Avrupa’nın önemini hızla yitirerek yeni dünyanın periferisine kaydığı bir düzende zaaflarına çare bulamamak bir yana onları daha da derinleştiren AB’nin bir “proje olarak” önemini yitirmesi şaşırtıcı değildir.
Buna karşılık Türkiye’de AB konusunda yaşanan hayâl kırıklığının muğlâk bir “Batı” ve onunla özdeşleştirilen değerler karşıtlığına neden olması, sorunlarına çözüm üretemeyen bir projenin başarısızlığının “liberal demokrasi” eleştirisi ile “medeniyetler çatışması” yaklaşımını beslemesi fazlasıyla sorunludur.
*****
Bu yazı Sabah Gazetesi’nin 8 Nisan 2018 târihli nüshasından alınmıştır
M. Şükrü HANİOĞLU
Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında geçtiğimiz ay sonunda Varna’da gerçekleştirilen liderler zirvesinde üyelik sürecinde ilerleme ve ihtilâflara somut çözümler getirme konularında adımlar atılamamasına karşılık “ilişkileri sürdürme” arzusu teyit edilmiştir.
Diplomatik dilden gündelik lisana tercüme olunduklarında toplantı sonrasında yapılan açıklamaların, 1963’te başlayan, 1987, 1999 ve 2005 senelerinde önemli yeni başlangıçların yaşandığı bir ilişkinin ulaşacağı nokta konusunda ümit vermediği ortadadır.
İlk olarak Valéry Giscard d’Estaing tarafından dile getirilen, sonrasında da resmî olmayan zeminlerde tekrarlanan muğlâk “imtiyazlı ortaklık” tezinin ağırlık kazandığı AB, 2015 sonrası gelişmeler nedeniyle bunun da gerisinde “ilişkiyi derin soğutucuda tutma” yaklaşımına yönelmiş durumdadır.
Buna karşılık AB üyeliği, Lizbon Antlaşması’nın (2007) hayata geçirilmesinde yaşanan zorluklar, anayasa projesinin başarısızlıkla neticelenmesi, genişlemenin hazmolunamaması, milliyetçi sağın yükselişi, çok kültürlülüğün gözden düşmesi, Brexit ve Polonya ile birliğin temel ilkelerinin sorgulanmasına neden olan çatışma benzeri gelişmeler nedeniyle 2005 yılındaki câzibesini kaybetmiş durumdadır.
Gelinen noktada AB bir “proje” olarak sadece Ankara değil Türkiye kamuoyu nezdinde de öncelik taşımamaktadır.
Jürgen Habermas yıllar önce AB’nin “finans piyasaları merkezli bir teknokrasi” haline dönüştüğünü gözlemleyerek bunun yarattığı sorunların üstesinden ancak “ulusallık”ı aşan bir “demokrasi” ile gelinebileceğini dile getirmişti. AB’nin 2005 anayasa referandumları sonrasında bunun tam tersine bir yol izlediği açıktır. AB işlevsel “demokrasi eksikliği”ni giderecek yollar bulamamanın yanı sıra “Avrupa demos”u yaratma alanında başarısız olmuş ve en azından kısa vâdede “ulus devlet”i aşan bir kimlik yaratamayacağını kabullenmek zorunda kalmıştır.
“Aşk-nefret” ilişkimiz
Geniş zaviyeden bakıldığında modernliğin başlangıcı ilâ İkinci Dünya Savaşı arasındaki diliminde medeniyetini dünyanın diğer bölgelerine gereğinde zor kullanarak benimsettiren Avrupa’nın günümüzde, Dipesh Chakrabarty’nin ifadesini kullanacak olursak, “taşralaşması”nın da câzibe kaybına etkide bulunduğunu belirtmek gerekir.
Avrupa’nın önemini hızla yitirerek yeni dünyanın periferisine kaydığı bir düzende zaaflarına çare bulamamak bir yana onları daha da derinleştiren AB’nin bir “proje olarak” önemini yitirmesi şaşırtıcı değildir.
Buna karşılık Türkiye’de AB konusunda yaşanan hayâl kırıklığının muğlâk bir “Batı” ve onunla özdeşleştirilen değerler karşıtlığına neden olması, sorunlarına çözüm üretemeyen bir projenin başarısızlığının “liberal demokrasi” eleştirisi ile “medeniyetler çatışması” yaklaşımını beslemesi fazlasıyla sorunludur.
AB projesi Türkiye için sağlayacağı ekonomik avantajlar dışında “Batı”ya yönelik olarak iki asrı aşan süredir içselleştirdiğimiz “aşk-nefret” ilişkisini “ifrat” ve “tefrit”ten kurtararak normalleştirme imkânı sunmuştur.
