-Selefi İdeoloji ve İslam Dünyasındaki Etkileri Üzerine Bir Analiz-
Mehmet EVKURAN[i]
Özet
Selefilik, günümüzde İslam düşüncesinin en canlı problemlerinden biridir. İslam dünyasının medeniyet arayışı ve küresel dünyada kendi değerleriyle var olma çabalarında, gittikçe gücünü artıran bir bariyer haline gelmiştir. Öze dönüş vurgusuyla Selefilik, İslam geleneğinin bir parçası olan mezhebi kimlikleri sarsıcı bir etki yapmaktadır. Siyasal bir hareket olarak da var olan politik dengeleri dağıtmakta ve Müslüman dünyayı istikrarsızlaştırmaktadır.
Teolojik açıdan selefilik, en çok da Sünni paradigma için temel bir sorunudur. Tarihsel ve teolojik olarak selefi düşünceyi belirli ölçüde içselleştirmiş olan Sünnilik, bir temsil krizi yaşamaktadır. Selefi söylemin suçlamaları karşısında var oluş bunalımı geçiren Sünnilik, selefilik ile gecikmiş yüzleşmesini gerçekleştirmeye zorlanmaktadır. Yaşanan bölgesel politik sorunlar kitlelerin zihninde selefiliği bir seçenek olarak öne çıkarmaktadır. Bununla birlikte bunu yapabildiği ölçüde hayattaki yürüyüşüne devam edecek olan İslam düşüncesi, teolojik olarak kendi mirasının imkânlarından yararlanacak performansı göstermek zorundadır. Küresel dünyanın çok yönlü ve ani hamleleri karşısında derin anlam ve değer sorunları yaşayan İslam düşüncesi, tarihsel ve teolojik dinamizmini, bu yüzleşme sonucu elde edecek gibi görünmektedir. Kendi mirası kadar modern dünyanın değerlerini de dikkate alması gereken İslam dünyası çok yönlü bir aydınlanmaya mecbur kalmış durumdadır.
Mezheplerin ve felsefe hareketinin birikimini reddetmeksizin İslam öğretisi ekseninde bir yeniden yapılanma üzerinde düşünmeksizin kısmi tartışmalarla elde edilecek sonuçların yararlı olamayacağı açıktır. Selefi söylemin eski ve dayanakları tartışıldığında, bu radikal özcü akımın hiç de İslam’ın öğretisini ve tarihini tekelinde bulundurmaya hakkı olmadığı anlaşılmakta, bu durum İslami bir üslup çerçevesinde ortaya konulabilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Selefilik, Sünni Paradigma, Mezhepler, Ehl-i Sünnet.
Salafism as a Crisis Theology and Social Movement
-An Analysis on Salafi Ideology and Its lmpacts on Muslim World-
Abstract
Salafisim is one of the most vivid problems of Islamic thought. it is becoming a stronger barrier far Islamic world ,in their seek of civilisation anda place in the global world. Salafism makes a stress on returning to the essence of Islam. By this emphasis it has a unsettling effect on sect identities, which are part of Islamic tradition. Salafism, alsa as a political movement, unsettles the political balances and has a negative impact on the stability of Muslim world. Salafism is a basic problem from the perspective of Sunni paradigm. Sunni tradition has observed Salafi tradition to a certain extent historically and theologically far this reason, there is a representation crisis. Sunnis experience a crisis because of the accusations of Salafism and Salafism is farcing Sunni tradition to confront with this crisis. Salafism is appearing as an option far the masses because of regional political crisis. As a response of this, Islamic thought must answer this crisis by using its theological heritage. This confrontation will enable a dynamism far Islamic thought. in this situation, Islamic world take into account the modem world’s values as well as its own tradition. The conclusion derived aut of inadequate discussions which exclude sect movements and philosophical roots are unhelpful. There is a need to explain that Salafi discourse has no right to monopolise Islamic thought and Islam history.
Keywords: Salafism, Sunni Tradition, Sects, Ahi al-Sunnah
Sorunun Boyutları
Son dönemlerde selefilik üzerine gözle görülür derecede kabaran bir literatür oluşmuş bulunmaktadır. İslam dünyasında yaşanan politik gelişmelerin başlıca neden olduğu bu durum, İslam’ın hakikatini sahiplenme mücadelesi veren geleneksel anlayış biçimleri arasındaki rekabetin de günümüze taşması sonucunu doğurmuştur. Örneğin; Ehl-i Sünnet’in tanımının ne olduğu, sınırlarının nasıl ve nereden çizileceği, kimler tarafından temsil edildiği, onun bir mezhep sayılıp sayılamayacağı, temel ilkelerinin neler olduğu gibi konular tekrar tartışılmaya başlamıştır. Bu eksende selefilik en çok sözü edilen kavram olmuştur. Selefilik İslam dünyasındaki geleneksel kurumların (medrese, ders halkaları, halka açık vaazlar vs.) yanında modem iletişim kanallarını (TV, İnternet, basın-yayın, yazılı-görsel medya vs.) da kullanmakta ve özellikle Sünni coğrafyada kitleler arasında yayılmakta ya da hiç olmazsa izlediği propaganda yöntemleriyle sempati toplamayı başarmaktadır.
Şii-Sünni ilişkileri kendi tarihsel ve politik rutininde her zaman bir kıvama kavuşmasını bilmiştir. Ancak burada her iki kesimi temsil eden tarafların politik zihniyeti ve bürokratik mirası oldukça etkilidir. Bir devlet algısına sahip olan Fars ve Türk yönetimler uzlaşmaya imkân tanıyan bir siyasal akıl sayesinde bölgedeki ŞiiSünni dengesini koruyabilmişlerdir. Ancak Sünni: dünyada selefiliğin öne çıkması, bu ilişkilerin radikal biçimde bozulmasına yol açmıştır.
Siyasal bilinci ve kullandığı dil sadece ‘tekfir’ ve düşmanlık üzerine kurulu olan, ‘ölene kadar cihad’ ilkesini Müslüman toplumu içinde bir iç savaş ilkesi olarak uygulamaya çalışan bu anlayış aslında politik bile değildir. Zira politik düşünmek uzlaşmayı, ortak çıkarları gözetmeyi ve alttan almayı içerir. Küresel güçlerin tarihten gelen İran-Turan savaşını güncellemeyi başaramamaları buna karşılık Arap sermayesi destekli selefi gruplar üzerinden, bu amaçlarına kısmen ulaştıkları görülmektedir. Uluslararası ilişkiler ve küresel politikalar ekseninde bakıldığında, selefi ideolojiyi benimsemiş eylemci grupların, dönemsel ve bölgesel istikrarsızlıklar yaratarak İslam dünyasını operasyonel kılma planları doğrultusunda işe koşulduğu konusu ise ayrıca tartışılması geren bir konudur.
Selefi düşünce katıksız biçimde Şia karşıtıdır. Bunda selefiyyenin ilham kaynağı olarak aldığı İbn Teymiyye’nin düşüncelerinin etkisi oldukça büyüktür.[1] Bilindiği gibi İbn Teymiyye Harran’lıdır. İslam dünyasının o tarihlerdeki sıkıntılı tablosu onu da doğal olarak etkilemiştir. Bir taraftan Moğol istilası diğer yandan Haçlı saldırıları nedeniyle daha güvenli bir yer olan Mısır’a yerleşir. Bir çöküş dönemi düşünürü olarak İbn Teymiyye’nin selefi düşünce üzerindeki etkisi, harekete teorik ve teolojik bir derinlik kazandırmasında yatmaktadır. Çöküş dönemi düşünürlerine özgü bir düşünsel bunalımı onda daha fazla gözlemlemek mümkündür. Bu tür dönemlerde düşünür mensubu olduğu dünyaya ve onun problemlerine ne kadar duyarlıysa, geliştirdiği dil de bununla orantılı biçimde seçtiği düşünce tarzında bir derece keskinleşmektedir. İbn Teymiyye gerçekten de derin ve duyarlı bir düşünürdür. Ancak dehasını, İslam toplumunun problemlerinin çözümünde reddiyeci ve radikal bir model geliştirmede yoğunlaştırmıştır. İslam, en mükernmel din olduğuna ve Allah bu dine inananlara dünyada ve ahirette zaferler vaad ettiğine göre yaşanan zillet ve trajedinin nedenleri, bu dinin öğretisinden yüz çeviren ve gereklerini yerine getirmeyen Müslümanlarda aranmalıdır. Sapmanın teolojisini ortaya koymaya çalışan düşünürümüz, sorumlu olarak tasavvuf, felsefe ve kelamı gösterir. Ve selef inancına dönerek bunlardan arındırılmış bir din anlayışını temellendirmeye koyulur. Güçlü bir düşünür ve usta bir polemikçi olan ibn Teymiyye, paradoksal biçimde filozoflara taş çıkartacak derecede felsefe ve mantık bilmekte ve bu bilgisini çürütme amaçlı olarak etkili bir üslupla kullanabilmektedir. Onun Aristo mantığına reddiye düşüncesiyle yazdığı metin (Nakzü’l-Mantık), mantık konusunda tekfirci değil de felsefi kritiği tercih eden bir düşünürün eseri niteliğiyle dikkat çekicidir. Günümüz selefileri ise İbn Teymiyye’nin felsefi tartışmalarda sergilediği çabaya değil, vardığı sonuçlara bakmaktadır. Bu kesimlerin koskoca bir düşünce tarihine mal olmuş tartışmaları, bir ayet ya da hadis okuyarak sonlandırma eğilimleri, onların karşılıklı konuşmaya, tartışmaya ve karşısındakini anlamaya ne kadar kapalı olduklarını ortaya koymaktadır. Bu tutum ayrıca hakikate sahip olma duygusunun en kaba bir ifadesidir. Hakikate sahip olabilirsiniz ancak bu inanç, sizi onun adına tartışmalara girmekten ve felsefe yapmaktan alıkoymaz. Burada ayrıca olan şey kültür düşmanlığıdır. Tartışmak, dinlemek, kendini ifade etmek, eleştiriye açık olmak vs. tüm bunlar gerçek anlamda kültürü var eden ve onu canlı tutan değerlerdir. Oysa hakikat yanılsamasının yanına kültür karşıtlığı konulduğunda dünyanın en ürkütücü bileşimi belirmektedir. Dini nasların bu tarz kullanımı, selefilerin düşündüğünün aksine selefe ait olmayan bir şeydir.
