Mustafa TEZEL
Dün, sabahtan akşama kadar kar yağdı Eskişehir’e…
Ekim ve Kasım aylarında hava sıcaklığının mevsim ortalamalarının üzerinde olması sürücülerin çoğunu rehâvete sevketmiş olmalı ki, ilk karın düşmeye başlamasıyla birlikte lastikçilere bir akın başladı, kar lastiği taktırmak için…
Bu sabah erkenden, hanımla birlikte, iki araba peş peşe, “ailemizin lastikçisi” olarak gördüğümüz müesseseye gittik.
Meğer ne çok kişi bizim gibi düşünmüş? Etraf, araba dolu!
Yılların verdiği tanışıklıkla, gülerek, lâtife yollu “bu sene biz de geç kaldık” dedim, o sırada bir yandan telefonla konuşan, bir yandan da başındaki kalabalığa cevap yetiştirmeye çalışan müessese sâhibine.
Başındaki kalabalıktan iyice bunalmış vaziyetteki müessese sâhibi beyefendi, tanımamış gibi davrandı ve yekten “doluyuz” dedi. Bir şeyler diyecek oldum, “hiç mümkûn değil” dedi, kestirip attı. Uzatmadım, çıktım dışarı.
İhmálkárlığım yüzünden kendime de kızmakla birlikte, bu meymenetsiz tavra kırılmıştım. “Senelerdir iki arabaya buradan lastik alıyoruz. Lastiklerimizi sürekli burada değiştiriyoruz. Hiç mi hatırımız yok? Bir fincan kahvenin bile kırk yıl hatırı olur.” diye düşündüm.
Hocânım “N’oldu?” diye sordu, durumu anlattım. “Olur mu öyle şey ya?” dedi. Muhtemelen o da aynı şeyleri düşündü. “Bir de ben konuşayım.” dedi. “İyi, konuş.” dedim.
Gitti, “bir çözüm yolu yok mu” diye soracak olmuş, “Bizden lastik alırsanız, takarız!” demiş, vatandaş…
***
Her neyse, ihmalkârlığımızın cezâsını çektik, epey bunaldık, sonunda ehven-i şer kabilinden geçici bir çözüm bulduk.
Peki, bu olayı nasıl yorumlamalı?
Sözkonusu edilen kişi, olağandışı yoğunluktan ötürü, gerçekten bunalmış durumda idi ve aslında söylemek istediğini iyi ifâde edememiş olabilir.
Asıl iştigâl konusu “araba lastiği ticâreti” olan bir müessesenin, yeni lastik alan birisine öncelik tanıması, teâmüller gereği, tabiidir. Müessese sâhibi, hattızâtında “Yalnızca yeni lastik alanlara öncelik tanıyabiliyoruz. Lastik değiştirmek isteyenler çok olduğu için, bugün-yarın Size sıra gelmez.” demek istemiş olabilir. Sonradan, sinirlerim yatışınca, biraz daha serinkanlı düşündüğümde, sözkonusu şahsın “aslında kötü bir niyetinin olmayabileceği” konusunda kendimi iknâ etmeye çalıştım. Yine de, içimde bir burukluk ve üzüntü kaldı, ne yalan söyleyeyim.
Tabii, bu alınganlık boşuna değil. Son zamanlarda, pek çok konuda olduğu gibi, ticârî ahlâk konusunda da kaygı verici bir aşınma olduğu şüphe götürmez bir gerçek. Bu konuda hemen herkesin çok sayıda menfi tecrübesinin olduğuna kaniim. Ben de, eski zamanlarla kıyaslanmayacak sıklıkta, cansıkıcı örneklerle karşılaşıyorum. Meselâ, yakın zaman önce, evin güvenlik sisteminin aküsünü yenilememiz gerekti. Sistemi kuran firmadan rica ettim, bizden “150 dolar” istedi. Çok canım sıkıldı elbette. Fiyatın bu kadar pahalı olması mümkûn değil çünkü. Bu konuda uzman olan bir arkadaşımın önerisi üzerine, akünün fotoğrafını çektim, şehrin bilinen bir elektronik malzeme satıcısına gittim, aynı malzemeyi “80 TL” ödeyerek aldım ve kendim yerine taktım. Bu, mâkûl görülecek bir durum değil.
Kezâ, yine yakın zaman önce, telefona batarya vs. aldım bir mağazadan. Baktım, fişinde başka/ilgisiz malzemelerin adları yazıyor. “Niçin böyle yaptınız?” dedim. Öyle ya, o fiş, aynı zamanda “garanti belgesi” niteliği taşıyor. Üstelik, vergi konusundaki bir usulsüzlüğe de âlet edilmiş oluyorum. Soruma tatmin edici bir cevap veremediler, geçiştirmeye çalıştılar. Maalesef, misâlleri artırmak mümkûn.
