Bir Nefes Felsefe 10: Fârâbî, Nübüvvet’i Siyaset Felsefesinin  Merkezine Nasıl Yerleştirdi?

Geçen haftaki “Bir Nefes Felsefe” yazısında Tanrı’nın evreni nasıl yarattığını tâlimî/müsbet ilimler vasıtasıyla açıklayıp, niçin yarattığını ilâhîyat/felsefe disiplinleriyle  anlaşılabileceği üzerinde durmuştuk, hatırlarsanız. Müslüman filozofların  modern felsefede anlama ve açıklama, pozitif ve beşeri/tinsel ilimler ayrımına ve buralarda kullanılacak yöntemler farklılıklarına işaret etmesinin günümüz felsefe açısından da önemini belirtmiştik. 

Aristoteles’in ilimleri teorik, pratik ve poetik şeklindeki üçlü tasnifiyle Kindî’nin beşerî ve dinî ilimler tarzındaki ikili tasnifine göre Fârâbî’nin dil, mantık, tâlimî, ilâhîyat ve medenî ilimler şeklinde daha kapsamlı ve kendine has bir tasnif yapması önemli. Buna ilaveten özellikle medenî ilimler kapsamına fıkıh-kelâm ve ahlak disiplinlerini belirtmesi Tanrı-evren-insan irtibatının yeryüzünde erdemli bir şekilde nasıl kurulabileceğini göstermesi üzerinde bu yazıda duracağız. 

 

1. Felsefe-Kelâm İlişkisi

Bu husus, günümüzde teoloji/kelâm ile felsefe ilişkisini açısından önemlidir. Nitekim Paul Tillich, Din; nihâî kaygının nesnesi/hali olup, bunun incelenmesinin iki tarzda olacağını söyler. Bunlardan biri olan felsefe, varoluşun yapısı hakkında ontolojik sorular sorarken, teoloji, nihâî kaygının yapısı hakkındaki aksiyolojik (değer merkezli)  sorularla ilgilenir. Teoloji, varoluşsal anlamda edilenin vahyi bağlamda cevaplandırmasını hedeflediği için bir anlamda felsefe ile yapılan bir diyalogdur. Felsefe, bu arayışı evrensel terimlerle yaptığı için aralarında bir çatışma veya sentez aramanın bir anlamı yoktur, zira felsefe ve teoloji/kelâm birbirinin yanındadır.

Felsefenin amacı, her bireyin tahsilu’s-saade (mutluluğu elde etme) olunca, filozoflar teori-pratik uyumunun önce şahsında gerçekleştirecek önlemler (tedbirü’l-mütevahhid) alması, ardından refik ve/ya refikası yani hayat yoldaşıyla ev’de bunu gerçekleştirmesi (tedbiru’l-menzil), ve nihayetinde devlet (şehir/site) bunun sağlanması için gerekli önlemler (tedbiru’l-mudün) alınması üzerinde dururlar.  Fârâbî’’nin ilimler tasnifini ve nasıl bütüncül bir sistem oluşturduğunu bir de bu bağlamda düşünün lütfen. Bu âlimler, İlm-i nazar veya nazarî hikmet dedikleri disiplinin gayesini Hakikat’in araştırılması olarak belirlemiş ve ne kadar derinleşilirse o kadar iyi olacaktır demişlerdir. İtidal ise pratik yani siyaset felsefesinde önemlidir. Hakk’ın ve Hayr’ın bilgisi ancak böyle edilir. 

Konusunun “Varlık” olması filozofun bir varlık inşa etmesi anlamında değil, Varlığın bilgisini elde ederek, onun küçük harfle yazılan varlık; yani âlem ile olan ilişkisini kurgulamaktır. Bu çerçevede metafizik, matematik ve fizik gibi teorik ilimlerin lisan ve mantık gibi alet ilimler vasıtasıyla kavranması ve pratiğe mantıksal tutarlılık içinde aktarılması önemlidir.

 

2. Hukuk-Siyaset Felsefesi İlişkisi

Fârâbî, dinde yer alan uygulamalı (ameli) hususlarda fıkıh/hukuk disiplinini siyaset felsefesi içinde inceler. Fıkıh, siyasetin içerdiği tümel ilkelerin cüzileri olan şeyleri içine alır ve pratik felsefeyi oluşturur. Medenî ilimler irâdî yetiler, toplumsal uygulamalar, eylemler ve külli kanunları araştırır. Zamandan zamana durumdan duruma  göre belirlenen düzenlemeleri incelenir ve yönetim tarzlarını buna göre tasnif eder. Dinde bulunan nazarî şeyler fıkıh ise, ya nazarî felsefenin içerdiği küllilerin cüzilerini içerir ya da nazarî felsefeye dahil olan şeylerin misallerini inceler. 

