Nisari Kayseri Lisesi’ndeki son sınavından çıkarken öğretmeni vedalaşmak için elini uzattığı Cevdet Kudret; “İhsan benimle çalışır mısın?” diye sorar. Bunun bir evlenme teklifi olduğunu anlayan İhsan Kudret “Annem bilir” der. Bir süre sonra Cevdet Kudret ile İhsan Nisari evlenirler.[2] Ama romanda bu olaydan hiç bahsedilmez. Süleyman bekâr bir öğretmen olarak tek başına İstanbul’a döner… Dolayısıyla Havada Bulut Yok’u “Otobiyografik Roman” yerine “Cevdet Kudret’in öz yaşamından izler taşıyan bir roman” diye tanımlamak daha doğru.
[1] Prof.Dr. Şükrü Karatepe –Kayseri Cumhuriyet Meydaninin Mekânsal gelişimi. Düşünen Şehir Dergisi 2021- Sayfa 141
[2] İhsan Kudret- İhsan Benimle Çalışır mısın?- İnkılap Yayınları-1998