Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU
“İktidar ifsâd eder, mutlak iktidar mutlak sûrette ifsâd eder”[i]
Lord Acton,
Mandell Creighton’a mektubundan, 1887
“Bütün insanlarda varolan ve ancak ölümle sona eren, sürekli ve durmak bilmez bir iktidar arzusu vardır”[ii]
Thomas Hobbes., Leviathan
“…mülk, bütün dünyevî hayırları (menfaatları), bedenî arzuları ve nefsânî hazları şumûlüne alan zevkli ve şerefli bir mevkidir. Bu yüzden ekseriya onda rekabet vuku’a gelmekte ve mağlûp olması hali müstesnâ, mülkü rakîbine teslim eden çok az kimse görülmektedir.
İbn Haldûn., Mukaddime
İktidar
İktidar varlığın ve hayatın hem tabiî bir sonucudur ve hem de sebebi; onun kaçınılamaz bir rüknü olduğu gibi şartıdır da. Çünkü, “var-olmak” bir “düzen” demektir; düzen ise onu var kılan ve ayakta tutan, devam ettiren bir gücü zarûrî kılar ki bu güç ise “iktidar”dan başkası değildir. Söz gelimi, Tabiat Kanunları diye bir kanun fikrinden bahsedebiliyor isek, bu kanunları tabiata vaz’ eden ve her dâim ayakta tutan bir muktedir gücü, yâni “iktidar”ı da, açıkça veya gizlice ka- bûl etmiş oluruz. Beri yandan hayat, ister beşerî ister hayvânî, en umûmî mânâsında olsun, “düzen” demek olduğuna binâen, o da bir “iktidar” kavramına mürâcaat edilmeden açıklanamaz. Canlı ile cansız’ı birbirinden kesin hatlarla ayırmaya yarayan, Üexküll’ün üç fonksiyon çemberinden birisi “üreme”, diğeri “beslenme” ve üçüncüsü ise “korunma”dır: Canlılar ürer, beslenir ve korunur; işte bu sonuncusu diğerlerini de te’mînat altına alan “iktidar”dır; tavşan âleminde de kendine göre bir korunma mekanizması, yâni bir iktidar vardır, arslan âleminde de Başvuru:bir başkası, ama mutlaka hepsinde vardır. İnsan’a gelince; bütün varlıkların en karmaşığı, en muğlâkı olması hasebiyle, bütün korunma mekanizmalarının, yâni bütün iktidarların en karmaşık ve en muğlâk olanı da tabiatiyle O’nun dünyasına hastır. İnsan, bütün varlıklardan daha fazla kudrete ve iktidâra muhtaç olduğu gibi aynı zamanda ihtiras sâhibi olan tek varlıktır da. İnsan ihtiras sâhibi bir varlıktır ve ancak ihtiraslarıyla insan olur; ancak ölüler ihtiras duymaz ve bu sebeple de insan, ihtiras (tutku) olmadan, harekete geç(e)mez. İhtiras, kişinin rûhunun bütün gücüyle birşeyi istemesidir. Bugünkü – ifâde gücü zayıflatılmış ve bir medeniyet dili olma vasfını kaybetme sınırına varmış bulunan – Türkçe’de sâdece “tutku” ile ifâde edilen bu insânî tavır, klasik Türkçe’de ‘ihtiras’ ve ‘hırs’ diye iki ayrı kelime ile ifâde edilmektedir ki burada ihtiras esas olarak meşrû ve pozitif bir anlam taşırken hırs’a az ya da çok, kötü bir şey gözü ile bakılır; zîra, hırs’ta ahlâkî bir endîşe yoktur. İnsanlık için bir zarûret olan ihtiras’ı, Hegel, “insanın kendindeki tüm ferdiyet, sâhip olduğu ve olabileceği bütün başka ilgiler ve gayeleri bir kenara bırakarak damarlarındaki bütün istekle kendisini belirli bir konuya adadığı, bu gaye üzerinde bütün ihtiyaç ve güçlerini yoğunlaştırdığı zamanki ilgi” olarak tanımladıktan sonra, “dünyada hiç bir yüce şeyin, tutku (ihtiras) olmaksızın meydana getirilmemiş olduğunu söylememiz gerekir. Tutku (ihtiras), içeriğin ya da gayenin henüz belirlenmemiş olduğu isteme enerjisinin ve etkinliğin öznel, formel yönüdür” diye ilâve eder (Hegel, 2001:86); filhakika (Çağına :385) hiçbir yüce gaye, ihtiras olmadan gerçekleştirilememiştir. İhtiras ile Tarih’in ilerlemesi sağlanır; diğer bir ifâdeyle, ihtiras Tarih’in motorudur; Tarih, ilerlemek için ihtirasa muhtaçtır. İnsan ihtiras sâhibidir; Hobbes’un Leviathan’da belirtmiş olduğu gibi, “bütün insanlarda varolan ve ancak ölümle sona eren, sürekli ve durmak bilmez bir kudret (iktidar) arzusu (restless desire of power) vardır” (Hobbes 1991:85-86).