Sorunlar karşısında nasları kullanarak çözüm aramak, sonradan sistemleştirilmiş bir uygulamadır. Kur’an ayetlerinin teolojik ve hukuki sorunları çözmede bir referans olarak kullanılması, mezheplerin teşekkülünden sonra sistemleştirilmiştir. Sahabenin Kur’an’a bakışı büyük ihtimalle böyle değildi. ‘Tartışma aracı olarak ayetleri kullanmak’ düşüncesi onlara oldukça yabancıydı. Bir değerler sistemi olarak nasların anlamını ve amacını içselleştirdikleri için, görüşlerinde ve davranışlarında daha çok kamu yararı ve rasyonel nedenlere dayanıyorlardı. Yaptıkları her iş ve söyledikleri her söz için kanıt olarak bir nas talep etmiyorlardı. Bu husus özellikle önemlidir. Nasları literal okuyarak ve aşırı biçimde kullanarak, onların amaçlarıyla ve içerdiği değerlerle uyuşmayan görüş ve davranışlar çıkarsama, metnin ideolojik kullanımının doğallaştığı mezhepler döneminde sistemleştirilmiştir. Selefilik, mezheplerin içine düştüğü hataları tekrar etmeme adına te’vile karşı çıkarken, Kur’an’ın ideolojik yorumlanmasına ve anlamın dönüştürülmesine itiraz etmektedir. Te’vile ve re’ye başvurmadan nasların lafızlarına tutunmanın, akideyi saf bir şekilde korumanın yolu olduğu düşünülür.
Modern selefi düşünceyi anlatan metinlerde de bu klasik tutum büyük oranda korunmaktadır. Suudi Arabistan müftülerinden Abdülaziz bin Baz tarafından takdim yazısı olarak yazılan bir metinde İslam akidesi, Ehl-i Sünnet Akidesi ile özdeşleştirilmekte ve temel özellikleri sıralanmaktadır. Bunlar arasında akidenin kolay ve anlaşılır olması ile ilgili olarak şunlar dile getirilmektedir: “O, kolay ve güneşin gün ortasında açık seçik oluşu misali apaçık bir akidedir. Onda ne bir kapalılık ne bir anlaşmazlık ne de karmaşıklık yoktur. Lafızları apaçık, manaları anlaşılırdır. Onları âlim yahut avamdan birisi, küçük-büyük herkes anlar. Rasülullah onu bembeyaz, tertemiz olarak getirmiştir.”[2] İnancın açık oluşuna dair vurgu, İslam düşünürlerinin İslam dininin insan fıtratına uygun olduğuna dair söylemleri ile benzerlik göstermektedir.
Selefi söylemde yer alan ‘akidenin açık ve kolay olduğu’ vurgusu, naslar üzerinde akıl yürütmeye ve te’vile karşı bir manifesto anlamını taşır. Buna göre, Allah hidayet olarak gönderdiği dini açık, anlaşılır ve kolay kılmıştır. Eğer onda bir zorluk olsaydı, hidayet ve rahmet olarak nitelenmesinin bir anlamı kalmazdı. Buna karşılık te’vil, nasları açıklamayı hedef alması bakımından akidenin açıklığı teziyle çelişmektedir. Zaten açık olan bir şeyi açıklayamazsınız! Olsa olsa açıklama ve te’vil adı altında onu kirletir, karıştırır ve tanınmaz hale getirirsin. Selefi söylemin te’vile ve te’vilin ürünü olarak ortaya çıkıp kurumsallaşan yapılara bakışındaki sertliğin nedeni anlaşılmaktadır. Kendisi spekülasyona dayanan felsefe, aklı nasların anlaşılmasında ve açıklanmasında ölçü sayan kelam, ileri düzeyde te’vile başvuran tasavvuf, selefiyyenin gözünde akideyi karıştıran ve bozan yollardır.
İbn Teymiyye döneminde Sünni-Şii ilişkileri alabildiğine gerilmiştir. Şiilerin Moğollarla anlaşarak Sünnileri ortada bıraktığına dair algı Sünni dünyada büyük bir infial yaratmıştır. Bu infialin bir ifadesi olarak İbn Teymiyye, Şia’yı tekfir derecesinde suçlayan eserler yazmıştır. Selefi düşüncedeki Şii düşmanlığı buradan beslenir. Diğer yandan bir Arap ideolojisi olarak selefiliğin, politik ve teolojik olarak sapkın saydığı Şia’ya nasıl bakacağını tahmin etmek zor değildir. Bunun kökleri, Emeviler döneminde kendini açığa vuran ama ehl-i Hadis ideolojisinde ise her zaman şu ya da bu şekilde yerini bulan’Arapçılık’ düşüncesine dayanmaktadır. Kureyş’in siyasi üstünlüğünü teolojik argümanlara başvurarak güçlendiren Arap aklı, siyaset yoluyla hükmetmeyi kendisi için doğal bir hak olarak görmeye başladı. Buna karşılık siyasetin kapılarının kendilerine kapalı olduğunu gören Arap olmayan Müslümanlar, başka alanlara yöneldi.
Mevalinin kendisini gerçekleştirmek üzere yöneldiği alanların başında ilim ve sanat geliyordu.[3] Bu çerçevede Arap çevrelerin ilmi dışlamadığını ancak ilimden anladıkları şeyin daha farklı bir şey olduğunu belirtmek gerekir. Mevalinin zihninde ilim, akıl yürütmek ve insan yaratıcılığını sergileyen felsefe, sanat, teoloji vs. ye denk düşerken Arap aklı için ilim, nakil ve nakli taşıyacak kadar akıldan ibarettir. İlim kavramına bu bakış bile kültürel paradigmaların farklı çalıştığını ortaya koyar. Tam da bu nedenle Ehl-i Hadis hareketi, derinliklerinde Arap kültüralizminin taşıyıcılığını üstlenirken, Ehl-i Re’y eğiliminde ise felsefe, kelam ve tasavvuf yoluyla mevalinin kültürel değerlerine bir alan açma güdüsü okunabilmektedir. Bu nedenle Ehl-i Hadis nakilciliği yüceltirken ve “din, nakilden ibarettir.” argümanına dayanırken, nakli bozan ve çarpıtan bir yöntem olarak gördükleri te’vile şiddetle karşı çıkar. Politik olarak da Arap hâkimiyetini sindiremeyen toplumların, Araplık üzerinden İslam’a karşı besledikleri kinin bir ifadesi olarak gördükleri ehl-i re’ y ürünlerini (kelam, felsefe, tasavvuf, sanat vs.) sapkınlık sayar. Selefiliğin kelam, felsefe ve tasavvuf düşmanlığının arkasında kadim Arap-mevali çekişmesinin unutulmuş izlerinin yer aldığı düşünülebilir.[4]
Aslında selefi ideoloji Şia hakkında ne düşünüyorsa Sünni mezhepler konusunda da benzer düşüncelere sahiptir. Tasavvuf, felsefe ve kelam ile karışıp bulandırıldığı için Sünni dünyanın teolojik birikimine de sapıklık gözüyle bakarlar. Tasavvufu katıksız bir şirk olarak gören selefiyye, sufi imgelere yer veren tüm kültürlere karşıdırlar. Sünni kelamının önemli bir damarı olan Matüridiliği[5] de Mürcie’nin bir devamı olarak niteleyen modern selefi söylem diğer Sünni kelam ekolü Eş’arilik için de aynı düşünceyi besler.[6] İslam toplumunda ortaya çıkan bir hareket olarak Mürcie’nin iman tanımı, iman-amel ilişkisine yaklaşımı ve günaha bakışı gibi konular, Müslüman kimliğine daha esnek ve geniş bir anlam katma çabalarından uzak değildir. Bu yaklaşım İslam dünyasında Harici hareketin teolojik baskısını dengeleyerek cemaate bir rahatlık ve genişlik sağlamakta, diğer yandan da mevali olarak görülen ve İslam içinde adeta sığınmacı gibi algılanan Arap kökenli olmayan Müslümanlara bir itibar ve değer kazandırmaktaydı. Mürcie’nin imanı amelden soyutlayarak yüceltmesinin sosyo-kültürel ve politik açıdan taşıdığı anlam, toplumsal eşitliğin sağlanması ihtiyacının bir ifadesidir. Zira mevali amel üzerinden değil ancak iman gibi içsel ve soyut bir değer üzerinden arzu ettiği eşitlik ve itibarı elde edebilirdi.[7]
Kısacası selefi ideoloji, Batı’daki anarşist akımlarda görülenin bir benzerini İslam dünyasında sergilemekte ve toplum adı verilen yapıya, tarihe, kültüre, sanata, felsefeye vs. tümüyle karşı bir tutum almaktadır. Selefi inkâr karşısında mezhepleri yeniden düşünmek zorunlu hale gelmiştir. İslam dünyasında yeniden yapılanmacı akımlar, temel olarak geleneği ve mezhebi kimlikleri birer sorun olarak görmüşler ve bunların eleştirisi üzerinden bir açılım sağlamayı hedeflemişlerdir. Ancak selefiyyenin radikal redd-i mirasçı tutumu, mezheplerin olumlu yanlarını arayan, onların kültür, gündelik hayat ve sosyal yapı üzerindeki olumlu etkilerini vurgulayan bir farkındalığın oluşmasına yol açmıştır. Çünkü mezhepler arasındaki rekabet, selefiyyenin tutkuyla körüklediği savaştan daha ölçülü ve centilmence görünmektedir.
Selefi Paradigmayı Anlamak
Selef ve selefi kavramları kolaylıkla değiş tokuş yapılabilmekte ve birbirlerinin yerine geçecek şekilde kullanılabilmektedirler. Oysa bu iki kavram arasında semantik olduğundan daha fazla anlam farkı bulunmaktadır. Semantik yakınlık ve bunun doğurduğu belirsizlik, özellikle bu belirsizlikten yararlanan selefi ideolojinin bilerek ya da bilmeyerek böyle bıraktığı bir durumdur. Selefi söylemin dışladığı diğer ekollerin selefi düşünceye bakışlarında belirgin bir ürkek tavır göze çarpmaktadır. Bu asimetrik ve dengesiz durum, söz konusu ekollerin epistemolojilerindeki açıklardan kaynaklanmaktadır.