Bu açıdan fıkıh insana kanun koyucunu değerlendirme ve sınırlandırma bakımından açıkladığı şeyleri tanımlar, açıklamadığı bir hususu değerlendirmede gerekli olan çıkarsama (istidlal) gücünü verir.  Kanun koyucunun amacına göre halk arasında koyduğu kanunun illetine dikkat ederek bunun tashihini araştırır. 

Tam bu noktada Mantık disiplini devreye girer.  Çünkü tasavvur kavramlara (terimlere),  tasdik ise hükümlere ve önermelere ait olup, hukuk ve siyasetle ilgilidir. Çünkü  “karar alma ve uygulamada doğru yargı”ya oluşmada mantıksal tutarlılık şarttır. Diğer bir ifadeyle, mantık beşeri hayata dair bütün söylem türlerinin analiz edilmesini ve tutarlı olanların tercihini sağlar. (Ebu Nasr el-Fârâbî, İlimlerin Sayımı, telif ve tercüme M.Uyanık, A.Akyol, Elis Yayınevi, Ankara 2019:160-168)

Fârâbî’, dünyada yaşarken mutlu olmak (tahsilu’s-saade) ve ahirette ise en yüce iyi olan saadetu’l-kusva’ya ulaşmak, hikmet ilimlerinin elde edilmesiyle mümkün olacağını söyler. Ahlak ile siyaset disiplinlerini iç içe olduğunu belirterek “etik-politik” bir söylem oluşturur. Tahsilu’s-Saâde, et-Tenbih alâ Sebili’s-Saade, Fusûlu’l-Medenî, es-Siyasetü’l-Medenîyye ve el-Medinetü’l-Fazıla adlı eserleri bu bağlamda incelenebilir.

 

3. Cibril Hadisi: Bireysel Mutluluk ve Kurtuluşun Temin Yolları

Dünyada huzur ve refahın ahirette ise nihâî mutluluğun elde edilmesinde herhangi bir bireyin ne yapması gerektiği bu hadis üzerinden takip edilebilir. Bunun için teorik (iman) ilkelerin iyi bilinmesi, bunların ilk peygamberden itibaren Tevhid diye sunulması önemlidir. Bu ilkelerin farklı zaman ve mekânlarda yatay ilişkilerde uygulanmasında tahrifler olduğu zaman dikey müdahale ile temel ilkelerin yeni bir yol ve yöntem ile yeniden gönderildiğini ve bunun nihâî simgesinin Hz. Muhammed olduğunu belirtiyoruz.

 Peygamberlerin insanlığın fikrî birikiminde seçkin insanlar olduğunu onlarla yolda-ş olup, beşikten mezara kadar sürekli ilim talep eden kişinin bu teorik hususları (iman esaslarını) bilmesi son derece önemlidir. Ardından hayata geçirilme tarzı (İslâm) gelir. İlme’l-yakin olarak teorik hususları bilenin bunları uygulamaya geçirmesine (İslâm) ayne’l yakin denilir.  

Bunlar dünyada mutluluğun ve huzurun temin yollarını gösterir. Teorik ve pratik uyumunu sağlamanın dünyada ihsan denen yani sanki O’nu görüyormuş gibi yaşayacağının belirtilmesine dikkat edilmelidir. Çünkü Muhsin kişinin halk içinde Hak ile beraber olacağını, bunun ahiretteki nihâî kurtuluş ve mutluluğunun (saadetü’l-kusva) yeryüzünde izdüşümü olarak nitelendirilebilir.

Hz. Âdem’den itibaren farklı zaman ve mekânlarda farklı dillerde, farklı kavimlere farklı uyarıcılar/uygulayıcılar tarafından hep aynı temel ilkeler, öncüller gönderilmiştir. Allah, Hz. Muhammed’e vahyettiği hususların aynısını, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa’ya da indirdiğini belirtmiş; “Din“i dosdoğru tutup, ayrılığa düşmememizi; (K.K.42/13) bu anlamda “peygamberler arasında ayırım yapmamamızı ister.” (K.K. 2/285) Bu bütün peygamberlere saygı ve hürmet gösterilmesini gerekli kılar; çünkü Hz. Âdem’den bu yana bütün peygamberler insanlığın mutluluğu ve huzuru için mücadele etmiş, örnek ve seçkin kişilerdir. 

