XIX. asrın başlarından itibaren yüz yılı aşkın bir süre Çarlık Rusya’nın zulmü altında inim inleyen Kuzey Azerbaycan’da 1917’deki Ekim devrimin ardından 28 Mayıs 1918’de Mehmet Emin Resulzâde’nin başkanlığında bağımsız Azerbaycan devleti kurulur.
1920 yılının Ocak ayında Avrupalı devletlerin Azerbaycan’ı bağımsız bir devlet olarak tanımaya başlamasından kısa bir süre sonra Ömer Seyfettin, 29 Ocak 1920‘de Haftalık Türk Düşüncesi adlı dergide “Azerbaycan’ın İstiklâli Münasebetiyle” [1] başlıklı bir yazı kalem alır.
“Azerbaycan’daki kardeşlerimizin istiklâli Avrupa’da tasdik edildi. Bu bizim için çok büyük bir saadettir. Çünkü Türkler son asırlarda benliklerinden uzak yaşıyorlardı. Münevverlerimiz kendilerine “şehrîlik” diye bir milliyet uydurmuşlar, Türklüklerini inkâra kalkışmışlardı.” Der ve devam eder.
Azerbaycanlı kardeşlerimizin çok kısa zamanda çok büyük işler başardığını dile getirir. Onların bu gayretlerini takdirle karşılayan Ömer Seyfettin, Azeri kardeşlerimizle bizim şivemiz ayrıdır. Fakat onlarla konuşup pek güzel anlaşırız. Zaten “Müstakbeldeki edebî Türk lisanı için İstanbul şivesi esas addedilmiştir. Bütün Turan, edebiyat lisanını İstanbul şivesine yaklaştırmakla uğraşıyor.” Dedikten sonra önemi bir tespitte bulunarak bu anlayışın “…büyük milliyetperver İsmail Gaspirinski Bey’in Tercümanıyla başlar,” der. Çünkü İsmail Gaspıralı Türk dünyasını “Dilde, fikirde işte birlik” ilkesiyle bir araya getirmeyi hedeflemişti. Bu ana kural dün, Türk milliyetçileri için vazgeçilmeyecek olan büyük bir idealdi, bugün ve yarın da aynı ideal Türk milliyetçileri için asla terk edilemeyecek bir prensip olarak yaşayacaktır. Bakın bunu Ziya Gökalp “Lisan” adlı şiirinde şöyle ifade etmiş:
Güzel dil Türkçe bize,
Başka dil gece bize.
İstanbul konuşması
En sâf, en ince bize.
…
Tûran’ın bir ili var
Ve yalnız bir dili var.
Başka dil var diyenin,
Başka bir emeli var.
Türklüğün vicdânı bir,
Dîni bir, vatanı bir;
Fakat hepsi ayrılır
Olmazsa lisânı bir.
İşte bu güzel Türkçeyi o günlerde doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Türk coğrafyasında yaşatmak için yola çıkanlardan biri de Azerbaycanlı şair Ahmet Cevat’tır. Ömer Seyfettin bu yazısında onun Koşmalar adlı şiir kitabından bahsederken şairin dilindeki saflık ve sadelikten yola çıkarak “Sanki bu eser İstanbul’da yazılmış” der. Ömer Seyfettin’in, o gün adını zikrettiği bu şair, gün gelecek çokça sevilen ve söylenen “Çırpınırdın Karadeniz /Bakıp Türk’ün bayrağına / Ah ölmeden bir görseydim / Düşebilsem toprağına” mısralarıyla bütün Türk dünyasında tanınacaktır.
Ömer Seyfettin’in yazısından küçük alıntılar yaparak yazımıza devam edelim:
“Azerbaycanlı kardeşlerimiz de bizim gibi Acem aruzunu kullanıyorlardı. Bizdeki millî edebiyat hareketi onlara kadar aksetti. M. Emin Bey’in, Yusuf Ziya’nın, Ziya Gökalp’ın manzumelerini okudular. İstanbul’daki Millî Edebiyat cereyanını takibe başladılar. (…)
Azerbaycanlılar küçük istiklâl senesi içinde bizim asırlardan beri yapamadığımız şeyleri yapmışlardır. Memleketin her tarafını mekteplerle doldurdular. Türkçe lisanı resmî lisan ittihaz ettiler. Tiyatro mektebi açtılar. Sonra… ilk Azerbaycan tarihini yazacak muharrire de büyük mükâfat tahsis ettiler. Genç siyasilerden biri daha geçen gün dedi ki:
-Dünyanın en tabiî devleti, millî olan bir devlettir.
(…)
Türk sanatkârları için artık bugün İstanbul gibi hatta İstanbul’dan daha serbest bir vatan açılıyor. Yeter ki coğrafî hududun haricindeki kardeşlerimizi yabancı zannetmeyelim… Osmanlı Devleti’nin hududu içindeki Türkler de Türk’tür; Azerbaycan, Şimalî Kafkasya, Türkistan, Hive, Buhara, Semerkant, Fergana ülkelerindeki Türkler de Türk’tür. Aralarındaki şive farkından başka hiçbir yabancılık yoktur. Umumî, millî edebiyatın bu farkı da bir iki asır geçmeden kaldıracağından şüphemiz olmasın! Azerbaycan bizim müstakbeldeki millî edebiyatımızı bütün Turan sahasına, yani Türklerle meskûn ülkelere neşretmekte samimî bir âmil olacaktır. Onun için Azerbaycan‘ın istiklâli hemen bütün Turan’ın istiklâli demektir.”