Ülkemizde pek çok sorundan bahsedilebilir. Hemen hepsinde haklılık payı olabilir. Ancak, en önemli sorunlarımızın “ahlâkî yozlaşma” ve “vicdan kaybı” olduğunu düşünüyorum. Oysa ki, milletimiz, esas itibâriyle bu yönleriyle temâyüz etmiştir. Bu konularda bozulma kolay değildir, hemen gerçekleşmez, fakat bozulmanın telâfisi çok daha güçtür. İnsanlarımız düzgün ahlâklı ve vicdanlı/sağduyulu olduğu takdirde, el ele vererek, bütün sorunlarımızı çözebiliriz. Biraz geç te olsa, sıkıntı da yaşasak, sonunda muhakkak çözeriz. Peki ama, birbirini açığa düşürmeyi, -tâbirimi lütfen mâzur görün- “birbirini kazıklamayı” mârifet addeden insanların bu birlikteliği gösterebilmesi, “tasayı ve kıvancı paylaşabilmesi” kabil midir? Daha ileri giderek söylemek gerekirse, bu durum, “bölücülük”ten daha tehlikeli bir durumdur. Zîrâ, millet, “hâlde ve gelecekte bir arada yaşama irâdesini inşâ edebilmiş toplum” demektir. Nimeti ve külfeti; adilâne ve dostâne biçimde, hiçbir “dış” zorlama olmadan, tamâmiyle kendi hür irâdesiyle, “birliğini sürdürme” bilinciyle ve şevkle-istekle paylaşma becerisini gösteremeyen, bu paylaşımın “mümkûn” ve “sürdürülebilir” olmasını sağlayacak ilkeleri, kuralları ve kurumları ihdas etmeyi başaramayan topluluklar, ne yazık ki, “birlikte yaşama” yeteneği kazanamazlar. Bizim gibi, bu yeteneği uzun ve meşakkatli bir târihî sürecin sonucunda inşâ edebilmiş olan kadim milletlerde ise, ahlâk/vicdan düşkünü insanların çoğalması sonucunda, Allah muhafaza, bu yetenek toplumun devâmını imkânsız bırakacak şekilde, zayıflayabilir.
Şu kadar ki, bu tür insanların hâlâ toplumumuzun kahir ekseriyetini oluşturmadığına inanıyorum. Fakat, kabûl etmek gerekir ki, gidişat kaygı verici. Eğer, “düzgün insanlar” bu gidişi tersine çevirecek şeyleri bir an önce yapmakta yetersiz kalırsa, gecikirlerse, yarın bizim için daha kaygı verici olabilir. Endişem bu yüzden…
Bu yazıyı bitirmeden, çuvaldızı kendime de batırmak isterim.
Modernleşme, bir anlamıyla “plânlı-proğramlı ve kurallı hareket edebilme yeteneği” olarak tanımlanabilir. Havalar soğuyunca, kar lastiği takılması elzem. Kar yağdığında ise, yaşanacak zorluk belli. O hâlde, bu zorunlu işlemi vakti zamânında yaptırmak gerekmez miydi? Kendimizi haklı çıkaracak bahaneler üretmek, sorunu çözmüyor. Maalesef, pek çok konuda olduğu gibi, modernleşme kavramını da asıl bağlamından koparmış durumdayız. Hem de, tıpkı bu satırların yazarı gibi, bu konularda mangalda kül bırakmayan pek çok insanın durumu da, daha farklı değildir.
Meselenin bir başka yönü daha var -ki, asıl mesele budur; sorun kişisel değil.
Eğer, kaale alınmayacak sayıda insan bu ihmalkârlığı yapmış olsa idi, zâten bu yazıyı yazmanın anlamı olmayacak idi. Toplum olarak, “geleceği öngörme/plânlama”, “istenilen sonucu elde etmek ve istenmeyen sonuçlardan kaçınmak için önceden gerekli tedbirleri almak” konusunda arzu edilen bilinç seviyesinde olmadığımızı söylemek, herhâlde hakkaniyetsiz bir yargı olmayacaktır. Hemen her gün, bu yetersiz bilincin olumsuz tezahürlerine şâhit oluyoruz. “İş” ve “trafik” kazâlarında dünyâda ilk sıralarda olmamız, herhâlde “kaderimiz” olmasa gerek?!
Hülâsa, eğitimden ekonomiye, sağlıktan âile birliğinin güçlenerek devâmının sağlanmasına kadar, birey/toplum hayâtını ilgilendiren konularda, “geleceği öngörmek ve gerekeni yapmaya çalışmak” gelecekte daha mutlu ve müreffeh bir ülke olabilmenin zorunlu şartıdır. İnşallah, bu gerçeği idrâk etmekte gecikmeyiz…
Eskişehir, 05.12.2019