Bir daha peygamber gönderilmeyeceğine göre, kıyamete kadar nihâî ilâhî söylemin okunması, yorumlanması ve hayata geçirilme çabası nasıl olacaktır? İşte burada bizim Hitit Üniversitesi Çorum ilâhîyat fakültesinde İslam felsefesinde “âlimler peygamberlerin varisleridir” diyerek kadın ve erkek her dinde uzmanlaşan (tefakkuh) onun varisleri/takipçileri olma durumundan bahsedip, Fârâbî’’nin etik-politik bir söylemle nübüvvet kavramını siyaset felsefesinin merkezine taşıdığını vurguluyoruz. 

 

4. Fârâbî ve Etik-Politik Söylemi: Bütün Felsefeyi Uygun Bir Siyasî Çerçevede Sunmak 

Fârâbî’yi “İkinci Üstad” kılan Tanrı-evren-insan ilişkisine dair kurduğu felsefî sistemdir. Özellikle Mantık alanında yaptığı katkılar, dil ve düşünce irtibatını tasavvur ve tasdik diye kurması, yakinî bilgiyi (burhan) temellendirmesi, tabiat bilimleri ile ilâhîyat ve felsefenin (tinsel disiplinlerin) irtibatını sağlaması ve bunları siyaset felsefesi bağlamında bütüncül bir şekilde “sistem felsefesi” olarak sunmasıdır.

Dinî ilimler olarak fıkıh, kelâm ve ahlâkın medenî ilimler çerçevesinde incelenmesi, peygamberin vahyi pratiğe aktarmasının felsefî dile dönüştürülmesidir. Burada vurgulanmak istenen evrenin nasıl yaratıldığını tâlimî ilimler ile anlayıp, açıklandıktan sonra niçin yaratıldığı bağlamında ilâhîyatın (felsefe-i ula) devreye girdiği, medenî ilimler (fıkıh, kelâm ve ahlâk) ile etik politik bir sistem oluşturduğudur. 

İlk peygamberden itibaren dünyada refah ve huzuru, ahirette ise mutlak felahı getirecek temel ilkelerin hayata geçiriliş sürecini eleştirel ve rasyonel bir şekilde incelediler. Elde ettikleri hikemi bilgi birikimini Hz. Muhammed’in (sav) getirdiği yeni söylem bağlamında okudular. Bunun metafizik ve epistemik temellerini araştırıp, nübüvvet kurumunun işlevini Peygamberimizden sonra nasıl ve kimler tarafından devam ettirileceğini incelemeye başladılar. 

Biz Fârâbî’ye dinin özü  “etik-politik” derken öncelikle felsefede mümkün olduğunca derinleşip, dini verilerde de aynı şekilde derinlemesine inceleyip (tefakkuh), doğru bir inanç üzerine itidalli ve adaletli doğru bir eylemin sağlanacağını kast ediyoruz.  Tanrı, evren, insan ve saadet döngüsü bu dünya ve ahiret boyutuyla ilgilidir. Ondan gelip ona dönüleceğini bilip onun rızasına uygun yaşamaya çalışırken olumsuzluklar yaşamanın, mutluluğuna en olacak durumlar ile karşılaşınca, geçici ve nihâî mutluluğa dair yapılması gerekenleri hatırlama bilinçliliğidir. 

Bu anlamda O, felsefeyi bir yaşam tarzı olarak görür ve buna uygun bir bilinçlilik içinde yaşar. Dolayısıyla etik politik söylem, kâinat/fizik ve metafizik/Tanrı hakkında doğru/sahih bilgilenmenin epistemik temelleri, mantıksal tutarlığı ile ahlâk, hukuk ve siyaset arasında zorunlu ve hayati bir ilişkiye dikkat etmeyi gerektirir.  

Öyle görünüyor ki, etik-politik söylem Platon’u takiben Fârâbî tarafından er-Reisü’l-evvel yani peygamberin temel kaygısı olarak sunulmuştur. Nitekim Fârâbî’, “ Kitabu’l-Mille, es-Siyasetü’l-Medenîye ve el-Medenîtü’l-fazıla eserlerindeki er-reisü’l-evvel tipolojisi neye ve/ya kime tekabül eder?” müzakeresini yapar. Ona göre, İlk Başkan, filozof, peygamber ve/ya hem filozof hem de peygamberleri simgeler.