İhtiras hakikî mânâda insana hastır, hayvanda bulunmaz; çünkü instinktif değil kognitiftir, şuûrun mahsûlüdür ve “tasarrufta bulunma” arzusudur. Hayvanın ise tasarrufu yoktur, onun yalnız “çevre”si vardır; insan ihtiras ve irâde ile “çev- re”yi “dünya”ya dönüştürür. Yâni hayvanın verili tabiat üzerinde tasarrufta bulunamamasına, tabiatı değiştirmek gibi bir dâvâsı olmamasına, ihtiyâcından daha fazlasını talep edememesine, yâni muhteris olmamasına ve bir mânevî dünyası bulunmamasına karşılık, insan hem tabiat üzerinde tasarrufta bulunur, yâni sâdece tabiata uymaya çalışmakla yetinmez, O’nu değiştirir de, hem de ihtiyâcından daha fazlasını talep eder; ayrıca, insan, insan üzerine hükmetme konusunda da ihtiras sâhibidir, hattâ ihtirasın ve hırsın asıl olarak kendisini gösterdiği alan da budur. Yâni, hâsılı, insan ihtiras küpüdür ve kezâlik, insan’ın bir de mânevi dünyası vardır. Bütün bunlar ise düzen demektir, düzen ise güç, yâni iktidar.
Şu hâlde “iktidar” nedir?
Burada, ilkin, tam ve kesin, dört başı mâmur bir tanımını yapmanın pek mümkün görünmediği “iktidar”ı, ilk olarak, üzerinde hayli büyük bir mutâbakat olduğu söylenebilecek en geniş ve en şumûllü ifâdesiyle “bir kimsenin veya bir grup insanın, kendi arzularına göre, diğer insanların veya grupların davranışlarını tâyin edebilme veya yoğurabilme yeteneği” şeklinde takdim edip, “şiddet kullanma”nın, Max Weber tarafından tanımlandığı şekliyle siyâsi iktidarın belirleyici hassası olduğunu (Weber, 1998:239) hâtırlatarak biraz daha açmağa çalışacak, ancak, asıl konumuzu dağıtmamak maksadıyla, sâdece, bu çetrefilli kavramın târifi ve beyân-ı evsâfı cihetinde kalın çizgilerle serdedilen birkaç belli tanıtım ile iktifâ edeceğiz.
Ahmet Cevizci, iktidar’ı felsefî bir kavram olarak dört maddede hulâsa etmektedir (Cevizci, 2000:494) 1. Genel olarak, eylemde bulunma, bir şeyler yapabilme doğal gücü ya da yeteneği. 2. Etkide ya da eylemde bulunma imkânı veren hukukî, siyasî ya da ahlâkî güç. Formel olarak, A’nın B’yi B’nin yapmayı tercih etmediği bir şeyi yapmaya zorlama gücü ya da kudreti. 3. Devlet yönetimini elinde bulunduranların, bir toplumu yönetenlerin siyasî, hukukî ve fiilî gücü. 4. Yönetenlerin, yönetme yetkisini elinde bulunduranların kendileri, hükümet.
Bir sözlük için oldukça mufassal sayılabilecek “Güç/ İktidar” maddesinde, iktidar’ı
“İnsanların ya da bireylerin eylemde bulunma, yapıp etme yetisi; belli bir işi başarma, ortaya birtakım etkiler ya da sonuçlar çıkarabilme yeteneği; fiziksel ya da tinsel bir etki yaratabilme ya da bu tür bir etkiye karşı direne- bilme yeteneği; doğrudan ya da dolaylı yollarla değişimi meydana getirme ya da olası değişimleri önleyip önüne geçme kapasitesi; devletlerin, hükümetlerin ya da ku- rumların ellerinde bulunan yönetme yetkisi; toplumu yönetenlerin siyasal, hukuksal, toplumsal yapıp etmelerinin en temel dayanağı. Güç daha genel bir açıdan, belli bir sonuca ulaşmak, belli bir amacı gerçekleştirmek amacıyla, başta toplumsal, siyasal ve ekonomik gereçler olmak üzere, eldeki bütün araçları istenen sonuçları sağlamak amacıyla kullanabilme becerisi olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda gücün değeri, çoğunlukla istediği sonucu elde etme yolunda karşısına engel olarak çıkan öteki güçlerle giriştiği mücadeleye bakılarak ölçülmektedir. Buna karşı, toplum ile siyaset felsefelerinde, daha dar kapsamlı güç anlayışları bu bağlamda sözü geçen gücün doğasını ayrıntılandırarak açıklama yoluna gitmektedirler. Buna göre, toplumsal güç eyleyenlerin ilgileri ile yönelimlerini etkileme kapasitesi olarak tanımlanırken, normatif (düzgüsel) güç haklar, sorumluluklar, ödevler türünden normatif ilişkileri etkileme kapasitesi olarak değerlendirilmektedir.”
şeklinde açıklayan A. Güçlü, E. Uzun, S. Uzun ve Ü. H. Yolsal (Güçlü, Uzun, 2003:628), Foucault’nun, üzerinde hayli emek sarfettiği iktidar kavramı hakkındaki görüşlerini de şöyle özetlemektedirler (Güçlü, Uzun, 2003:385).
…. Foucault’ya göre bütün toplumsal ilişkileri son çözümlemede birer güç /iktidar dizgesi olarak tanımlamak olanaklıdır.
…./ Foucault(‘ya göre – D.H.) çağdaş iktidar kavramının en belirgin özniteliklerini şu biçimde sıralamak olanaklıdır: (i) Toplumun olduğu her yerde iktidar vardır; iktidar toplumla birlikte varolur, iktidar, toplumsal yapının içine işlediği gibi, tek tek bütün bireyleri ve eylemleri yönetmesi anlamında toplumların siyasal omurgasını oluşturmaktadır./… (ii) İktidar ilişkileri hem kendilerini belirleyen hem de kendilerini belirledikleri üretim, hukuk, cinsellik, akrabalık türünden ilişkilerle dokunmuşlardır./… (iii) İktidar ilişkilerinin alabildiğine çeşitli, birbirinden son derece farklı değişik türleri bulunmaktadır./…. (iv) İktidar ilişkileri çokbiçimlidirler, salt egemen olanlar ile egemen olunanlar ikili karşıtlığı doğrultusunda kavrana- mazlar. İktidar herkesin kendisine yakalandığı, gücü uygulayan herkesin bir biçimde kendisini kendisine güç uygularken bulduğu bir makinedir./… (v) İktidar belli stratejiler geliştirmek yoluyla bir “güç” haline geldiğinden, her koşulda işlevselliğe konu olmak durumundadır. Hem bir söylem hem de bir pratik olması nedeniyle, bilgiyle birbirinden koparılmayacak denli yakın bir ilişki içersindedir./… İktidar ile bilgi kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikte “iktidar/bilgi’ ilişkilerinde birbirlerini gerektirirler. İktidar yalnızca bilgi düzeyinde değil, arzu düzeyinde yarattığı etkilerle de belirleyici bir konumdadır. Başta toplum bilimleri olmak üzere, iktidar bilginin önünü kesmek bir yana tam da bilgiyi üretmektedir. (vi) İktidarın olduğu her yerde, her durumda çoğunlukla yine iktidar tarafından örülmüş bulunan bir direniş söz konusudur.
İktidar her yerdedir ama her şeyi yapabilir, her şeye gücü yeter değildir./…
İktidar konusu üzerinde çalışan Michel Foucault, iktidarı beş farklı açıdan gözlem altına alarak, sonuçta, iktidar üzerine yapılan araştırmaları iktidarın hukukî yapısının, devlet aygıtlarının ve ona eşlik eden ideolojilerin tarafına yöneltmek yerine; egemenliğin, uyruklaştırma biçimlerinin ve buna ilişkin yerel sistemlerin kullanılışlarının ve bağlantılarının, bilme aygıtlarının tarafına yöneltmek gerektiğini, iktidarın incelenmesinde, icat edilmiş mutlak egemen bir insan, devletin bir takım kurucu öğeleri tarafından bir araya getirilmiş, birbirinden farklı bireyselliklerin pıhtılaşmasından başka bir şey olarak düşünmediği Leviathan modelinden vazgeçilmesi gerektiğini öne sürmekte ve iktidarı hukukî iktidarın ve devletin kuruluşunun belirlediği alanın dışında incelemek istediğini, bunun için de bir tarihî olgu olarak karşımızda duran ve Ortaçağdan günümüze dek uzanan hukukî-siyâsî iktidar kuramından uzak durulması gerektiğini söylemektedir (Urhan, 2007:103-105).
Konuya bir siyâset bilimci kimliği ile yaklaşan ve devleti oluşturan temel öğelerin “ülke”, “ulus”, “iktidar” ve “egemenlik” olduğunun söylenebileceğini belirten Kışlalı (1997:101), hemen bundan sonraki sayfalarda siyâset bilimi noktai nazarından ezcümle şunları dercetmektedir:
“…siyasal iktidar”ın bulunmadığı bir devlet düşünülemez. Buna karşılık, siyasal iktidar kavramına ve kuru- muna, yalnız devlet çerçevesinde rastlanmaz. Çağdaş anlamda devlet olarak nitelendiremeyeceğimiz toplum ve topluluklarda da bir iktidar olgusu vardır./…
İktidar, geniş anlamıyla, kendi iradesini egemen kıla- bilme, başkalarının davranışlarını denetleyebilme, bir şeyi yapmaya ya da yapmamaya zorlayabilme gücü olarak ta- nımlanabilir./….iktidar başkalarını yönetme gücüdür.
Bu geniş tanımdan hareket edersek, birinin buyruk verip bir başkasının da ona boyun eğdiği her durumda iktidarın varlığından, buyruk veren kişinin ötekisi üzerinde bir iktidarının bulunduğundan sözedebiliriz./…
Siyaset bilimi açısından asıl önem taşıyan iktidar türü, “siyasal iktidar” dır. Parsons iktidarı şöyle tanımlıyor: “İktidar, belli bir topluluğun üyelerinin ortak çıkarları açısından taşıdığı önem nedeniyle meşru sayılan bazı yükümlülüklerin yerine getirilmesine yönelik bir genel yetkinin uygulamaya konulmasıdır.” Eğer sözkonusu olan, toplumun bir kesimi değil de tümüyse, siyasal iktidar kavramıyla karşı karşıya geliriz. Siyasal iktidar, en genel, en kapsamlı, en üstün, toplumu oluşturan bireyler üzerinde zor kullanma tekeline sahip bulunan bir iktidar biçimidir.
Siyasal iktidar en genel iktidardır, çünkü toplumun sadece bir kesimi üzerinde değil tümü üzerinde geçerlidir. En kapsamlı iktidardır, çünkü yetki alanı çok geniştir ve hemen toplumu ilgilendiren tüm ortak konulara kadar uzanır. En üstün iktidardır, çünkü toplum içinde geçerli olan tüm diğer iktidarlara da etki etme, sınırlar koyma ve denetleme olanaklarına sahiptir. Nihayet siyasal iktidar, kararlarını yürütebilmek için gerektiğinde zor kullanma yetkisine meşru olarak sahip bulunan tek iktidar türüdür. Toplumda sözkonusu olabilecek diğer iktidarlar, ancak siyasal iktidarın kendilerine tanıdığı sınırlar içinde yaptırım uygulayabilirler. Siyasal iktidarın zor kullanabilme tekeline sahip bulunmasının nedeni, toplumsal yaşamın sürebilmesinin sağlanmasıdır. Eğer bir toplumda, siyasal iktidarın yanısıra başka iktidar odakları da zor kullanma gücüne sahipseler, o toplumun çok ciddi bir bunalımla karşı karşıya bulunduğunu söyleyebiliriz. Ama böyle bir durum sürekli olamaz. Ya sonunda toplum kendi içinde parçalanıp ayrı ayrı siyasal iktidarlar ve onlara ait egemenlik bölgeleri doğar, ya da sözkonusu güçlerden birisi, kendi üstünlüğünü diğerlerine kabul ettirip, kendisi siyasal iktidar olur ve diğerlerinin elindeki zor kullanma gücünü alır.