İşte Ömer Seyfettin’in ve Türk milliyetçilerinin bu düşüncesi, sözde “halkların kardeşliğini” savunan Sovyet Rusya’yı o kadar çok korkutmuş olmalı ki Çarlık Rusya’dan devraldıkları sömürü ve baskı rejimini 1920’nin 27 Nisan’ında Azerbaycan’da yeniden hayata geçirerek bağımsız Azerbaycan Halk Cumhuriyetine son verirler.
Neyse ki Ömer Seyfettin, Azerbaycanlı kardeşlerinin başına gelen bu felakete şahit olmadan, 6 Mart 1920’de bu dünya sahnesinden çekilmişti.
Peki, 27 Nisan 1920’den sonra neler olmuştu Azerbaycan’da? Bu sorunun cevabı tarihin kronolojisine bakılarak elbette verilebilir. Ancak söz uzar, yer daralır. Bu yüzden ben sizi bağımsız Azerbaycan devletinin ilk kurucusu M. Emin Resulzâde’nin hatıralarına göz atmaya davet ediyorum.[2]
Azerbaycan Kızılordu kıtaları tarafından istila edildikten sonra demokratik millî müesseseler ortadan kaldırılır; liderler takip edilir, kızıl istila terörü her tarafı kasıp kavurmaya başlar.
Resulzâde, bütün bu olup bitenleri bir müddet takip ettikten sonra mücadele arkadaşı Abbas Kulu Bey’le beraber Bakü’yü terk eder. Kafkasya sıra dağları eteğinde Lahiç denilen bir yerde gizlenirler. Fakat bulundukları yer, bir süre sonra keşfedilince yakalanıp Bakü’ye geri getirilirler ve Asobi Atdel Hapishanesine atılırlar. Bu durum onlar için alışmış, sıradan bir vaka gibiydi. Çünkü her ikisinin de hapishanelerle tanışıklığı Çarlık devrinde başlamıştı… Hapishanedeyken onu ziyarete gelen çok önemli bir misafiri vardır: Rus Sovyet komiseri Stalin. Stalin’le Resulzâde’nin dostluğu Çarlık Rusya’nın yıkılışında başlamıştı. Birlikte aynı gaye uğruna mücadele etmişlerdi. Fakat Resulzâde onu Stalin olarak değil, Kafkasya İhtilalcisi Koba olarak tanıyordu.[3] Çarlığı devirmek için birlikte mücadele etmişlerdi. Şimdi ise karşı karşıya gelmişlerdi. Ancak Stalin, bir zamanlar Çar istibdadına karşı birlikte hareket ettiği Müsavat partisinin reisi olan Resulzâde’yi bu hapishanede bırakmak niyetinde değildir. Ona göre, Resulzâde bu inkılap için gerekli bir şahsiyettir. Ne öldürülür ne de ömür boyunca hapishanelerde çürütülür. Hür kalmalıdır. İşte bu düşünceyle Resulzâde’yi kendisiyle Moskova’ya gitmeye ikna eder.
Bundan sonrası Resulzâde için bağımsız Azerbaycan davasının yeniden başlaması demektir. Moskova’da kaldığı iki yıl boyunca bir yandan mahkûm bir yandan da kültürel sahalarda araştırmacı olarak gizli gizli çalışmalarını sürdürür. Sonra kendisine iyi bir fırsat çıkararak güya Azerbaycan tarihini tetkik etmek bahanesiyle “akademik” bir kaçış planı yapar ve Moskova’dan Leningrad’daki İlimler Akademisi Kütüphanesi’nde çalışmak üzere Leningrad’a gider. Asıl amacı Fin körfezi üzerinden Finlandiya’ya firar etmektir. Lengingrad’daki Tatarların bu hususta tecrübeleri vardı. Bundan önce Prof. Sadri Maksudî Arsal’ı Sovyet cehenneminden kurtarıp Helsinki’ye geçirmişlerdi. Şimdi sıra Resulzâde’dir. Maceralı bir yolculuktan sonra Helsinki’ye ulaşan M. Emin Resulzâde bir ay kadar burada kaldıktan sonra Almanya’ya, oradan da Paris’e, Paris’ten İstanbul’a gelir. İstanbul o sırada hâlâ müttefik ordularının işgalinde idi. Burada Azerbaycan’ın bağımsızlığı için çalışmalarını sürdüren Resulzâde, Yeni Kafkasya adlı bir dergi çıkarır. Bu derginin 23 Ocak 1923 tarihli 5 numaralı sayısında Sovyet cehenneminden kurtuluşuna bir şekilde vesile olan Stalin’e “Muhterem Stalin”[4]hitabıyla başlayan bir mektup yazar. Şimdi mektuptan bazı alıntılar yapalım:
“Muhterem Stalin,
Kurtuluşum dostlarım arasında hoş bir hayret tesiri yapmıştır. Onlar tabiî haklıdırlar. Ameleden birçoğunu Müsavatçı oldukları için kurşuna dizmediler mi? Şu şartlar dâhilinde, adı geçen partinin reisi olmak hasebiyle benim kurtuluşum bir nevi mucize imiş. (…) bu mucizenin sebeb-i kerameti sizsiniz, çünkü ehibbalığı (dostluğu) unutmayarak beni Bakû zindanından çıkarmaya lüzum gördünüz.
