Fransa Millî Kurucu Meclisi tarafından 29 Eylül 1946 tarihinde kabul edilmiş ve Fransız seçmenince 13 Ekim 1946 tarihinde yapılan referandumla onaylanmış olan Fransa Cumhuriyeti Anayasasının Başlangıç bölümünde ‘Zafer’(Victory, Triumph), “Hür milletlerin beşer kişiliğini, kendilerine biat etmeye zorlamış ve itibardan düşürmeğe kalkışmış olan rejimlere karşı kazandıklarıdır.” şeklinde tarif edilmiştir. (1) Kısaca ‘Zafer’ milleti itilmiş kakılmış olmaktan, hor görülmekten, esaretten, tutsaklıktan kurtarmak demek değil midir? Onun içindir ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz bir biçimde ifade ettiği gibi zafer bir aidiyetlik duygusunun aynı zamanda tezahürüdür, görüntüsüdür. Yani” Zafer, zafer benimdir diyebilenindir. Başarı ise, başaracağım diye başlayarak sonunda başardım diyebilenindir.” Esaretten, tutsaklıktan kurtarılması sonrası alanları dolduran halkın ‘Victory’nin “V”sinden mülhem işaret ve orta parmağıyla “V” işareti yapmaktan acayip bir keyif alması bu yüzdendir. O öyle bir “V”dir ki bu, neredeyse yasadışı gösteriyi engellemeye çalışan güvenlik güçlerinin gözünün içine kadar sokmaya çalışması bu nedenledir. Bu işaretin II. Dünya Savaşında İngiliz Başbakanı Winston Churchill’in adından esinlenilmiş olması savı sadece bir laf-ı güzaftır. O da bir siyasetçi halk adamı olarak ‘Victory’nin “V”sinden yararlanmıştır, ama nafile. Çanakkale Savaşı’ndaki kayıplar yüzünden Büyük Britanya halkı Londra’da yürüyüşler düzenleyip “artık tek evladımızı bile Çanakkale’ye göndermek istemiyoruz” yazılı pankartlar açarak ona ve hükümete tepkilerini ortaya koymuşlardır. Çanakkale Zaferi’nden ilham alan ve Güneş Batmayan Ülkenin yenilebileceğini gören Uzak doğudaki Hindistan, Afganistan gibi ülkeler isyanlara kalkışmaları Churchill’in sonunu getirmiştir. Hırs yapmak politikacının özelliği her şeyden fazla da Churchill’in özelliklerinden biri olmuştur. Onun bu özelliği İkinci Dünya Savaşı’nda ülkesinin yine tek umudu olmasını sağlamıştır. O kadar ki, onun bu gücü hırsı ve zafer aşkı “savaştaki zaferin tadını hayatta başka hiçbir şey veremez.” biçiminde betimlenmiştir. Evet sevgili okurlar, zafer millet olmanın, uluslaşmanın önemli özelliklerinden biridir. Hep biliriz, 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtulmuştur. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşse de 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil etmektedir.
Fransız Milleti kendi zafer ertesinde her insanın ırk, din ve inanç farkı gözetilmeksizin devri kabil olmayan ve kutsal haklara sahip olduğunu açıkça dünyaya ilân etmiştir. (1) Ama gelin görün ki, sömürgeci, yayılmacı Fransızların başta Afrika olmak üzere Ortadoğu, Asya ve Amerika’da diğer uluslara girişmiş oldukları faaliyetler kendisine yapılanı anayasasına kadar yazdırdığı da tam olarak budur.