En başta selefi söylem, dinsel epistemoloji alanında saflığı, asaleti, kökleri ve ilk tecrübeyi kutsallaştırdığından onun bu konudaki hırslı ve tutkulu tavrı, ona onursal bir konum kazandırmakta, diğer ekoller üzerinde psikolojik üstünlük sunmakta ve onlarda bir alttan alma duygusunu beslemekte olabilir. Sanki “günaha bulaşma” ve “bid ‘atleri savunma” riskini göz önüne almaksızın selefilikle mücadele edilemeyeceği yolunda çözümlenmesi hayli zor bir belirsizlik ortamı oluşmaktadır.
İslam dünyasında selefiliği dengeleyecek güçlü bir teolojik dil oluşturulamadığından ya da geçmişten gelen bu damar güncellenemediğinden bu konuda bir boşluk yaşanmaktadır. Bu nedenle selefi hareketin karşısına çıkan girişimler de kısa zaman içinde selefi söylemin sert üslubunun etkisi altına girmekte ve benzer bir tekfirci dile sarılmaktadırlar. Dolayısıyla selefi hareket sadece üstlendiği misyon ve sergilediği pratik ile değil ona muhalefet edenleri de kendine benzetmesi nedeniyle de çok yönlü bir etkiye sahiptir.
Bu alanda İslam düşüncesine katkı anlamında atılması gereken adımlardan biri, kelam ve felsefe hareketinin meşrfüyetini teorize eden metinlerin ve söylemlerin tekrar hatırlanması ve bunların yeniden yorumlanmasıdır. Dini konularda akıl yürütme ilkesine dayanan kelam ve din üzerine bağımsız düşünce üretmeye dayanan felsefe hareketinin İslam geleneğindeki seyri, katkıları ve ilkeleri tekrar keşfedilmelidir. Bu çalışmalar aklı tümüyle dışlayan ya da onun tüm yetkilerini budayan selefi ideolojinin din açısından tutarsızlıklarını ve zararlarını fark etmeye katkı sağlayacaktır. Günümüzde İslam düşüncesi ve teolojisi, en zayıf ve en tutucu yönüyle temsil edildiğinden İslam dünyası şu an için böyle bir açılımdan yoksun görünmektedir. Üstelik tarihsel ve politik şartlar tipik bir kriz teolojisi olan selefiliğin güçlenmesine katkı sunmakta, İslam düşüncesinin zengin içeriğinin ve çeşitliliğinin gün yüzüne çıkmasını engellemektedir.
Peki, selefi söylemde olup da diğerlerinde bulunmayan şey nedir? Tarihten ve ilk anlamdan uzaklaşmış olmanın belirli bir oranda kabulü, diğer ekollerin sahip olduğu bir özelliktir. Buna karşılık saflık ve öze bağlılık iddiası ve bu iddiayı sonradan üretilen her şeye karşı bir eleştiri olarak kullanması selefi söylemin temel vasfıdır. Bu nedenle İslam düşüncesinde selefiliğe karşı dengeli ve makul bir karşı söylemin geliştirilmesi, söz konusu bu psiko-teolojik engele takılmıştır. Kendisine adeta ayrıcalıklı ve onursal bir konum edinmiş selefiliği karşısına almaya çalışan girişimler, onun bu psiko-teolojik ayrıcalığından dolayı derfmlarında bir eziklik duygusu hissetmektedirler. Özellikle Süımi yapı ve ekoller için bu durum, tam bir açmaz olmaya devam etmektedir.
Diğer yandan ekoller arasındaki teolojik ve sık sık politik alana taşan mücadele, selefi söylemin elinde tutkulu biçimde tuttuğu şeyi, yani öze dönüş ve bid ‘atleri yok etme düşüncesini çok yönlü olarak beslemektedir. Her ne kadar ekollerin, bid ‘at ve kötülük tanımları birbirlerinden farklı ve hatta karşıt olsa da, bir kült olarak öze ve köklere dönüş arzusu güncel tutulmaktadır. Öze dönerek çağın acı ve kötülüklerinden kurtulma arzusunun canlı tutulması, bir paradigma olarak selefi ideolojiyi de yanı başımızda her an güncel tutmaktadır. İşte selefiliğin bir bakış açısı ve söylem olarak modern bir ideoloji sayılmasının ve bu yönüyle incelenmesi gerektiğinin temel nedeni budur.
Esas olarak selefi çevrelerin diğer İslami yorumlara bakışındaki sert ve hırçın yaklaşımının ardında, kendisini İslam’ın özü olarak görme tutumu yatmaktadır. Bu beklenen ve doğal bir sonuçtur. Çünkü selefi ideolojinin mutlakçı ve inhisarcı özelliği, her türden alttan alma, uzlaşma, yumuşama, geri çekilme davranışlarını peşinen dışlamaktadır. Zira bunların hepsi de dinden uzaklaşma ve onu kirletme çabaları karşısında bir kayıtsızlık, gevşeklik ve umursamazlık olarak sayılacaktır. İlk Harici gruplardan olan Ezarika’nın kendilerinden olup da beraberlerinde savaşa katılmayanları (kaade) tekfir etmekten çekinmeyen tutumlarının ardında bu inanç yatmaktadır. Kendisini dinsel hakikat ile özdeş sayan ve bunu keskin bir inanca dönüştüren bir düşünce tarzının uygulayabileceği yegâne eylem biçimi, tavize ve yoruma kapalı biçimde kesintisizce mücadele etmektir. Dolayısıyla bu düşüncenin politik açıdan Müslüman toplumları için taşıdığı anlam, iç savaştır.
Selefiliğin Selef İle İlişkisi: Selef Selefi miydi?
Kendini katı ve sert bir biçimde geçmişe atıfla kuran her söylem, ideolojiye dönüşmek zorundadır. İdeoloji pozitif anlamda insanın anlam ve değer arayışı/kurma çabasının bir sonucudur. Ancak bu süreçte içinde yaşanan gerçeklikle olan ilişki kopmamakta ve olgu-değer gerilimi bir şekilde ideolojinin eleştirel ve sorgulayıcı işleviyle dengelenmektedir. Ancak bir kez gerçeklikten kopuldu mu düşünce ile realite arasında doğan gerilim ve bunun doğurduğu savrulma, ideolojinin içe kapanmasına yol açmaktadır. Gerçeklikten kopuşun doğurduğu açık, ideolojik sertleşme ile telafi edilmeye çalışılmaktadır. Bütün dogmatiklerin gerçeklikten ve dünyadan nefret etmelerinin nedeni burada yatmaktadır. Her defasında ideolojiyi yalanlayan dünya, onların öfkelerinin hedefidir. İdeolojinin anlam üreten yanı burada en patolojik biçimde çalışmaktadır. Zira geçmiş şu anda var olmayan bir şeydir. O gerçek değil kurgu olarak vardır. O nedenle geçmişin kendisini onayladığını iddia eden bir söylem, bunu temellendirecek kanıtlara ihtiyaç duyar.
Selefilik söz konusu olduğunda geçmişin, seçmeci ve indirgemeci biçimde ve en naiv söylemlerle çarpıtılarak metalaştırıldığını söylemek durumundayız. Aslında kendine geçmişte bir yer arayan ve meşrulaştırıcı bir referans olarak tarihe yaslanan her düşünce ve inanç, selefi ideolojinin yaptığını yapmakta, naslara ve ilk Müslüman nesillerin tecrübesine atıfta bulunmaktadır.
Kültürel ve kurumsal değişimin kontrol altında tutulduğu ilk dönemlerde, te’vile ve kıyasa çok az ihtiyaç duyulmaktaydı. O nedenle selef döneminde ortaya çıkmadığı gerekçesiyle anlamı zenginleştirme ve ekolleşme olgusuna (felsefe, kelam, tasavvuf gibi) karşı çıkan ve bunları dinden sapma olarak gören selefi yaklaşım hata içindedir. Kelam ve tasavvuf düşünürlerinin ehl-i Hadisin reddiyelerine karşı kendilerini savunmak amacıyla kaleme aldıkları metinlerdeki gerekçeler, İslam’ı bir insanlık öğretisi kılmaya yönelik argümanları yerindedir. Aksi halde İslam’ı yaymak için geriye sadece güç ve kılıç kullanımı seçeneği kalmaktadır. Zaten eski ve yeni selefi grupların şiddete eğilimli olmaları onların bu algılamalarının doğal bir sonucudur.
Selefiyyenin iddiasının aksine selef, selefi değildi. Bu onlara atfedilen bir çöküş dönemi düşüncesidir. Her ne kadar selefiliğin argümanlarını destekleyecek görüntülere rastlansa da ilk nesillerin din ve dünya algısı, nasların yanında aklı, kamu yararını ve tecrübeyi de ölçü alan özgüven duygusu üzerine kuruluydu. Devletin bürokratik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla İran siyasi kültüründen divan uygulamasını alıp uygulayan Hz. Ömer, ilk dönemde olmadığı için bu kurumu adapte ettiğinde İslam’a aykırı bir işlemde bulunduğunu düşünmemişti. Onun bu tasarrufuna Sahabe de karşı çıkmamıştı. Dolayısıyla selefiyyenin ilk nesillere atıfla inşa ettiği selef mezhebi tanımı, bir kurgudan ibarettir.[8] Tarihin teolojik hatalı okunmasının bir sonucudur. Bununla birlikte etkili olmasının nedeni, dini hamaseti kabartmadaki başarısıdır. Ayrıca kelam, felsefe ve sfıfi ekollerin kimi zaman aşırıya kaçan yorumlarının doğurduğu şüphe ve güvensizlik de sürece katkı sağlamıştır.