Fârâbî ’nin ilk Başkanı, peygamber ise bunun Hz. Muhammed olması gerekir. İbn Meymun ise Hz. Musa’dır, der.  Eğer peygamber değilse veya o dönem peygamber yoksa filozof olmalıdır. Bilge yöneticiden kasıt budur. Velhasıl Fârâbî’nin felsefe ve din tasavvuru ve bunu etik politik söylem olarak sunması son derece önemlidir.  Meşşâî’ geleneğin başlı başına bir “Doğu Felsefesi” haline getirmeye çalışan İbn Sina da Kitabu’ş-Şifa adlı eserinde nübüvvetin ve ilâhî hukukun siyasi boyutları üzerinde durur ve en temel siyasi sorular üzerinde düşünmeye yöneltir. Belki bu husus üzerinde de dururuz, çünkü genelde atlanan bir nokta bu.   (Ahmet Arslan, (Fârâbî’, elMedînetü’lfâzıla, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara1990), “Önsöz”, XII; İsmail Erdoğan, “Fârâbî’nin Siyaset felsefesindeki “İlk Başkan” Oğuz Han Olabilir mi?” Felsefe ve Din Bilimlerinde Serbest Yazılar, edit.: İ. Oymak, R. Çelik, Kimlik yay., Kayseri 2018, 11-24)

 

5. Politik Rasyonalizmi Yeniden Tesis Etmek İçin Etik-Politik Söylem

Burada vurgulamak isteğimiz husus günümüz siyaset felsefesi terminolojisiyle söyleyecek olursak, filozofların tutumu politik rasyonalizmi yani toplumsal düzenin tesisi ve politik hayatın kuruluşunda akli çıkarımları önceleyip, bireylerin ve içinde kullandıkları grup veya cemaatlerin öznel veya kültürel ön yargıları yerine rasyonel ve etik temellendirmeleri geçirmeye yöneliktir. 

Peygamberimizin vefatıyla ortaya çıkan gerilimler ve bunların aşılma yöntemlerini günümüz siyaset sosyolojisinin önde gelen isimlerinden Maurice Duverge’nin “her siyasal rejim, bir sosyal topluluk içindeki yönetenlerin örgütlenmelerinden ve varlıklarından doğan sorulara verilen bir cevaplar bütünüdür. Yönetenler nasıl seçilmiş­tir? Her birinin yapısı nedir?” soruları bağlamında okuyup politik rasyonalizmin nasıl politik irrasyonalizme geçtiğini anlamak kolaylaşır. 

Özellikle Hz. Osman ile birlikte tetiklenen gerilimler İslam tarihinde “ilk darbe” denilecek bir seri olayları tetiklemiş, Kureyş kabilesinin iki amcaoğulları olan Ümeyye oğulları ile Haşim oğulları arasında gerilim artmış iç savaşlar başlamıştır. Cemel, Sıffın, Kerbela ve Harre savaşları ile Mekke’nin talan edilmesi bu bağlamda okunabilir.

Peygamberimizin dinî ve siyasî ıslahatlarıyla ortaya koyduğu yeni düzene “karşı devrim” Emevîler tarafından gerçekleştirilmiş ve patrimonyal yapıya yani kabileci nizama tekrar dönüş yapılmıştır. Diğer bir ifadeyle peygamberimiz toplumsal aidiyet ve bilinçlilik anlamında asabiyete yeni bir anlam yüklerken, Emevîler, cahiliyet devrindeki şekli ve ona dönüşü sağlayan uygulamalar yapmışlardır. 

İslamiyet’in “İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partiler” diye nitelenen Şii, Harici yapılar da buna karşı direnişlerini sürdürmüşlerdir. Teolojik akım (fırka/hep) olarak sunulan Cebriyye, Mutezile ve Mürcie’nin bu siyasi erk mücadelelerine teorik arka plan sağlamak bağlamında okumaları da düşünürsek, Müslüman filozofların bu çatışma ortamından çıkıp politik rasyonalizmi yeniden gündeme getirdiğini de söylemek mümkündür.

Sözün Özü; Farabi’nin etik-politik söylemi bu açıdan önemlidir.  Çünkü bugün politik irrasyonalizm o dönemde patrimonyalizm, ebevi nizam veya kabilecilik denilen komütaryanizm yani cemaatçilik/grupçuluk ortaya çıkarmaya devam eden sorunları aşmayı bu söylemle olacağını düşünmüştür.  

(M.Uyanık-Aygün Akyol, İslam Felsefesi: Giriş -Tematik Okuma- Elis Yayınevi, Ankara 2020:700,735-779.Uyanık, İslam Siyaset Felsefesinde Sivil İtaatsizlik, Antalya, Otorite yayınevi 3. Basım 2014, 55 vd, Nevin A Mustafa, İslâm Siyâsî Düşüncesinde Muhâlefet (Hz.Muhammed Devrinden Abbasîlerin İkinci Yüzyılına Kadar [H. 1-232/ M. 622-846), çev.Vecdi Akyüz, İz Yayıncılık İstanbul 1990, 183 vd. J.Wellhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dini-Siyasi Muhalefet Partiler, çev. Fikret Işıltan, Ankara: TTK, 1989, Haricilik 1-87, Şia, 89-169)

Yazar
Mevlüt UYANIK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen