Kitapçılarda “İngiliz Edebiyatı”, “Fransız Edebiyatı”, “İtalyan Edebiyatı” başlıklı bölümler açılmasına alışmıştık. Son yıllarda kitapçılar, “Latin Amerika Edebiyatı”, “Arap Edebiyatı”, “İran Edebiyatı”, “Yunan Edebiyatı” bölümleri oluşturulmaya başladılar. Hatta bir arkadaşım İstanbul’da bir kitapçıda “Ermeni Edebiyatı” için stant açıldığından bahsetmişti… Buna karşılık bu kitapçıların hiçbirinde “Türk Dünyası Edebiyatı” için ayrı bölümler oluşturulmamıştır…
Gabriel Marcia Marquez, İsabel Allende, Julio Cortázar, Jorge Luis Borges gibi Latin Amerikalı, Haruki Murakami, Kobo Abe, Kazuo Ishiguro gibi Japon romancıları çok iyi tanıyan Türk roman okuyucusunun tamamına yakını Türk Dünyası romancılarından Cengiz Aytmatov ve Cengiz Dağcı’nın dışında okuduğu hatta adını duyduğu bir isim söyleyemez.
Ünlü Azerbaycanlı Yazar Anar Rızayev “Ben ilk defa Türkiye’ye geldiğimde çok şaşırmıştım; onuncu dereceden bir Rus yazarının eserleri bile Türkçeye çevrilmişti ama Azerbaycan edebiyatının şaheserleri tercüme edilmemişti.” diyerek bu gerçeğin başka bir yönünü, haklı olarak biraz da sitemle ifade etmişti.
Türk roman okuru, mesela bir İsabel Allende’nin romanlarını, roman kahramanlarının ismi, yaşam tarzı, insan ilişkileri, olaya bakışları bizden farklı olmayan, Anar Rızayev’in, Muhtar Avezov’un, Abdullah Kadiri’nin, Mevlut Süleymanlı’nın yazdığı romanlara neden tercih eder anlamak mümkün değil… Yanlış anlaşılmasın; bize çok yabancı kültürlerin anlatıldığı romanlar okunmasın demiyorum. Saydığım Latin Amerikalı ve Japon yazarların çoğunu ben de zevkle okudum, okuyorum. Benim tepkim, kardeş kalemlerin yok sayılmasına, görmezden gelinmesine…
Aslında bu konuda en son suçlanacak olan şüphesiz roman okuru… Yayınevleri Türk Dünyasının önemli yazarlarına ilgi göstermezse, eleştirmenler sanki Türk Dünyası edebiyatı yokmuş gibi davranırsa, edebiyat dergilerinde bu konuda kalem oynatılmazsa, edebiyat derslerinde Türk Dünyası edebiyatı üzerinde durulmazsa, Kültür Bakanlığı Türk Dünyasından çeviri yapan yayınevlerini ve çevirmenleri teşvik edici politikalar uygulamazsa ve şahsen benim çok şey beklediğim Türk Konseyi üzerine düşeni yapmazsa, roman okurunu yalnızca “neden araştırmadın, neden merak etmedin.” diye suçlayabiliriz… O da; sormanın ve sorgulamanın adetten olmadığı bir ülkede haksızlık olur…
Herkesin bu konuda bir sorumluluğu olduğunu düşündüğümden, 111 romancıyı tanıttığım “Meyve Tadında Romanlar” isimli kitabımda Türk Dünyasından 12 roman yazarına ve onların romanlarına yer vererek bir ilke imza attım.
Ve her fırsatta Türk Dünyası yazarlarını şairlerini tanıtan yazılar yazdım. Yazmaya devam ediyorum… Bu yazımda da Kazak yazar Qanağat Abilqayır’ın kaleme aldığı “Dilenci’nin Milyarder Dostu” isimli kitaptan bahsedeceğim. Kitap, bir sunuş yazısından sonra 112 sayfa süren ve kitaba adını veren “Dilenci’nin Milyarder Dostu” isimli “Hikayat”tan ve beş müstakil hikayeden oluşuyor. Hikayat dediğimiz; bizim uzun hikâye… Ama roman da dense yanlış olmazdı… Kitabı Anatolia Kültür Yayınevi yayınlamış. Anatolia Kültür’ün yayın listesini incelediğimizde yayınevinin; Eyvaz Zeynelov, Galip Şefahet, Aslan Kuliyev, Arif Erşad gibi Türk Dünyasından başka yazarların kitaplarını da yayımladığını görüyoruz.