Modern Bir İdeoloji Olarak Selefilik: Öfkeli Kalabalıklar İle Körfez Lobisi Arasında Kıvranan Düşünce
Selefilik ile ilgili kafa karışıklığına yol açan noktaların başında, onun nasıl ve ne şekilde temellendirileceği problemi gelmektedir. Selefi söylem, açıkça ve sert bir şekilde kendisini tarihsel ve teolojik olarak İslam’ın başlangıç dönemlerine atfettiği için, onu bir zihniyet yapısı ya da bir anlayış tarzı olarak görmek, bizzat din nesneleştirmekle eşdeğer görünmektedir. Bu durum, selefi söylemin dinsel hakikati sahiplenici etkisinin hala etkin olduğunun kanıtıdır.
Selefi hırçınlığı anlamak bugün için teolojik olduğu kadar entelektüel ve akademik bir problemdir de. Selefiliği ideolojik bir yapı olarak görmek, esasında günümüz İlahiyat birikiminin ulaştığı aşama açısından ufuk açıcı bir katkıdır.
Aslında olması gereken; düşüncelerin zamanla gözden geçirilmeleri, yeni durum ve ihtiyaçlar ışığında yeniden tanımlanmalarıdır. Bu o kadar doğal ve gerekli bir durumdur ki bunu temellendirmek için çaba harcamak bile gereksizdir. Ancak bunun karşıtı olan düşünce tutuculuğunun tüm duyarlılıklarını ve özlemlerini alabildiğine kullanan ve bunları topyekûn bir düşünce içinde eriten sözde “özcü” düşünceler karşısında, hayatın kendisi kadar doğal olan yenilenmeyi savunmak ve onu inançlar önünde temellendirmek gerekmiştir.
Bu çerçevede sıkça yapılan bir haksızlığı da düzeltmek gerekir. Öze dönüş söylemini dile getiren İslam düşüncesi içinde bir başka çevre ya da daha doğru bir nitelemeyle bir akım vardır: “İslam modemistleri”. İslam modemizmi, İslam düşüncesinin kısa zamanda tüketilmiş imkânlarından biridir. Belki de bu nitelemedeki modernizm kavramından dolayı bir dışlanma, şüphe ve önyargı ile karşılaşmıştır. İslam modemistlerinin temel argümanlarından biri, İslam’ın özüne dönmek çağrısıydı. Bu yönüyle selefilerin asr-ı saadete ve İslam’ın saf anlamına dönüş tezleriyle bir benzerlik ilişkisi olduğu düşünülebilir.
İslam’ın özüne dönüş iddiasına sahip çıkan iki farklı paradigma, bundan doğal olarak birbirlerinden farklı şeyler anlamaktadırlar. Selefi söylemin İslam’ın özüne dönmekten anladığı şey, te’vilsiz, yorumsuz, literal ve ritüelsel olarak ilk tecrübeyi kutsamaktır. İslam modernistlerinin İslam’ın özüne dönmekten anladıkları ise bu kadar yalın ve düz değildir. Onların İslam’ın özü ile kurmaya çalıştıkları ilişki daha baştan yorumsaldır ve te’vili dışlamaz. İslam’ın ilk dönemine gidip mesajın evrensel ilkelerini tespit edip bugüne taşımak özü itibarıyla yorumsal bir süreçtir. İslam modernisti bunun farkındadır ve yaptığı işin bir yorumlama, anlam üretme ve sonuç çıkarma olduğunun samimiyetle bilincindedir. Ne ki bu samimiyet tutucu çevreler tarafından bir türlü fark edilememiş ve “müsteşrik talebeleri”nin yıkıcı bir girişimi olarak insafsızca bastırılmıştır.
Peki, İslam modemisti öze dönmeyi neden istemektedir? İslam modemistine yönelik çağı putlaştırmak ve İslam’ı çağın egemen zihniyetine boyun eğdirmeye çalışmak gibi suçlamalar karşısında paradoksal olarak modernist, İslam’ın tarihine ve kaynaklarına ulaşma arzusu duymaktadır. Bu bir çelişki değil midir? Neden böyle bir eğilim içine girmektedir? Bunun en kestirme cevabı şu olabilir: Tarihsel İslam’ı ve geleneksel kimlikleri paranteze alarak, çağdaş değerler üretmek için gerekli bir yorumsal alan oluşturmak. Geleneğin ağır ve bıktırıcı baskısı altında yaşayan İslam dünyasında kitleler kendileri için bir gelecek vizyonu oluşturma cesaretini İslam’ dan başka bir yerde elde edemezler. Ancak İslam’ın kaba ve literal yorumu, Müslüman dünyayı içine düştüğü donukluktan kurtaramamakta ve dahası, pek çok sorunun nedeni olmaya devam etmektedir. O nedenle geleneğe ve tarihsel anlamlara eleştirel bakmayı mümkün kılacak bir mesafe koymak gerekmektedir.
Müslümanlar için geçerli ve kalıcı çözüm yine İslam içinden olacağına göre İslam ile daha yaratıcı ve çözüm üretici bir ilişki kurmayı deneyen modernist düşünürler, anlam, hedef ve değer üzerinden İslam’ı yeniden tanımlama çabası içine girdiler. İslam ile girişilen bu ilişkide ilk tarihsel tecrübe, hazır ve bütüncül bir çözüm değil, çözüm için gerekli ilkeleri içinde saklayan bir yapı olarak görülür. Onu değerlendirmeye ve yorum sürecine tabi tutmaksızın ilkeleri elde etmenin imkânsızlığına inanan modernist düşünür, yorumlamayı ve akıl yürütmeyi öne çıkarır.
İslam’ın ilk dönemine dönmek, ilk tecrübede olmayan şeyleri bid’at olarak görmek konusundaki tutumlarındaki benzerliklerinden dolayı Selefi düşünürler ile İslam modernistleri birbirleriyle karıştırılmaktadır. Oysa buradaki benzerlik iddia düzeyindedir. Bu iddianın içeriğinin nasıl doldurulacağı ise apayrı iki paradigmanın habercisi sayılır. Şu da var ki başarıya ulaşamamış ve kendi hedeflerini gerçekleştirememiş bir İslam modernizmi hareketinin savrulacağı en yakın liman, selefilik olacaktır. Nihilizm ise bir diğer alternatiftir. Zira değer, anlam ve kutsallık yüklü tarihi, bir kez nesneleştiren bir bakış açısından bakıldığında; artık, her türlü kutsal ve anlam, bir yorumbilimsel inşa olarak görülecektir.
Modern dünyada selefiliği sadece öfkeli ve kontrolsüz kalabalıkların zihin yapısına bağlayarak açıklamaya çalışmak eksik ve yetersiz bir girişim olacaktır. Mali kaynaklar sağlayarak ve politikalar geliştirerek hareketin toplumsallaşmasına yardımcı olan zengin Arap ülkeleri olaya uluslararası bir boyut kazandırmaktadır. Uluslararası ilişkiler açısından bakıldığında selefiliğin bir politika yöntemi olarak yönetimlere bir kısıtlama ve sınırlandırma getireceği sanılabilir. Zira sert, ödünsüz ve eylemci yönüyle selefiliğin, pragmatik ve günübirlik ilişkilerle dolu modern dünyada rasyonel politikalar üretmeye pek izin vermemesi beklenebilir.
Realite hiç de böyle değildir. Selefi düşünceye sahip grupların pratiklerine bakarak bir yargıya varmak doğru değildir. Bu ideolojiyi destekleyen yönetimler, iç politikada disiplinli bir toplum inşa ederken dış politika uygulamalarında belirli bir siyasal kültüre bağlı olma zorunluluğu duymaksızın modern dünyayla özellikle de gelişmiş Batılı ülkelerle ilişkilerinde olabildiğince geniş ve serbest bir hareket alanı elde etmektedirler. İlişkilerin ve bürokratik kurumsallaşmanın basit ve yalın olduğu bir döneme atıf yapmak, bu arada oluşturulan Müslüman siyasal geleneği ve bürokratik birikimi atlamayı getirmektedir. Bu da en tuhaf, sürpriz ve anlaşılması zor ilişki ve politikaları meşrulaştırmaya imkân tanımaktadır. Gerçekten de selefi ideolojiye yaslanan ülkelerin dünya ile ilişkileri, diğer İslam ülkelerinden farklılık göstermektedir. İslam ülkeleri ile gönülsüz ve mesafeli ilişkiler kuran bu ülkeler, gelişmiş Batılı devletlerle ileri düzeyde politik, stratejik ve ekonomik ilişkiler kurabilmektedirler.
Antikültüralist Bir Teoloji Olarak Selefilik
Selefi öğretinin temel argümanı dinin aslına ve özüne bağlılık iddiasıdır. Bu iddianın temel tezi, İslam dininin selef olarak adlandırılan kuşaklardan sonra bozulmuş olduğu düşüncesine dayanır. Selefi söylem, sonradan ortaya çıkan her şeye karşı peşin bir şüphe ve el altındaki güvensizlik duygusunu beslemekte ve onu sürekli güncel tutmaktadır. Bozulmanın ve dinden uzaklaşmanın mekanizması, naslar karşısında akıl yürütmenin öne çıkarılması olarak açıklanır. Özden uzaklaşmanın araçları olarak te’vil ve akıl yüıütme kınanır ve buna karşı naslara teslim olma tutumu yüceltilir. Selefi ideoloji, kültürün sıfır noktasında yaşama arzusunun bir dışa vurumu olarak, “kültürel çocukluk” algısının inanca ve bir eylem paradigmasına dönüştürülmesidir.
Selefilik, kültürün karşısına muhayyel bir dinsel tecrübeyi yerleştirir. Kültür kavramı, daha en başta insanın yeryüzünde sürpriz nitelikli eylemlerde bulunabileceği ve toplum denilen kurgusal yapı içinde taklide ya da yaratıcılığa dayalı ürünler ortaya koyabileceği varsayımına dayanır. Bu kadarı bile insana, kendi hayatında ya da başkalarıyla paylaştığı deneyimlerinde iradesini kullanma ve eylemde bulunma özgürlüğünü verir.