Fransa da post-kolonyal döneme geçilse de bağımsızlıklarını kazanmış ülkelerle sömüren-sömürülen ilişkisi hâlâ bütün hızıyla devam etmektedir. Fransa Afrika’daki sömürgelerden çekilirken iki konuyu zorunlu tutmuştur: Birincisi Fransızcanın ülkenin resmî dili ve eğitim dili olması, ikincisi ise zorunlu Fransızca resmî eğitim. Eğitim kurumları ilköğretimden üniversiteye kadar Fransa’nın istediği biçimde şekillendirilmiştir. Fransa “Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu”nu kurarak eski sömürgelerinin Fransa ile bağlarının kopmasına engel olmuştur. Fransızca konuşan ülkeler topluluğu ‘La Francophonie’nin merkezi başkent Paris’tedir. Afrika, Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu içinde en fazla Fransızca konuşan kişinin bulunduğu kıtadır. Afrika kıtasında 100 milyona yakın kişi Fransızca konuşmaktadır. Afrika’da 54 ülkenin 27’sinini resmî dili Fransızcadır. Fransa Dışişleri Bakanlığı tarafından denetlenen çeşitli uydular ve bağlı kuruluşlarla “Francophonie” adlı bir Fransız dili ve kültürü yayma organizasyonu oluşturulmuştur. Ancak Fransa sömürgeci dönemde o kadar insanlığa karşı suç işlemiştir ki, bu konuda gerçek anlamda yüzleşmekten kaçtığı gibi, Afrika’da ‘Yeni Sömürgecilik’ kabusunu da devam ettirme çabası içerisinde olmuştur. Fransa bu konuda o kadar inandırıcıdır ki, Fransız eski sömürgelerinde yetişmiş olan Afrikalı elitler -onlara kısaca “kalibratör” diyelim-, sömürgeciliğin iyi olduğunu ve bağımsız olmamaları gerektiğini savunmuşlardır, yıllarca. Sömürgecilik Afrikalıların iliklerine kadar öyle işlemiştir ki bağımsızlığa karşı çıkan “AvroAfrikacılık” fikrini ortaya koymuşlardır. Fransa, yağmaladığı zenginlikler, köleleştirdiği veya öldürdüğü milyonlarca insan ve yaptığı soykırımlardan dolayı Afrika’dan en hafifinden özür dilemesi gerekirken, bir de üstüne üstlük vergi almaktadır. (3) Söyleyelim, Fransız hazinesi Afrika’dan yıllık 500 milyar dolar kazanç ve getiri elde etmektedir. (4) Kuşkusuz bunu sadece Fransız milleti ile de kutsayamayız, özgürlüğün temeli açıkça örüldüğü gibi insan onuru ve itibarı ile her şeyin üstünde olmalıdır. Örneğin Ulus-Devletin temelinin atıldığı Almanya’da da durum bundan farklı değildir. Alman Anayasası da insan onuru ve faaliyetlerini de aşağıdaki şekilde özetlemektedir:
“İnsan onuru dokunulmazdır. Ona saygı göstermek ve onu korumak tüm devlet makamlarının görevidir.”
Ne güzel değil mi? Ama öyle mi? Avrupa el ve güç birliğiyle Türkiye dahil Avrupa dışındaki ülkelerden kendi ülkelerine sığınanlara bir insanî yaklaşım içerisinde değil, bir üstenci jakobenist olarak III. Dünyacı bir yaklaşım sergilemektedir. Yani eğer paran yoksa insanlık onurundan, izzet-i nefsinden ve itibarından nasibini alamazsın ve her zaman izzet-i nefsinden fedakârlık yapman istenir ve de insanlık onurun ayaklar altındadır. Özel bir hak verilmişçesine insanın haysiyetine, parası olmadığı anda, güçsüz olunduğunda pekâlâ dokunulabilir, yaklaşımı hakimdir. Dokunulduğunu hep birlikte görüyoruz, görmekteyiz. Açıkça söyleyelim, sistem onura dokunmayı bir vazife bilmiştir.
Ege kıyısındaki Yunan adalarına sadece Türkiye’den değil, Libya, Mısır, Tunus gibi ülkelerden geçiş yapan düzensiz göçmenler, can salı ve lastik botlara bindirilerek Türk kara sularına geri itilmesi bırakın onur ve itibarı “BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nde bağıtlanan insanlığa karşı işlenen suç mertebesindedir. Yunanistan’ın Ege kıyısındaki adalara Avrupa hayali ile sığınan değişik ülkelere ait göçmenler için Ege Denizi son aylarda ölüm denizine dönüşmüş durumdadır. Norveçli bir sivil toplum kuruluşunun hazırladığı göçmen raporunda Ege Denizinde 8,5 ayda 19 bin göçmenin ölüme itildiği belirtilerek Yunanistan işkence ve cinsel istismar ile suçlanmış, ayrıca AB de yapılan zulme kayıtsız kalmakla eleştirilmiştir. (2) Evet sevgili okurlar ne yazık ki dünya kamuoyu da bu zulme karşı sessizliğe bürünerek bir şekilde suça ortak olmaktadır.