Kitap kapağı, kitabın konusuna uygun. Çeviri kitaplarda iç kapaklarda görmeye alıştığımız, “Kitabın orijinal adı”nı iç kapakta göremiyoruz. Ama çevirmen tarafından kaleme alınan sunuş yazısından, kitabın orijinal adının “Qayırşının Miliarder Dosı” olduğunu anlıyoruz. Kitap ismindeki “Dilenci’nin” kelimesinde neden ayraç kullanılmış? Anladığımı söyleyemem. İsmin bu şekilde yazılması sanal ağda kitapla ilgili yazı ve yorumların aranmasını da güçleştiriyor. Yazarın adının Kanaat Abilkayır yerine Qanağat Abilqayır olarak yazılmasını yanlış bulanlar da olabilir, ama ben özel isimlerin aslına uygun yazılmasından yanayım. Nasıl Fransız, İngiliz veya Rus yazarların isimlerini kendi dillerinde yazıldığı gibi yazıyorsak; diğer ülkelerin yazarlarının ismi de aslına uygun yazılmalı. Bu hem isme saygının gereği, hem de yazar hakkında başka dillerde yazılmış yazıları inceleyebilmek için bir gereklilik… Türk Dünyasından Türkiye Türkçesine aktarılan romanların büyük bölümünde çevirmenin ya şivelerden birisine yeterince hâkim olmamasından ya da roman dilinin acemisi olmasından kaynaklanan çeviri hataları görürdüm. Kitabın orijinalini görmediğim ve Kazakça bilmediğim için çeviri mükemmel demem mümkün değilse de; “Dilenci’nin Milyarder Dostu”nda okumayı zorlaştıran, anlam kaymasına neden olan hiçbir cümlesine rastlamadım. Hiçbir cümlesinde “Acaba bir çeviri hatası mı var?” şüphesine kapılmadım. Dolayısıyla çok rahat bir şekilde Aşur Özdemir’in çevirisi mükemmel diyebiliriz. Dizgi hatası da yok denecek kadar az. Yalnız çeviri sırasında tren, tiren; plan, pilan; spor, sipor; klozet, kilozet şeklinde yazılmış. Yani okunduğu gibi bir yazım tarzı tercih edilmiş. Ben de Aşur Özdemir gibi TDK’nun yabancı dilden geçen bu kelimeleri neden okunduğu gibi değil de, asıl dillerindeki yazım kurallarına benzer bir şekilde sesli harfleri kaldırarak yazılmasını önerdiğini bir türlü anlayamam. Ancak TDK’nun belirlediği bazı kelime yazılımlarını doğru bulmasam da uyarım. Aksi durum dilde curcuna, hatta anarşi yaratır ki bu dilimize haksızlık olur. Çevirmenin/yayınevinin sonraki baskılarda bu hatalı tercihten vazgeçileceğini umuyorum.
Kitapta Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bağımsızlığına kavuşan birçok ülkede artan ve yaygınlaşan rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, yoksulluk, savurganlık, nepotizm, ahlaki yozlaşma gibi toplumsal ve siyasi hastalıklar çok çarpıcı ve başarılı biçimde işlenmiş. Sovyet sonrası toplumdaki ahlaki yozlaşma, bencillik, çıkarcılık bazen komik, bazen ironik, bazen alaycı, bazen de düşündürücü bir üslupla anlatılıyor.
Siyasetçiler ve vurguncu işadamları arasındaki çarpık, çıkara dayalı ilişkiler, yoksulluk içinde yaşayan halk kitleleri, oluşan yeni ve vurguncu sınıfın akıl almaz israfları, israfın, vurgunun “itibar” olarak görülmesi; bazen çok acımasız gerçekçi bir üslupla, bazen masal ögeleri arasına sığınılarak, bazen geleceğe, hatta Mars’a gidilerek anlatılmış. En acısı da ne biliyor musunuz; emperyalist ülkelerin teşviki ile ayakta duran bu ahlaksız düzeni yıkmak için iyi niyetle yola çıkanların son aşamada yabancılarla işbirliği yapmaları, yapmak zorunda kalmaları.
Konunun nerede geçtiği net olarak belirtilmemiş. Yönetim anlayışları, yakın tarihleri, mantar gibi çıkan vurguncu zenginleri ile birbirine çok benzeyen Orta Asya Cumhuriyetlerinden hangisinin ismini verseniz, kimse “hayır orası değildir” diyemez. Hatta kitabı okurken zaman zaman “Sanki Türkiye” diye düşüneceğinizden, “Türk Devletlerinin kaderi bu mu?” diyeceğinizden emin olun.
Kazakça da yabancı teknolojik bazı kelimeler yerine kullanılan ve çevirmenin olduğu gibi Türkçeye aktardığı bazı kelimeler benim çok hoşuma gitti. Mesela; helikopter yerine dik uçak, pilot yerine uçman, astronot yerine gökmen, rafineri yerine arıtımevi, dürbün yerine ırakgörür… Bir Kazak aydınlarının astronot yerine ürettiği “Gökmen” kelimesinin güzelliğine bakın, bir de Türkiye Uzay Ajansı Başkanının bulduğu isme bakın: Fezagir. Aradaki farkın tek nedeni; dil şuuru…
Kitap tanıtım yazılarımın çoğunda olduğu gibi, kitapta altını çizdiğim satırlardan birkaçını bilginize sunarak yazımı noktalamak isterim:
“Gelen giden kişiler görsün, bizim zenginlerimizin nasıl yaşadığını ve hiç kimseden geri olmadığını”
“Bu nekes it, bokunu dökmeye kıyamıyor. O gördüğün dev fıçıda dışkısını biriktiriyor. Artık dolmak üzeredir. Kokusu da senin demin tanık olduğun üzere bütün dünyayı yayıldı. Fıçı dolacak veya bir şekilde devrilecek olursa hepimiz ağılanıp öleceğiz”
“Dini kırka bölenleri tahrik etsem yetmez mi? Bunu yapacak imkâna sahibiz.”
“Mevcut iktidar kukladır. Ülkedeki Ulu Aka gibi birkaç doyumsuzun elinde canlı kukla.”
“Tanrı gerçek bir usta! Eskiden yaylada gecenin bir vaktine değin yemyeşil çayıra yatarak gökyüzünü seyrederdi”
“Güçlünün kıçı değirmen döndürür sözünü biliyorsundur. Güç kimdeyse her zaman onun borusu öter.”
“Yerin altını ve üstünü bütünüyle istila etmiş bulunan insanoğlu, geçici amaç ve çıkarları için birbirini acımasızca katleden insanoğlu, gebe kadının, melek gibi çocuğun, güçsüz ihtiyarın gözyaşından irkilmeyen insanoğlu, kendi bindiği dalı kestiğini bile bile hınk bile demeyen insanoğlu sürünen yılana merhamet edecek sözüne kim inanır?”
“Bu şehirde kılı kırk yaran adiller de kılıcından kan damlayan zalimler de sanat ve ilme düşkün âlimler de idarecilik yaptı. Burası şiddetli savaşları da kurt ve kuzunun birlikte barış içinde yaşadığı barış dönemlerini de yaşadı.”
“Siz bu halkın değerini bilmediniz, onu adam yerine koymadınız, kendi kanınızı inkâr ettiniz. Bu ülkedeki insanların nafakasını ağızlarından çalarak yurt dışına taşıdınız. Haddi aşana bir dur diyen çıkar.”
“Malum, hepsi iktidara gelinceye dek “adil” olduğunu söyler, tahta çıktıktan sonra ise boğazı doymayan bir çuvala dönüşür.”
“Bağımsızlıktan sonra geçen çeyrek yüzyılda bu kadar serveti taban gücü ve alın teriyle kazandığınıza beşikteki bebek bile inanmaz.”
“Sadece dilleri değil bayrakları da aşağılansa da ses etmeyen, birbirine destek vermeyen bir halkı nasıl uyandırırsın?”