Toplum doğa gibi verili değildir. Başka türlü olması pekâlâ mümkün iken böyle olan, kurgusal bir yapıdır. Doğa gibi zorunlu değil, olasıdır ve olasılıklarla doludur. Toplumu mümkün kılan temel etken, insan iradesidir. Kültürü de doğuran şeydir irade. Bir kez oluştuktan ve kurumsallaştıktan sonra iradenin, kendini tasfiye edecek bir tarzda çalışıyor olması, toplumun ontolojik olarak mümkün ve kurgusal olması gerçeğini değiştirmez. Kültür-toplum ilişkisinde kurucu unsur olan insan iradesinin öngörülemezliği gerçeğini tek fark edenler, sadece postmodemist düşünürler değildir. Tüm özcüler, kesin inançlılar, evrenselciler ve dogmatikler, kültürü kuran ve onu çeşitlendiren temel unsur olan özgür iradeyi büyük bir tepkiyle karşılamış ve onu bastırmaya çalışmışlardır. İşte, selefiliğin dayandığı temel ilkelere bakıldığında, dinsel hakikate kesin teslimiyet vurgusu altında insan iradesini sınırlandırma arzusunu görmek mümkündür. Teslim, keff, imsak, aczini itiraf gibi selefi düşüncenin nas karşısında yücelttiği ilkeler, insanı insan yapan irade gücünü sınırlamayı hedeflerken te’vil, kıyas, akıl ve ictihad karşıtlığı da doğrudan iradeyi kapatmaya yöneliktir.[9]
Saf din algısı, katışıksız keskin tecrübe ve bunun tamamlayıcısı olan tekfirci retorik, her türlü kültürel yorumu ve çeşitlenmeyi yok etmeyi, cihadın aslı amacı olarak vaz eder. En katı ve içe dönük insan toplumunda bile kültürel çeşitlenme kaçınılmaz olduğuna göre, kültüre karşı selefi cihadın ebedi olduğunu varsayabiliriz. Tarih boyunca Müslümanların ortaya koyduğu tüm kazanımlar ve emek ürünü değerler İslam dininin saflığını bozan bid ‘atler olarak görülmekte ve yerilmektedir. Bu bağlamda dikkat çeken temel gerçek, Selefiliğin kültür düşmanlığının zararını en çok Müslüman dünyanın çektiğidir. Müslüman olmayan toplumlar ve özellikle Batı Ehl-i Kitab, Daru’l-Ahd halkı vb. gibi nitelemelerle uluslararası ilişkiler açısından daha güvenli ve avantajlı bir yere yerleştirilmektedir. Zaman zaman konjonktür gereği bazı karşılaşmalar olsa da bunların stratejik olduğu açığa çıkmıştır. Selefi cihad algısının asıl uygulama alanı, Müslüman dünya ve bizzat Müslüman kitlelerin kendileridir.
Şu halde tüm selefi eğilim ve hareketlere derinliğinden hâkim olan bir duygu ve bir düşünceden söz etmek gerekir. Öze ve saf dine dönmek düşünceyi, mevcut durum karşısında duyulan çaresizlik ve öfke ise duyguyu tanımlayabilir. Bunlar, Müslüman toplumunun tarihsel ve politik tecrübesine bağlı olarak yer değiştirebilmekte ve birbirlerini beslemektedirler. Zaman zaman duygu, kendini bir düşünce ve bir din anlayışı olarak ifade edebilmektedir. Bir kriz teolojisi olarak selefilik, kültürel ve toplumsal tıkanmışlığa, yeniden yapılanma çabalarının başarısız kalmasına bir tepki olarak öne çıkmaktadır. Bu durumda Müslümanların sadece mevcut durumu değil tarihsel ve kültürel birikimi de dinden bir sapma olarak görülür.
Öfkeli kalabalıklar kültür üretemez, kültürel mirası sahiplenemez, aksine onu tüketirler. Kültürün adresi, tarihle ve dünya ile dengeli, makul ve pragmatik ilişkiler kurmayı başarabilmiş mutedil orta sınıftır. Mezheplerin gelişimi ve kurumsallaşması deyim yerindeyse İslam dünyasındaki orta sınıfın başını çektiği bir kazanımdır. İslam dünyasında öfkeli kalabalıkların kendini ifade aracı olarak selefiliğin kültüre ve onun ayrılmaz bir parçası olan mezheplere bakışı tipik bir alt tabaka hırçınlığı bakışını yansıtır. Öfkeli, huzursuz ve yıkıcıdır. Başta kendi kültürel ve tarihsel mirası olmak üzere kurumlara ve değerlere radikal biçimde karşıdır ve bunları dinsel bir söylem içinde tahkir eder ve tasfiye etmeye çalışır.
İslam dünyasında selefiliğin arka planında yer alan önemli bir odak daha vardır ki bu hareketin düşünsel ve ekonomik finansmanını sağlayan Arap siyasal aklıdır. Suudi Arabistan ve bazı körfez ülkeleri sahip oldukları maddi zenginlikle selefi harekete başta eğitim ve STK örgütlenmeleri olmak üzere lojistik sağlamaktadır. Zengin Arap elitlerinin bir dünya görüşü ve bir yaşam tarzı olarak selefilik, öfkeli kalabalıkların arkasında onlarınkinden daha farklı bir motivasyonla hareket etmektedirler. Bu ülkelerin olaya bakışı uluslararası ilişkiler politikaları ve stratejik önceliklerle yürümektedir. Bu kesimin kendilerini ayrıcalıklı hissetmeleri, kendilerini Müslüman dünyanın geri kalanından ayrı bir konuma yerleştirmeleri ve farkı tutmaları, uluslararası ilişkilerde serbest ve işlek bir alan açmak amacıyla açıklanabilir.
Selefi Nihilizm Karşısında Mezhepleri Yeniden Düşünmek
Günümüzde selefi düşünceyi savunan çevrelere ve temel metinlerine baktığımızda mezhep konusunun reddiyeci yaklaşımla ele alındığı görülmektedir. Mezhep ve fırka kavramları dinden ayrılarak bid ‘at yolunu seçen kesimler için kullanılmaktadır. Dolayısıyla bu kavramların selefiliğin zihin dünyasında sapkınlığa eşdeğer olumsuz bir anlamı vardır. Bu, onların kültüre bakışlarının, doğal ve mantıksal açıdan zorunlu bir sonucudur. Günümüz selefisine hangi mezhebi taklit ettiği sorusu sorulduğunda verdiği cevap, selef itikadına tabi olduğu yolunda olacaktır. Modern selefi literatürde en sık kullanılanlar selef, selef-i salih kavramlarıdır. Sanki İslam yeni vahyediliyormuşcasına bir tutum içindedirler.
Zamanın geçmesine, hayatın akmasına ve çözüm gerektiren yeni durumların ortaya çıkmasına katlanamayan ve yetersiz kalan selefi bilinç çareyi en naiv biçimde naslara sığınmakta bulmuştur.
Mezhepler hakkında İslam dünyasındaki yaklaşımlardan ilki selefiliğin, öze dönüş gerekçesiyle sergilediği inkârcı tavırdır. Buna göre mezheplerin tamamı İslam’dan sapmayı ve sapkınlığı ifade etmektedir. Bunların ortaya koyduğu görüşlerin de hiçbir meşruiyeti bulunmamaktadır. Diğeri ise mezhebi kimliğini İslam’ın yerine ikame eden din-mezhep özdeşliği yanılsamasına kapılmış tutucu yaklaşımdır. Bu yaklaşımın sahipleri kendi mezhebinin İslam’ın tam bir temsili olduğuna inanmakta ve diğer mezhepleri batıl ve yanlış akımlar olarak görmektedir. Bu anlayışların eleştirel değerlendirmesini içeren daha dengeli ve gerçekçi bir bakış açısı mümkündür. Mezhepleri radikal biçimde reddeden radikal-selefi yaklaşım, aslında belirli bir mezhebin görüşlerini savunduğunun farkında değildir. Öze dönüş adına tarih boyunca Müslümanların ürettiği kurumları ve değerleri yok sayan bu anlayış, Müslümanları bilerek ya da bilmeden tarihsizleştirmeye çalışmaktadır. Her medeniyetin olduğu gibi Müslümanların inşa ettiği medeniyetin de olumlu-olumsuz yanları bulunabilir. Yeni bir medeniyet inşası da ancak bu olumlu-olumsuz özellikler üzerinde düşünmek, değerlendirme yapmak ve ayıklama yapmakla kurulabilir. Ancak söz konusu yaklaşım, zenginliklerle dolu tarihsel birikimi tekfir ettiği için, geçmişi ve geleceği olmayan ilkel bir din anlayışını idealize etmektedir. Bu, bizzat hayatı ortadan kaldırmakla eşdeğer bir yaklaşımdır.
Mezhep eleştirisi meşrudur ve gereklidir. Ancak mezhep eleştirisi, selefilerin yaptığı gibi tarih ve kültür düşmanlığı ekseninde değil yine din, akıl, kültür ve değerler ekseninde olmalıdır. Dolayısıyla mezhepleri eleştirirken kullanılan dil, Müslümanların İslam üzerine düşünmesini, değer üretmesini, felsefe yapmasını daha baştan onaylamalıdır. Ancak böylesi bir kabul üzerinden kültürel ve teolojik olarak mirasımızdan yararlanmak ve değerli ürünler ortaya koymak mümkün olabilir. Buna karşılık, zamanın ve mekanın donuk resminden bir hakikat üretmeye çalışan selefi paradigma, doğası gereği kültür üretecek imkanlardan yoksundur.
Selefizm ‘Kelebek Etkisi’ Yapar mı? Sünnilik-Selefilik İlişkisi
Selefilik ile Sünnilik karşılaştırması zorluklarla dolu bir çalışmadır. Her çalışmanın elbette kendine özgü bir zorluğu vardır. Buradaki zorluk Sünni kanattan kaynaklanmaktadır. Selefilik çok net, kesin ve keskin bir görünüme sahip olduğundan, sınırlarını belirlemek kolaydır. Selefi söylem araştırmacıyı fazlaca yormaksızın diğer ekollerle olan ilişkisini teorisi ve pratiği ile açık biçimde ortaya koymaktadır. Oysa Sünnilik için aynı şeyi söylemek pek mümkün değildir. Sünni paradigma kuşatıcı ve kucaklayıcı özelliğiyle sınırlarını yumuşatmıştır. Kelam ekollerinden Eş’arılik ve Mâturîdîlik, sufı yapılanmalar, fıkıh ekollerinden Hanefi, Şafii, Hanbeli, ve Maliki mezhepleri Sünni çatının altında buluşurlar. Aslında böyle bir buluşma tarihte gerçekleşmiş değildir. Ancak tanım düzeyinde Sünnilik yapılandırılırken, İslam dünyasının tüm teolojik birikimi (Şia, Mu’tezile ve Haricilik dışında) korunmaya çalışılmıştır.[10] Bu nedenle selefilik çoktan zihniyet yapısı olarak Sünni çatı altına alınmıştır. Özellikle Hanbeli ekol Sünnilik içinde selefi damara en yakın mezhep olarak, selefi değerleri Sünnilik içinde temsil etmiş ve onun imajını sempatize etmiştir. Selefilerin, Sünnilik konusunda kafası karışık değil aksine nettir. Buna karşılık Sünni dünya, selefiliği nasıl anlayacağı ve nereye konumlandıracağı konusunda belirsizlik yaşamaktadır.
Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nin “Selefiyye” maddesinde selefiyye: “İtikadı konularda Kur’an ve Sünnet’in lafzına bağlı olan ve te’vili kabul etmeyen ekol” olarak tanımlanmış ve şu bilgilere yer verilmiştir: “Sahabe ve tabiin mezhebinde bulunan fakih ve muhaddislerin yolu şeklinde de tanımlanan selefiyye, ayrıca Ehl-i Sünnet-i Hassa olarak da anılır.”[11]
Dikkat edilirse selefiliğe dair bu tanım, Ehl-i Sünnet düşünürleri tarafından yapılmıştır. Selefiliği, Ehl-i Sünnet’in özü olarak görmek, Sünniliği selefilik karşısında kırılgan ve mahcup bir konuma itmektedir. Selefiliğin konuşulduğu ortamlarda ortalama Sünni bilincin daima alttan almaya yönelmesi, selefi ideolojiye kısmen de olsa boyun eğdiği ve onu denetleyici bir referans olarak benimsemesi ile ilgilidir.
Diğer yandan selefi kanadın işinin daha kolay olduğu görülmektedir. Selefi düşünürler metinlerinde İslam’ı bozan sapık fırkalar söylemi üzerinden kendi dışındaki İslami oluşumlara bir üstünlük sağlamaya çalışmakta ve bunda da başarılı olmaktadır. Selefi söylem temelde selef’ın yolu ve inancını izlemeyi şiar edindiğini iddia eder. Bu kavramı kullanmaya özen gösterirler. Yine de selefin yolunun açıklama ve tanımlama sadedinde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kavramını da kullanırlar. Kavramın bu tarz kullanımı Selefi ideolojinin mevcut Sünni dünya ile bir bağ kurma ve onu da içerme girişimi olarak işlev görmemektedir. Aksine “gerçek Sünniliğin” selefilik tarafından temsil edildiği düşüncesini vurgulamak ve Ehl-i Sünnet iddiasındaki geri kalan dünyayı çizgi dışı göstermek ve ötekileştirmek amacıyla kullanılmaktadır.
Selefiliğin kendi dışındaki Sünni dünyaya bakışını ortaya koyan modern selefi metinlerde, kelam ekollerinin kötülük ve zararları söylemiyle bir dışlama mantığının işletildiği göze çarpmaktadır. Selefilik dışında kalan Sünni dünya, Eş’ari ve Matüridi kelam düşüncesinin hakim olduğu coğrafyadır. Selefi söylem, bu coğrafyadaki din anlayışını Mürcie, Mu’tezile ve tasavvuf ile olan ilişkisini öne sürerek dışlamaktadır. İbn Teymiyye’nin akfüd konulu metnine yazılan şerh ve yorumda sıfatlar konusu ele alınırken Eş’ari ve Matüridi kelamcıların çizginin neresinde görüldüğünü ortaya koyması bakımından şu açıklamaya rastlanmaktadır: “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin sabit esaslarından biri de, Allah’ın yarattıkları üzerindeki uluvvunu ve arşı/tahtı üzerindeki istivasını isbat etmektir. Bu, Ehl-i Sünnet’in; Cehmiyye, Mu’tezile, Eş’ariyye (ve Matüridiyye)’den kendisiyle tefrik edildiği oldukça önemli bir temel esastır.”[12] Yine aynı eserde Ehl-i Sünnet ile ehl-i bid’at arasındaki farklar açıklanırken Ehl-i Sünnet’in ilahi sıfatların hiçbirini nefyetmeden, te’vilsiz, tahrifsiz, temsilsiz isbat ettiği belirtilmiş ve bu konuda bid ‘at ehlinden iki grubun ona muhalefet ettiği ifade edilmiştir. Bu bid ‘at ehli gruplardan ilki Cehmiyye ve Mu’ teziledir. İkinci grup ise Eş’ariyye (ve Matüridiyye) fırkası ve onlara tabi olanlar olarak sayılmaktadır. Dikkat çeken bir nokta şerh bölümlerinde Eş’arilik ifadesinin yanında parantez içinde Matüridiliğin de yazılmış olmasıdır.[13]
Matüridilik ve Eş’arilik özellikle Mürcie ile olan ilişkisi ve Mürcie’nin bazı görüşlerine yakın durduğu için eleştirilmekte ve selef yolundan uzak gösterilmektedir.[14] Kelamcıların imanın tanımı, mahiyeti ve amel ile olan ilişkisine dair görüşleri eleştirilirken Mürcie’nin etkisi altında kaldıkları ifade edilmektedir. Bu süreçte Mürcie’nin fakihlerinin oynadığı role dikkat çekilmekte ve Hanefi fakihler birinci derecede sorumlu tutulmaktadır.[15]
Sünniliği şu ya da bu gerekçelerle selefilikten uzak ve ilişkisiz sayma girişimlerinin talihsizliği açıktır ve tarihsel-teolojik verilerle örtüşmektedir. Kurumsal olarak bakıldığında Hanbelilik ve Malikilik ekollerini kendisi ile aynı çatı altında gören bir Sünnilik, içerdiği bir bu radikal özcü yapılar tarafından sorgulanma riskini daima bünyesinde taşıyagelmiştir. Bizim yaptığımız Sünnilik tanımı Osmanlı Türk tarihsel tecrübesine de bağlı olarak daha kuşatıcı, esnek, çoğulcu bir karakter sahip olmuştur. Geçmişte bu coğrafyada yaşayan insanların dinsel kimliklerine bağlı olarak zenginleşen ve çeşitlenen sünnilik algımız, selefi sünnilik tanımlarına göre oldukça gevşek, geniş ve tehlikeli görünmektedir. İki farklı sünnilik algısının rekabeti ile karşı karşıyayız. Yaşanan küresel ve bölgesel gelişmeler İslam dünyasındaki mevcut yapıları aşındırıcı bir etki yapmış, mezhebi ve dini kimlikler Müslümanların sorunlarını çözmede yetersiz kalmıştır. Tam da bu dönemde selefiliğin canlanması manidar olmakla birlikte beklenen bir olaydır.
Bir kültürün gücü anlam ve değer üretmesinde, geçmiş ile gelecek arasında bölünmeksizin şimdiki zamanı yaşamaya imkân tanımasında yatar. Anlam ve değer üretemeyenler için iki olasılık görünüyor: İlki kendinden kaçarak diğer kültürleri pratize etmek. Diğeri ise kendi kültürünün köklerine kadar inerek yeniden doğmayı arzulamak. .. Tablonun tamamı okunduğunda selefilik, İslam dünyasında tıkanan ve anlam üretemeyen toplumsal ve kültürel yapılara en radikalinden bir reddiyedir.
İslam dünyasında elde edilen ekonomik ve politik başarılara rağmen bilgiden, değerden ve estetikten uzaklaşma sonucu yaşanan nihilizmin, teolojik bir ifadeyle sert biçimde yüze vurulmasıdır. Şu halde tıkanan Sünni paradigmanın, kendisini sorgulayıcı bir güç olarak sunan selefilikle yüzleşmesi kaçınılmazdır. Süımilik nasıl İslam’ın tarihsel ve teolojik bir parçası ise; bir tepki ve reddiye mekanizması olarak çalışan selefi ideoloji de öyledir. İslam düşüncesi ve özellikle sünnilik, kendi içindeki selefi damarla karşılaşıp, onunla olan müzakeresinden güçlenerek çıktığında bir umut belirebilir.
Kendisini tarihsel ve teolojik olarak nesneleştirip kendine dışarıdan eleştirel bir gözle bakmasını başaramayan bir dinsel bilinç ile değil selefi savrulmalarıyla baş etmesi, sorunu tanımlaması dahi mümkün olmayacaktır. Kendini dinsel hakikatin özü ve su katılmamış saf doğruluk olarak takdim eden özcü bir anlayışla karşılaşmak kolay değildir. Onun karşısında durmak ve onun aşırılıklarıyla mücadele etmek hiç kolay değildir. Bunun için en az selefilik kadar dinsel hakikate sahip çıkma ve ona saygı duyma sınavından başarıyla çıkmak gerekir. Ancak dinsel hakikat ile olan bu buluşma ve özdeşleşme lafız, tarih ve şekilden daha çok anlam, hedef ve değerler üzerinden gerçekleşmek durumundadır. Kendini bir yorum, yaklaşım ve ekol olarak sunan bir çözümün selefi söylemin sahiplenici tutumunu yumuşatması ya da onun karşısında bir yer edinebilmesi mümkün görünmemektedir.
Her şeyden önce bir kriz teolojisi olarak selefilik, yaşanan çağın kötülükleri ve sorunları karşısında biriken tüm çaresizlik, nefret ve tıkanmışlık duygularını, teolojik bir dil üzerinden keskin bir özcü ideolojiye dönüştürmek için gereken imkânlara sahip bulunmaktadır. Tarihin hangi kesitinde ortaya çıkarsa çıksın Selefi dalgada her zaman ‘güncel’ olan ve kitleleri sarmalayan şey, tarihsel çöküşün değerlerini ve duygularını yansıtan psiko-teolojisidir. Dolayısıyla çağdaş bir ideoloji olarak selefiliğin temsil ettiği keskinlik karşısında diğer tüm okumalar bir oyalanma ve taviz, çözüm önerileri ise “heva ve hevesini ilah edinmek” olarak görünecektir.