Ortada açıkça keskinleşen bir nefret, birbirinden ayrışan, düşmanlaşan, gittikçe kutuplaşan bir Hristiyan-İslam çatışması vardır. Bu açıkça İslamofobi biçiminde kendini göstermektedir. İslamofobi o kadar İslam nefreti ile bütünleştirilmiştir ki, geçmişin Hıristiyan dünyasında yaşanan bir Protestan-Katolik çatışması adeta bütün veçheleriyle hissedilmektedir. Peki kutuplaşmayı önlemek için ne yapılmalıdır? Öncelikle söyleyelim, kutuplaşma bu şekilde devam edecek olursa Avrupa’nın bundan zararlı çıkacağı açıktır. Ama öncelikle ABD’nin bu ayrışmayı Avrupa’daki milliyetçiliğini körüklediğini ifade etmekte yarar vardır. Bu durum karşısında fazla gecikmeden neler yapılmalıdır? Üzülerek ifade etmek gerekir ki oryantalistler, oksidantalistler savaş lordları tarafından alabildiğine kendi emelleri uğruna kullanılmaktadırlar. İnsanlığın Edward Said gibi şarkiyatçılara gereksinimi bulunmaktadır. Ancak maalesef batı dünyası İslam’a karşı ayrımsallaştırıcı, ayrıştırıcı modüler kültür yapıcı bir oryantalist yaklaşım sergilemektedir. Bu paradigma bütünüyle yanlıştır. Batı bilimleri kuşanarak doğuya akli yaklaşım getirmeye çalışmak, sezgisel aklı reddetmek demektir. Diğer bir deyişle batı gözlüğü ile doğudaki sorunları çözme girişimine yeltenmek bütünüyle yanlıştır. Bunun tersi de islam Dünyası için geçerli olmaktadır. Sezgisel aklı odak noktasına yerleştiren İslam dünyasının batıya oksidantalizmle yaklaşımında aynı nefret duyguları egemendir. Sözün özü “İnsanlığın “Akli, Vehbi ve Kesbi bilimleri” mecz eden şarkiyatçılığa ve şarkiyatçılara ihtiyacı bulunmaktadır.” Yaşanan olaylara da multidisipliner bakmak zorunluluğu tam da bu çözümlemenin odak noktasıdır. Bu ılımlaştırmaya sağlayacak olan da Goethe, Schiller ve Tolstoy gibi büyük filozofların fikirleridir. İslam dünyası ile Batı dünyasını ılımlaştıracak olan bu dev filozoflardır. Bir de her şeyden önce cılız bedenindeki tutkulu ruhuyla Rainer Maria Rilke (Doğum: 4 Aralık 1875, Prag, Çekya: Ölüm: 29 Aralık 1926, Montrö, İsviçre)’nin, bu “Hiç kimsenin Oğlu” (Niemandes Sohn)’nun her iki dünyayı iklimleştirmesine büyük bir katkı sağlayacağı açıktır. Nedendir? Söyleyelim. Çünkü eski Alman Şansölyesi Schröder bu Kur’an aşığının “Sonbahar günü”şiiriyle Alman halkına seslenmektedir, Lady Gaga, Peygamber Muhammed’(SAV)e derinden bağlı olan Rilke’nin mısralarını koluna dövme yaptırmaktadır. Rilke’nin duyguları, modernizmin ve materyalizmin çelik ve soğuk yüzünden kaçıp sığınacak manevi kucak ararken hayal kırıklığı ve öfke içinde Hristiyanlıkla hesaplaşanların sığınağı olmuştur. Bir dönem gittiği Afrika’da Müslümanlarla tanışan, onlardan Arapça öğrenen Alman Edebiyatının ünlü isimlerinden Rilke, Goethe gibi Hz. Muhammed’e hayran kalmıştır. Goethe’nin vahdet inancına değindiği eserlerin şekillendiği bir iklimde Rainer Maria Rilke’nin de İslam’la teması zor olmamıştır. Ve de gerçek bir şarkiyatçının evinde Kur’an’la tanıştıktan sonra İslam Peygamberine “Muhammed’in Risalet’i (Yakarması)” şiirini yazmayı kendine bir görev bilmiştir:
MUHAMMED’İN YAKARMASI
Gerçi saklandığı yere, pek yüce olan
Girince, o bir bakışta tanınan melek
Dimdik, görkemli ve parıltılar salan:
Yalvardı, bütün iddialardan vazgeçerek,
İzin verilsin diye gezgin kalmasına
Eskisi gibi, dalgın tacir olarak yani;
Okumuşluğu yoktu-fazla gelirdi ona,
Bilginlere de görmek sözün b ö y l e s i n i.
Melekse, buyururcasına, gösteriyordu
Levhasında yazılmış olanı yalvarana
Gösteriyor ve istiyordu tekrar: O k u.
Okudu o da: öyle ki, melek hayrandı.
Ç o k t a n okumuş denirdi artık ona,
Yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.
Rainer Maria Rilke
(1875- 1926)
(Almanya)
Çeviri: A. Turan Oflazoğlu (5)
Peygamber Efendimiz (SAV)’e olan hayranlığını Goethe kadar kalıcı duygularla dile getirdiği “Muhammed’in Risaleti”adlı şiiri açıkça ortaya koymaktadır. Rilke’nin şiiri gerçekliği yalnızca tecrübeye, deneye ve gözleme indirgeyen modern dünyaya bir reddiyedir. Biten 19’uncu ve henüz başlayan 20’nci yüzyılın materyalizmine son edebi itiraz, son çığlıktır. Günümüzde de ona ihtiyaç yok mudur? Olmaz olur mu? Bir asır sonra tekrardan günümüz dünyasında da onun birleştiriciliğine, bütünleştiriciliği yanında ılımlaştırmacılığına büyük bir ihtiyaç bulunmaktadır. Batı edebiyatının tanınmış isimlerinden olan Lev Tolstoy, tarihin önemli felsefecilerinden Friedrich Nietzsche ve daha nice isim Goethe gibi Peygamber Efendimiz (SAV)’e olan hayranlıklarını dile getirmişlerdir. Her ne kadar batı tarihi, Hz. Muhammed (SAV)’e ve İslam’a olan bu hayranlığı gizlemeye çalışarak yazılanları uzun süre saklamış olsalar da bu hakikat er ya da geç gün yüzüne çıkmıştır ve çıkmaya da devam edecektir. Öyle ki sadece kendi yapıtlarında değil, etkiledikleri yazarların yapıtlarında da ortaya çıkmıştır,(6) sevgili okurlar.
Dipnotlar:
(1) Bülent Nuri Esen, “Fransa Cumhuriyeti Anayasası”, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi;https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/634412/Erişim Tarihi 08.07.2023/
(2) En Son Haber “Yunanistan’ın insanlık suçu karnesi” 23.09.2022; https://www.ensonhaber.com/gundem/yunanistanin-insanlik-sucu-karnesi/ Erişim Tarihi 08.07.2023/
(3) Mustafa Efe, “Afrika’da Fransa kâbusu – I: Tarihsel Arkaplan”, Anadolu Ajansı 05.02.2020
(4) Mustafa Efe, “Afrika’da Fransa kâbusu – I: Yeni Sömürgecilik”, Anadolu Ajansı 06.02.2020
(5) http://www.siirparki.com/rmrilke20.html/ Erişim Tarihi 08.07.2023/
(6) Maaile, “Hz. Muhammed (SAV)’e Uzanan Derin Bir İç Yolculuk: Rainer Maria Rilke!” 18 Ekim 2021; http://maailedergi.com/hz-muhammede-sav-uzanan-derin-bir-ic-yolculuk-rainer-maria-rilke/ Erişim Tarihi 08.07.2023/