İnsanın hayvandan farklı olarak, fıtratan, sürekli bir tatminsizlik duygusu ile yüklü olduğunu ve hep, dâimâ daha yükseğini ve daha fazlasını talep ettiğini ve bu arada en büyük mutluluğu da güç ve zenginlikte gördüğünü söyleyen Russell, sürekli mutluluğu sağlayacak şeyin, insanoğlu için imkânsız olduğunu ve yalnızca Tanrı’nın gerçek mutluluğa eriştiğini, zîra saltanat ve iktidârın, şan ve şerefin O’nun olduğunu belirtmekte (Russel, 1990:2) ve hemen akabinde, “Yeryüzündeki saltanatlar, başka saltanatlarla sınırlıdır”; yeryüzündeki iktidarı ölüm kısa keser; piramitler de diksek, “ölümsüz şiire bağlı” da olsak, yeryüzündeki şan ve şeref, yüzyılların geçişiyle söner. İktidarı az olanlara, şan ve şerefi az olanlara, biraz daha fazlası yetecekmiş gibi gelir, ama böyle sananlar yanılmış olurlar: istekler doymak bilmezdir, sınırsızdır ve onlar ancak Tanrı’nın sonsuzluğunda yatıştırılabilir” demekte ve bir paragraf sonra ise, bu tatminsizlik hissinin insanoğlunu nerelere sürüklediğini “Var olmak ve çoğalmak hayvanlara yettiği halde, insanoğlu yayılmak ister ve insanoğlunun bu konudaki istekleri sadece hayal gücünün olanaklarıyla sınırlıdır. Her insan, eğer elinden gelse, Tanrı gibi olmak ister” cümleleriyle vurgulamakta ve bilâhare, “İnsanoğlunun sınır tanımayan isteklerinin en bellibaşlıları, iktidar ve şan kazanma istekleridir. Bunlar, her ne kadar çok yakın akraba iseler de, aynı şey değillerdir: Başbakanın şanından çok iktidarı, Kralın ise iktidarından çok şanı vardır. Bununla birlikte, bir kural olarak, şan kazanmanın en kolay yolu iktidar kazanmaktır; bu özellikle, toplumu ilgilendiren olaylarda eylemsel rol oynayan kişiler için böyledir” demekte(Russel, 1990:3-4) ve dikkat çekici bir metafora mürâcaat ederek, fizikte “ener- ji”nin temel kavram olması gibi, sosyolojide de “iktidar”ın temel kavram olduğunu, aynen enerji gibi çeşitli biçimlere girebildiğini ileri sürmekte ve şunları eklemektedir (Russel, 1990:5):
Bu kitapta ben, fizikte nasıl enerji temel kavramsa, aynı şekilde sosyolojide de iktidarın temel kavram olduğunu kanıtlamaya çalışacağım. Enerji nasıl çeşitli biçimler alıyorsa, iktidarın da aynı şekilde; servet, silah gücü, sivil makamlar, düşünceye söz geçirme gibi biçimleri vardır. Bunların hiçbiri bir diğerinden daha az önemli sayılamayacağı gibi, bu biçimlerin hiçbiri diğerlerinden de türe- memiştir./…
Siyâset ve iktidar hakkındaki dikkat çekici bir görüş de, siyâseti bir savaş olarak târif eden Maurice Duverger’ye âittir.
Politik Savaş’ın bir yandan iktidarı ele geçirmek, paylaşmak ya da etkilemek için savaşan insanlar, gruplar ve sınıflar arasında; öbür yandan da kumanda eden iktidarla ona karşı direnen vatandaşlar arasında olmak üzere, iki alanda cereyan ettiğini söyleyen Du- verger, bütün insan topluluklarında ve hattâ hayvan toplumlarında bile iktidar’ın, onu elinde tutanlara şeref, itibar, menfaat, zevk gibi üstünlükler ve imtiyazlar sağladığını ileri sürmekte; örnek olarak, ilk ağızda parlâmentoda bir sandalye, bir valilik makamı, bir bakanlık, general rütbesi ya da kardinal payesi elde etmek için savaşan insanların karşı karşıya geldiğini, büyük topluluklarda bu ferdî çatışmaların yanısıra, toplumun tümü içinde kurulmuş gruplar arasında da, bucaklar, iller, milletler arasındaki rekabetler; sınıflar, ırklar, ideolojiler arasındaki savaşların da bu sunıfa dâhil olduğunu vermekte ve, iktidar’ın dâimâ bir grubun, bir zümrenin, bir sınıfın yararına olarak yürütüldüğünü söylerken Marksizm’e, egemen sınıfın içinde devlet cihazının bir azınlığın elinde bulunduğunu söylerken de Gaetano, Michels ve Pareto gibi elitistlere yaklaşmaktadır (Duverger, 1971:17-18):
İkinci bir savaş şekli de vatandaşları iktidarla, yönetenleri yönetilenlerle, toplum üyelerini toplumsal baskı cihazıyle karşı karşıya getirir. Savaş, bir yandan vatandaşlar, öbür yandan da iktidar arasında değildir şüphesiz. Bu, iktidarı elinde tutan vatandaşların kimisiyle, buna katlanan öbür vatandaşlar arasındadır. İktidar daima bir grubun, bir zümrenin, bir sınıfın yararına olarak yürütülür; ona karşı savaş da başka gruplar, zümreler, sınıflar tarafından yönetilir. Bunlar, ötekilerin yerini almak isterler. Bununla birlikte, egemen sınıfın içinde de Devlet cihazı bir azınlığın elinde bulunur ve bununla çoğunluk arasında da, egemen sınıfla egemenlik altındaki sınıfı çatıştıran an- laşmazlık-lardan ayrı olan, birtakım anlaşmazlıklar doğar. Yönetenlerle yönetilenler, kumanda verenlerle boyun eğmek zorunda olanlar, iktidarla vatandaşlar arasındaki çekememezlik bütün insan toplumlarında kendini gösterir.