Şu an için yaşanan tabloya bakıldığında göze çarpan gerçek, selefiliğin Sünni dünyada saygınlığını ve ağırlığını koruduğudur. Bu bariz onursal makamı elde etmesi, selefiliğin tek yönlü başarısı değildir. Bunda sünniliğin yapısal ve paradigmatik yapısının ve tecviz edişinin etkisi de tartışılmalıdır. Gerek siyaset ve gerek zihniyet yapısı olarak Selefi ideoloji sünni dünyayı etkisi altına almış bulunmaktadır. Bunda yükselen ve genişleyen Şii dalganın etkisini de göz ardı etmemek gerekir. Tarih boyunca her ne zaman Şii dünyada bir güçlenme ve genişleme süreci yaşansa, buna duruma bir tepki olarak Sünni dünyada selefi Hanbeli damarın kabardığı ve Sünniliğin itibarını ve değerlerini korumak üzere öne çıktığı görülmektedir. Bu damarın güçlenerek toplumsal eylemler üretmesi beraberinde Sünni paradigma açısından bir temsil krizine yol açmaktadır. Ancak asıl neden İslam dünyasında ve özellikle de Sünni dünyada bilgi ve değer alanında yaşanan donukluk ve tıkanmadır. Kendini yenileyecek şartları ve imkanları oluşturmayı başaramayan ya da bunda yetersiz kalan Sünni dünya, tarihsel olarak alışkın olduğu şeyi yapmakta, gelişmeler karşısında pragmatik bir tutum sergilemekte ve olayların gerisinde kalarak tepkisel ve reaktif davranışlarla bir denge bulmaya çalışmaktadır.
Sünni paradigmanın, kendini samimi bir eleştiri sürecine açmadıkça selefilik başta olmak üzere din anlayışından kaynaklanan problemleri çözebilecek bir irade ve ufuk geliştirmesi mümkün görünmemektedir.
Günümüzde sünni dünya, selefi grupların baskısı karşısında savunmasız ve kırılgan bir görünüm arz ediyor. Sünni coğrafya selefiliği, ilmi ve teolojik bir nesne olarak ele alma konusunda yetersizlik içindedir. Bu yetersizliğin sonucu olarak, sünnilik politize etmeksizin selefilik hakkında bir söylem geliştirememektedir. Teolojik eleştirilerin geliştirilemeyişinin temel nedeni yapısaldır ve sünnilik içindeki selefi değerlerle yüzleşmeksizin onunla soğukkanlı bir karşılaşmaya hazır olamayacaktır.
Selefi İdeolojide Bilgi Problemi
İslam dünyasında bilgi temelli entelektüel düşüncenin gelişmesinin önünde kutsal ya da kutsallık görünümünde iki bariyer bulunmaktadır. İlki bilgi ile sezgi arasında talihsiz bir karşıtlık ilişkisi kuran ve ilmin karşısında irfanı yerleştiren sufi teolojidir. Burada ilim kendi içinde yarılır ve zahir ve batın olarak bölümlenir. Varlığın gerçek ve saf bilgisine ulaştıracak olan batını yöntemlerdir. Zahire takılıp kalan ulema, batın peşinde olan urefa/arifin yanında daha alt düzeyde yer alır. Yaptıkları iş, görünür dünyanın geçici bilgisi ile meşgul olmaktır. Oysa irfan ehli bildiğimiz okuma yazma ve akıl yürütme yöntemlerinden daha etkin başka bir bilgilenme ve aydınlanma yolunu yüceltir. Zahir ulemasının bilgi elde etmek için sergilenen entelektüel emeğin küçümsendiği hiç olmazsa daha aşağıda görüldüğü bir bakış açısından bilgi, ilim ve bu yoldaki çabaların pek de bir anlam ifade etmediğini ve çok bir değer taşımadığını söylemek zor değildir.
Bilgiye daha öldürücü darbe selefi epistemolojiden gelmektedir. Selefi düşünceye göre Hz. Peygamber dini olduğu gibi saf ve doğru biçimde sahabeye anlatmış, onlar da aracısız olarak dinledikleri dini anlaşmış, yaşamış ve sonraki nesile aktarmışlardır. Dini doğru anlamak için selef adı verilen bu kuşaklara ve onların inançlarını aktaran imamlara tabi olmak gerekir. Akıl yürütme, te’vil, ilham gibi yollarla dini anlamak, araya aracılar koymak ve kolay dini zorlaştırmak anlamına gelmektedir. Bu temellendirme zorunlu olarak nakli ve eseri öne çıkarmaktadır. Selefi epistemolojide ilim ile nakil kavramları eşdeğer kılınmıştır. Sünnilikteki Ehl-i Hadis hareketi de zihniyet olarak selefilikle aynı yapısal özellikleri taşımaktadır.
Nakil de olsa sonuçta ortada bir metin vardır ve başta Allah olmak üzere metafizik konulardan söz etmektedir. Allah’ın var ve bir olduğu kabul edilse bile, Kur’an’ da anlatılan sıfatların ve eylemlerinin nasıl anlaşılacağı önemli bir problemdir. Naslarda geçen Allah’ın gelmesi, gülmesi, yüzü, ayağı, parmakları, elleri, tahtı ve kürsüsü gibi anlatımların nasıl anlaşılacağı insan zihni için ciddi bir gündemdir. Bunları oldukları gibi te’vilsiz, tekyifsiz kabul eden selefi düşünce, görünüşte naslara aklı bulaştırmamakla doğru bir şey yaptığını düşünmektedir. Ancak tam da muhaliflerin onlar için söylediği şeyi hak etmekte, teşbih ve tescime düşmektedir. Belki de bu durum selefiyi rahatsız etmeyecek, nasların zahirine sımsıkı yapışmanın bu sonucu doğurduğunu, akla tuhaf gelse de bunun sorgulanamayacağını söyleyecektir.
Naslarda dile getirilen hükümlerin ve anlatımların akıl açısından kabulü zor olabileceği durumlarda yapılması gereken, nasa teslim olmaktır. Te’vile başvurmaktan kaçınmak yetmemekte ayrıca keyfiyet sorgulamasından (tekyif) da uzak durmak gerekmektedir: “Onlar hikmetini anlasalar da anlamasalar da dinin naslarına teslim olurlar. Nasları akılarına arz etmezler. Bilakis akıllarını naslara arz ederler ve onları selef-i salih’in anladığı gibi anlarlar.”[16]
Selefiyye’nin akla ve kelama bakışını ele alan bir çalışmada şu tablo çizilir. “Mu’tezile, Eş’ari ve Matüridi kelamı hakkında Selefiyye’nin görüşü şudur: Kelam âlimleri nassı azletmişler, onun yerine aklı tahta çıkarmışlar, hep onun sözünü dinlemişler ve ona tabi olmuşlardır.”[17]
Her ikisini de aynı hırs ve arzu yakıp kavurmaktadır. “Tanrı’yı Oynamak-Playing God” adı verilen bir duygu-düşünce hali her iki paradigmanın da çekirdeğini oluşturmaktadır. İlkinde “fena fillah” olarak koyulan hedef ‘Tanrı gibi olmak’tan (tehalluk bi ahlakillah) Tanrılaşmaya imkân tanımaktadır. İkincisinde ise ontolojik değil ancak epistemolojik olarak aynı oyun dramatize edilmektedir. Şöyle ki; kimin mümin, kimin de kâfir olduğunu tayin etmek, üstelik bu hükme binaen o kimsenin “yaşamasına ya da ölmesine karar vermek”, bizzat Tanrı’yı oynamaktan başka bir şey değildir.
Teolojik Kini Yatıştırmak Duyarlılığı Arttırmakla Mümkûndür…..
Selefi gruplarda göze çarpan en belirgin özellik kin ve öfkedir. Bir taraftan ibadetlere olan düşkünlük, peygamber ve sahabe anıldığında ortaya dökülüveren insancıl duygusallık ancak gerçek dünyada bunları pratize edeceği araçları bulamamaktan doğan derin öfke ve hayal kırıklığı, modern selefi benliğin analizini sunar. Gerçekte bu teolojik kinin nedeni yine selefi ideolojidir.
Selefi kin ve öfkenin teolojik analizi, sadece ‘Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek’ ilkesiyle açıklanabilir mi? Yitirilen dinsel hakikatin yeniden kazanılması mücadelesi, buna sebep olanlara karşı duyulan nefret ve düşmanlıkla tecessüm eder. Her ne kadar selefi ideolojiye göre hakikat şimdiki zamanda değil çok önceleri yitik gitmiş ve çarpıtılmış ise de, bu yoldan çıkmanın ürünü olan yapılar ve onları savunan özneler günümüze ait aktörlerdir. Geçmişe gidip dini yozlaştıran kadim bid ‘atçılardan hesap sorulamayacağına göre günümüzdeki takipçileri cezalandırılabilir. Dolayısıyla uyandırılmış dini hamaset boşlukta gezemeyeceğine göre kendine güncel bir nesne ve hedef bulmak zorundadır. Böylece Allah’ a ve resulüne karşı duyulan sevgi bir anda ‘O’nun düşmanlarına karşı cihad etmek’ eylemine dönüşebilmektedir.
Yanlış yönlendirilmiş bir duyarlılık duygusuzluğa, vicdan körlüğüne ve yıkıcılığa neden olmaktadır. Selefizm, modern dünyada Müslümanları sadece teolojik ve kültürel olarak tüketmekle kalmayıp, politik ve toplumsal olarak da istikrarsızlığa sürüklemektedir. Bu ideolojinin hakim olduğu zengin Arap ülkelerinde yeni nesillerin Müslüman dünyanın duyarlılıklarının paylaşmak yerine hızlı biçimde Batılı değerlere ve yaşam tarzına entegre olrnaya başlaması, bu paradigmanın uzun vadede İslam dünyasını sömürge mantığına teslim edeceğinin kanıtıdır.