Asırlardır bir taraftan “Batı”nın gelişimine hayranlık duyan ama öte yandan da onu “Öteki”leştiren bir yapı için AB üyeliği “farklılık” ve “ortaklıklar”ın beraberce yaşatılacağı bir yapıya dahil olma anlamına gelmiştir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde “AB projesi” Türkiye için ekonomik yönü ağır basan bir “entegrasyon girişimi” olmanın ötesinde değer taşımıştır.
Benzer yorumu AB için de dile getirmek mümkündür. AB açısından da Türkiye’nin üyeliği basit bir “genişleme” değil projenin çok kültürlülük iddiasını ete kemiğe büründürecek, dinî aidiyete kör “Avrupa demos”u yaratma alanında hayatî katkı sağlayacak, geçmişi derinlere uzanan bir “Ötekileştirme”yi sonlandıracak bir gelişme olma özelliği taşımıştır.
2005’te gelinen nokta, daha sonra Benedict XVI adı ile papa olacak olan Kardinal Joseph Ratzinger’in Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkarken geliştirdiği söylemde dile getirilen, “Avrupa’yı Antik Yunan felsefesi, Roma Hukuku, Aydınlanma ve İslâm”ı yok sayarak sadece “Hıristiyanlık”ın ürünü olarak gören yaklaşım ile Kopenhag Kriterleri’nin zorunlu kıldığı demokratikleşme, hukuk devletinin güçlendirilmesi ve insan ve azınlık haklarının korunmasını “bölünme reçetesi” olarak sunan siyaset anlayışının aşıldığı anlamına gelmekteydi.
Kopenhag Kriterleri
Dolayısıyla Türkiye’nin üyeliğinin sürüncemede kalması ve ulaşılması mümkün olmayan bir hedef haline dönüştürülmesi her iki taraf için de “hayatî önemi haiz fırsat”ın hebâsı anlamına gelmiştir.
Üyelik girişiminde ulaşılan nokta Türkiye açısından bir diğer sorunu da beraberinde getirmiştir. 2005 sonrasında yaşanan süreç içinde “Batı” ile yaşadığı “aşk-nefret” ilişkisinin tedricen birinci bileşeni törpülenen ikincisi ise güçlenen Türkiye için bu gelişme söz konusu proje ile ilişkilendirilen “değerler”in de sorgulanmasına yol açmıştır.
AB’nin başarısızlığı ve Türkiye’nin üyelik girişiminin fiilen rafa kalkması projenin dayandığı “Batılı değerler”in de anlamsız olduğu, bunların Türkiye’nin özgün karakteri ve çıkarları ile çatıştığı yaklaşımını tahkim etmiştir.
AB projesinin başarısızlığının nedeni onun dayandığı temel ilkeler değildir. Bunu doğuran değişen “zaman ruhu,” adaylar ve üyelerden daha fazla “demokrasi” talep eden AB’nin kendi “demokrasi açığı”nı kapatamaması, “temsil”i anlamı düzeye yükseltememesi, çok kültürlülüğü hayata geçirememesi ve “ulus devletler”i aşan “kimlik” geliştirememesidir.
Ancak bu “Batı” ile özdeşleştirilen buna karşılık üniversel nitelikli “değerler”in anlamsız olduğu biçiminde yorumlanamaz. Buradan ve üyelik sürecinde takınılan dışlayıcı tutumdan yola çıkarak Türkiye’nin projenin yanı sıra demokratikleşme, hukuk devletini güçlendirme, insan haklarını hayata geçirme benzeri konuları da öncelikleri arasından çıkartması kendi zararına olacaktır. Bunlara, üyelik gerçekleşmezse “verilmemesi gereken tavizler” olarak yaklaşmak hatalıdır.
Türkiye, AB projesinden bağımsız olarak Kopenhag Kriterleri’nde dile getirilen ilkeleri hayata geçirmeyi aslî hedefi olarak görmeyi sürdürmelidir. Bunlar “AB,” “Avrupa,” ve “Batı”ya ait değil “üniversel” değerlerdir. AB projesinin başarısızlığı ve Avrupa’nın yeni dünya düzeninde ağırlığını kaybetmesi onlara sahip olunmasını anlamsız kılmamaktadır.
YAZININ DEVÂMINI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYINIZ
———————————————–
Kaynak:
https://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2018/04/08/bir-proje-olarak-avrupa-birligi-ve-turkiye
Türkiye’nin gelecek tasavvuru zikredilen kriterleri yerine getirmiş bir toplum haline gelmek olmalıdır. Bu hedefe ulaşıldığında “Avrupa”nın yeni dünyadaki konumu, AB projesinin aldığı şekil ve Türkiye’nin birliğe üyeliği çok da önem taşımayacaktır.