-Kore Gazisi İbrahim Ethem Güney’in
ferah ve güzel hatırasına-
Yelkentepe’nin tam karşı yamacına tutunmuş mütevazi bir evde bir çocuk doğar. Kasabanın düşman geleli ne kadar azaldığı bilinmeyen nüfusuna bir kişi eklenmiş olur böylece. Asırlar önce aşkı uğruna tahtını-tacını terk etmiş olan bir kahramanın adaşıdır. O da “İbrahim” olsun istemiştir babası, o da “ Edhem” olsun…
Ne İbrahim olmak kolay, ne de Edhem olmak: Ateşten kurtulacaksın , şandan-şöhretten sıyrılacaksın… Ezâ döndürmeyecek seni yolundan, ceza caydıramayacak. Hem İbrahim olacaksın, hem Edhem: Ateş nedir? Hiç! Nemrut kimdir? Hiç! Taht ve taç nedir? Hiç!…
***
İbrahim Edhem, kundakta bir bebek; “Sarıkardeşler”in en küçüğü…
Düşman kasabayı ateşe verir ve halk can korkusuyla, namus kaygısıyla köylere sığınmak üzere yollara serpilir. Evler cayır cayır yanmaktadır. Düşman, kaçarken daha çok düşmandır; yakar yıkar, asar keser. Onun gözünde ne kurt masumdur ne kuzu, ne kuş!…
Aile telaş içinde evini barkını terk edip kaçarken küçük İbrahim, sabi İbrahim salıncağında kalıverir. Neden sonra annesinin yüreğine ateş düşer, dönüp dalar evin içine ve İbrihim’i kapıp çıkar. Annedir, nasıl razı olur onun dumandan boğulmasına, ateşlerde kavrulmasına?
Bu, İbrahim Ethem’in ilk gaziliğidir. Yanıp kül olacakken dağda bayırda koşup oynamak, büyümek, koşuşturmak.. Kader… Talih yâr olursa, dağ çağırır insanı doruklarına; rüzgârlarıyla serinletmek, yağmurlarıyla ferahlatmak için…
***
Yıllar sonrasının Kore gazisi İbrahim Çavuş, daha sabiyken başlamıştır “olmak ya da olmamak” mücadelesine. Sonra arkası gelir: Kurşunlardan kurtul, alevler arasından sıyrıl; bizimle hiçbir bağlantısı olmayan “uzaklardaki düşman”la vuruşmaya hazırlanırken kalbin huysuzlansın da morgda sabahla, gün doğusunun en uzak ülkesinde, Kore’de döğüş… Hayat hep bir hikâye yaratmak üzere akıyor etrafımızda.
Evet, hayat hep bir hikâye yaratmak için akıyor: İbrahim Ethem büyüdü, okudu, askerliği seçti. Kore’ye gitme hazırlıkları sürerken ağır bir kalp krizi geçirdi. Doktorlar didindiler, sonuç yok. Morga kaldırıldı.
Askerin vefası başkadır. Onu yakından tanıyan bir yüzbaşı “ben bu çocuğu çok severdim. Yüzünü göreyim hiç olmazsa” dedi, izin verdiler, morga indi. İbrahim Çavuş’un yüzünü görüp vedalaşacaktı. Anlaşıldı ki nefes alıyor, morgun soğuk dolabından yukarıya taşıdılar. Hikâye, o soğuk dolaplarda sona erecekken yeniden başladı: İyileş ve yola çık!…
***
Kore, uzak diyar. Günlerce kara görmeden süren deniz yolculuğu ve savaş: Yeniden ateş, yeniden kurşun; olmak ya da olmamak…
O, Kore’de olup bitenleri anlatırken hep ketum davrandı. Yiğitler az konuşur. Gerçek bir asker ve kahraman olduğu için konuşmaktan, şahsi bir mitoloji yaratmaktan uzak durdu. Çok özel ortamlarda ancak konuşturulabildi. Alçak gönüllülük, uzuvlarından biriydi sanki.
***
Bembeyaz bir sakalın altında efendilik ve huzurla gülümseyen bir yüz, hep gülen gözler, hep gülümseyen bir sima… Gülümsemenin simayla bu kadar kaynaştığı ve bu kadar yaraştığı başka biri var mıdır, bilmiyorum. Ona çok yakışıyordu.
***
Gazi İbrahim Ethem, uçmağa vardı.
Yanıp kül olmasına, kül olup savrulmasına vaktiyle razı olmayan Mihalıççık –ki taa Alpu’dan başlayıp yavaş yavaş yükselen çıplak arazinin Kayı köyünde birden bire baş kaldırmasıyla meydana gelen Sündiken dağlarına sırtını dayamış küçük bir ilçedir- seksen küsur yıl sonra, yağmurun ığıl ığıl döküldüğü bir günde onu bağrına basıp sakladı. Tokmak Harmanı’ndan, Yelkentepe’den, Beylikova’dan, Seki yolundan esen rüzgârlarıyla serinlesin, yağmurlarıyla ferahlasın diye…
***
Gazi İbrahim Ethem’i torunu yaşındaki silah arkadaşları uğurlayabilirdi. Tören adamı değildi, istemedi. Çocukları, akrabaları, hemşehrileri ılık bir yağmurla süslenmiş sade bir törenle uğurladılar onu. Geriye bir güzel adamın güzel ve ferah hatırası kaldı:
Ateş nedir? Hiç! Taht ve taç nedir? Hiç!…
Girne, 11 Haziran 2015