Şu halde en genel anlamda teolojik olarak yapılacak işlerin başında, duyarlılığı belirli bir akıl yürütme ekseninde arttırmak gelmektedir. Zira özellikle Ortadoğu kendi inancına son derece bağlı, samimi ve duyarlı insanların birbirlerine karşı sergilediği haksızlık ve zulümlerle doludur. Kesin inançların O halde dini duyarlılığı attırmak için çalışmak çözüm değildir. Aksine eğer sağlıklı ve daha insancıl bir akıl yürütme eşliğinde ilerlemiyorsa kesinlikle sorunun kaynağıdır.
Dinin amacının ne olduğu, insana niçin peygamber gönderildiği, din-insan ilişkisinde korunması gereken değerlerin hangileri olduğu, insanın yeryüzündeki serüveninde ve Allah ile olan ilişkisinde bir anlam ve değerler sistemi olarak dinin üstlendiği rolün ne olduğu konularında İslam dünyasında köklü bir sorgulamanın yapılması gerekmektedir. İslam’ın mesajının ve Hz. Peygamber’in mücadelesinin bizim için ne anlam ifade ettiği üzerine akıl yürütmek, diğer kültürlerin iddialarını da bilerek bir Müslüman aydınlanması için temeller atmaya çalışmalıdır.
Kaynakça
Ahmet Akbulut, “Selefiliğin Teolojik ve Düşünsel Temelleri”, Tarihte ve Günümüzde Selefilik, İstanbul, 2014
İbn Teymiyye el-Harrani, el-Akıdetü’l-Vasitiyye ve İhtiva Ettiği Yüce Mebahise Dair Tenbihat, şerh: Abdurrahman b. Nasır es-Sa’di, talik: Abdülaziz b. Abdillah b. Baz, çev. Hüseyin Cinisli, İstanbul 2013.
İbn Teymiyye, Minhacü’s-Sünnet’i-Nebeviyye, Kahire 1986.
İmam-ı A’zam Ebu Hanife, İmam-ı Azam Ebu Hanife ve Eserleri, “Osman el Betti’ye Yazdığı Risale”, çev. Abdülvehhab Öztürk, İstanbul 2012.
- Sait Özervarlı, “Selefiyye”, DİA, XXXVI.
Muhammed b. İbrahim el-Hamed, Ehl-i Sünnet’in Seçkin Özellikleri, çev. Serkan Özgül, İstanbul 2007.
Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İslam Siyasal Aldı, çev. Vecdi Akyüz, 2. Baskı, İstanbul 2001.
Mehmet Evkuran, “İslam’da Eşitlik ve İtibar Talebinin Teolojik Dili- Mukallidin İmanı ve İmanda İstisna Tartışmalarının Sosyo-politik ve Kültürel Bağlamı”, Uluslararası İmam Matüridi ve Matüridilik Sempozyumu, http://www.bilgelerzirvesi.org/bildiri/Matüridi/Prof-Dr-Mehmet-EVKURAN.pdf
Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak-Bir Ekolün Politik ve Teolojik Yapılanması, Ankara, 2. Baskı, 2015.
Mehmet Zeki İşcan, Selefilik-İslamı Köktenciliğin Tarihi Temelleri, 2. Baskı, İstanbul 2009.
Osman Ali Hasan, Kavaidü’l-İ’tikad ala Mesalihi’l-İtikad, Daru’l-Vatan, 1992.
Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, İstanbul 1976.
eş-Şemsu’s-Selefi el-Efgani, A’diiu’l-Miituridiyye li’l-Akıdeti’s-Selefiyye, Peşaver,
1998.
Sefer b. Abdurrahman el-Havali, Mürcie İnancı ve İslam Ümmeti Üzerindeki Kötü Tesirleri, çev. Ebu Abdurrrahman Azadi, İstanbul 2012.
Tarihte ve Günümüzde Selefilik, Ed. Ahmet Kavas, Ensar Yayınları, İstanbul 2014.
——————————————–
Atıf:
EVKURAN, Mehmet. “Bir Kriz Teolojisi ve Toplumsal Hareket Olarak Selefilik.” İlahiyat Akademi Dergisi 1.1-2 (2015): 71-90.
[1] İbn Teymiyye rafizi olarak isimlendirdiği dönemin Şia’sma olan düşmanlığını eserinde açıkça dile getirir. Onların Moğollarla anlaşarak, Moğolları Müslümanların başına musallat ettiklerini, başka yerlerde de Haçlılarla ittifak ederek Müslümanlara pek çok zararlar verdiklerini örnekleriyle anlatır. bk. İbn Teymiyye, Minhııcü’s-Sünne, Kahire 1986, VII, 414.
[2] Muhammed b. İbrahim el-Hamed, Ehl-i Sünnet’in Seçkin Özellikleri, s. 30.
[3] Mevalinin İslam toplumunda yeni bir sosyal güç olarak doğuşunun ve getirilerinin bir analizi için bk. Muhammed Abid el-Cabiri, Arap-İs/dm Siyasal Aklı, s. 314 vd.
[4] Ehl-i Hadis’in siyasal bakışının Şam, Emeviler, Muaviye vs. ekseninde geliştiği, Ahmed b. Hanbel’in, Süyfani ayaklanmaya ilgi duyduğu ve buna karşılık bu kesimde bir Horasan düşmanlığı bulunduğu ile ilgili açıklama ve örnekler için bk. Mehmet Zeki İşcan, Selefilik-İslami Köktenciliğin Tarihi Temelleri, s. 1S2 vd.
[5] Modern selefiliğin Matüridiliğe nasıl baktığını ortaya koyması bakımından şu esere bakılabilir: eş Şemsü’s-Selefi el-Efgani, A’dau’l-Mfitüiidiyye li’l-Akideti’s-SelefiyıJe, Peşaver 1998.
[6] el-Hamed, a.g,e. s. 74.
[7] Mehmet Evkuran, “İslam’da Eşitlik ve İtibar Talebinin Teolojik Dili- Mukallidin İmanı ve İmanda İstisna Tartışmalarının Sosyo-politik ve Kültürel Bağlamı”, Uluslararası İmlim Mlitüridi ve Mlitüridılik Sempozyumu, http://www.bilgelerzirvesi.org/bildiri/maturidi/Prof-Dr-Mehmet-EVKURAN.pdf
[8] İslam geleneğinde zihniyetler arasındaki mücadele şehirler üzerinden okunabilir. Örneğin Küfe, Arap otoritesini benimsemeyen muhalif kesimlerin bir merkezidir. Tarihçiler buranın halkını, “F.hlü’ş-Şikak ve’n-Nifak” olarak niteler. Buna karşılık F.hl-i Hadıs literatüründe, F.mevı-Arap otoritesinin bir simgesi olan Şam’dan övgüyle söz edilir. Küfe şehrinin entelektüel altyapısını kuran ise, Hz. Ömer’in bizzat görevlendirdiği Abdullah İbn Mesüd’dur. Bilindiği gibi re’y ekolü ve kelam hareketinin en canlı olduğu merkezlerden birisi Küfe’ydi. Buranın oluşumunda etkili olan Hz. Ömer, Abdullah İbn Mesüd, seleften olduğuna göre, selefilik için açıklanması gereken büyük bir paradoks ortaya çıkmaktadır. Selefi düşünce politik olarak Arap egemenliğini korumaya çalışıyordu. Ahmet Akbulut, “Selefiliğin Teolojik ve Düşünsel Temelleri”, Tarihte ve Günümüzde Selefilik, s. 129.
[9] Selefi zihniyetin temel ilkelerinin kısa bir sunumu ve Sünnilik içinde rey ekolüne yönelttiği suçlamalara örnekler içn bk. Süleyman Uludağ, İslam Düşüncesinin Yapısı, s. 44-65.
[10] Mehmet Evkuran, Sünnı Paradigmmp Anlamak-Bir Ekolün Politik ve Teolojik Yapılanması, 2. Baskı, Ankara 2015.
[11] M. Sait Özervarlı, “Selefiyye”, DİA, XXXVI, 399.
[12] İbn Teymiyye, el-Akidetü’l-Vfisitiyı;e ve İhtiva Ettiği Yüce Mebfihise Dair Tenbihfit, şerh: Abdurrahman b. Nasır es-Sa’di, talik: Abdülaziz b. Abdillah b. Baz, s. 60-61.
[13] a.g.e., s. 64-65.
[14] Ebu Hanife de Mürcilik suçlamalarının farkındadır. Öğrencisi Osman el-Betti’ye yazdığı mektubunda “Mektubunda, benim Mürcie’den olduğum haberini aldığını yazıyorsun ve ben onlar için ‘yoldan çıkmış günahkar mümin (ffisık)’ demişim, bu da sana ağır gelmiş.” diyerek konuya girmekte ve sözlerinin kısmen yanlış anlaşılıp çarpıtıldığını söylemektedir. Dikkat çekici nokta Ebu Hanife’nin Mürci suçlamasının doğrudan reddetmemesi ve irca görüşünün olumlu ve aşırı anlamlarını açıklayarak konumunu açıklamaya çalışmasıdır. Bu tutum sonra gelen Hanefi-Matüridi düşünürler de görülür. Onlar Mürcie’yi halis Mürcie ve Ehl-i Sünnet Mürciesi olarak ayırmakta ve bir meşrfüyet oluşturmaya gayret etmektedirler. İmfim-ı A ‘zam Ebü Hanife ve Eserleri, “Osman el-Betti’ye Yazdığı Risale”, çev. Abdulvvab Öztürk, s. 110.
[15] Sefer b. Abdurrahman el-Havali, Mürcie İnancı ve İslfim Ümmeti Üzerindeki Kötü Tesirleri, s. 330-332.
[16] Osman Ali Hasan, Kavfiidü’l-İ’tikfid alfi Mesfilihi’l-İtikfid, s. 143.
[17] Süleyman Uludağ, İslfim Düşüncesinin Yapısı, s. 53.
[i] Prof. Dr., Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, e-posta: [email protected]