Moskova’da bulunduğum iki yıl esnasında ehibbalığınızdan faydalandım. (…) bunun için size teşekkür ederim. (…) Hali hazırda Rusya’da meydana gelen hadiseler bundan yüzyıl evvel cereyan eden hadiselerden başka değildir. Yüz yıl evvelde olduğu gibi, şimdi de Rusya müstemlekeleri bir araya toplanılmaktadır.
Kaderinin sevkiyle iktidar mevkiine gelen Komünist Fırkası ideolojik bütün cephelerden çekile çekile eski Rus imparatorluğunun ihyası fikrine dayandı. “
Mektup bu tarzda devam ederken Stalin’e ve Komünizme de eleştiriler devam eder. Bence sistem değişmiş olsa da 2019’un dünyasında da Ruslar bu düşünceden ya da hedeften bir milim sapmış değildir. Neyse mektuba dönelim ve Resulzâde’nin o günün şartlarında Türk illerinin kurtuluşu için yaptığı tespite bakalım:
“Moskova’da bulunduğum iki sene esnasında ben Şark milletlerinin ve bilhassa Türk illerinin necatları(kurtuluşları) yalnız kendilerinde, kendilerini bir millet olarak tanımalarında mündemiç (bağlı olduğuna) kanî oldum. (…)
Buna göredir ki vatanım Azerbaycan’ın sizin işgal ve esaretinize karşı mücadeleye kahraman Türkiye’nin antlaşmalara karşı mücadele yaptığı mücadele kadar mukaddes bir hakkı vardır.”
Mektubun sonuna geldiğimizde Resulzâde, Stalin’e çok kibar bir dille tamda şöyle diyor: “…size iyi bir hizmet göstermek fırsatını can u dilden temenni ettiğimi arz ederim.”
Oysa Stalin hiç de Resulzâde’nin temenni ettiği iyi hizmeti gerçekleştirmediği gibi XX. Yüzyılın bir Kızıl Çar’ı gibi yaşamayı sürdürmüş, gaddarlığıyla ün salmıştır.
Evet, Azerbaycan’ın bağımsızlığı uğrunda Emin Resulzâde’nin hayat hikâyesindeki çileli yol 1955’e kadar sürer. Bu esnada o birçok önemli esere imza atarken mücadelesi özgürlük bayrakları gibi nesilden nesile aktarılır.
15.05. 1931 tarihinde Varşova’da yazmış olduğu “Mayıs Günleri”[5] adlı yazısını şu sözlerle bitirir:
“Evet, vatandaşlar, 28 Mayıs’ı yaşatırken biz alel’umum (genel olarak) Mayıs günlerini yaşatmış olduğumuzu unutmayalım; bilelim ki sade tabiatın değil, tarihin de hayatbahş (hayat veren) bir mevsimi olan Mayıs bizim için küldür!
Yaşasın 28 Mayıs, yaşasın Mayıs günleri!”
Evet, “Bir kere yükselen bayrak bir daha inmez!” diyen Resulzâde’nin bayrağı 1991’den beri artık hür bir şekilde bütün Azerbaycan’da dalgalanmaktadır. Yazımızı burada noktalarken 6 Mart 1920’de ölen Ömer Seyfettin’i ve yine bir başka 6 Mart’ta, 6 Mart 1955’te ölen Mehmet Emin Resulzâde’yi rahmetle yâd ediyor; Azerbaycan’ın Turan’a açılan önemli bir kapımız olduğunu bir kez daha Türk milletinin her ferdine yeniden hatırlatıyoruz.
Dipnotlar
[1] Haz. Nazım Hikmet POLAT, Ömer Seyfettin Bütün Nesirleri, TDK Yayınlar, Ank.2016, s, 821
[2] Sebahattin ŞİMŞİR, M. Emin Resulzâde, Hatıralar ve Kafkasya, Doğukütüphanesi Yay. İst. 2011
[3] Sebahattin ŞİMŞİR, a.g.e. s.25 Koba bir Gürcü romanından alınmış Çarlığa karşı mücadele eden bir çete kahramanının adıdır. Stalin’in gerçek adı Josef Vissarinoviç Çugaşvili’dir. Kafkasya’da iken Koba adını kullanan Josef, sonradan Rusya dâhilinde Stalin adını kullanmıştır.
[4] Sebahattin ŞİMŞİR, a.g.e. s.100
[5]Sebahattin ŞİMŞİR, a.g.e. s.194