Haldûn felsefesinde aynı zamanda İktidar mânâsı da taşıyan Mülk, filozof tarafından, “tagallüb ve zorla hükmetmektir” şeklinde tanımlanırken, “Asabiyetin, giderek ulaştığı nihaî gaye” olduğu belirtilir. Haldûn’a göre, bu vazıyet, bir yandan insan olmaklığın ve cemiyet hayâtının fıtrî bir netîcesi olduğu gibi, diğer yandan ise, yine bu fıtratın bir netîcesi olarak da, zarûrî bir mansıptır (Haldun, 1988:537):
Mülk, insan için tabii bir mansıptır (institution). Zi- ra…insanlar için yaşamak ve var olmak, zaruri ihtiyaçlarını ve gıdalarını temin etmek üzere bir araya gelmeleri (içtimâ, social organization) ve yekdiğeriyle yardımlaşmaları sayesinde mümkündür. Bir içtimâ meydana getirdikleri zaman, zaruret onları muameleye ve ihtiyaçları gidermeye, herbirinin ihtiyaç duyduğu şeye el atmaya ve muhtaç olduğu şeyi diğer birinin elinden çekip almaya davet eder. Çünkü hayvani tabiatta, birbirine saldırma ve zulmetme hususu mevcuttur, öbürü ise, elindekini karşısındakine vermemek için mukavemet edecektir. Zira bu hususta beşerî kuvvetin gereği, gadap ve gururun icabı budur. Böylece mukateleye müncer olan bir çekişme durumu ortaya çıkar. Bu da kargaşaya, kan dökmeye ve nesilin kesilmesine sebebiyet veren, insanların ortadan kaldırılmalarına yol açar. Halbuki kusurun her türlüsünden münezzeh olan Allah’ın, bilhassa korunmasını istediği şeylerden biri de nesli (ve insan nev’ini) muhafazadır. İmdi, insanların yekdiğerine yönelttikleri tecavüzleri engelleyen bir hâkim olmadan kargaşa (fevzâ, anarchy) içinde bekaları ve yaşamaları imkânsızdır. Bundan dolayı bir müeyyideye (vâziî, yasak koyan, engel olan) muhtaç olmuşlardır. Bu müeyyide, başlarındaki hâkimdir. Bu hâkim de beşerî tabiatın icabı olarak mütehakkim ve kahir olan meliktir. Bu hususta zaruri olarak asabiyete ihtiyaç vardır. Zira söylemiş olduğumuz sebeplerden dolayı, hiç bir taarruz ve müdafaa (mu- talebât – mudafaât) asabiyet olmadan tam olarak gerçekleşmez. Görüldüğü gibi sözkonusu mülk, bütün taarruzların kendisine doğru yöneldiği şerefli bir mansıp olduğu için savunma hareketlerine muhtaçtır. Yukarıda da temas edildiği gibi, bu hususta asabiyetsiz hiç bir şey tam olarak tahakkuk etmez.
Yine Haldûn felsefesinde aynı zamanda Mülk (İktidar), “bütün dünyevi hayırları (menfaatları), bedeni arzuları ve nefsani hazları şumûlüne alan zevkli ve şerefli bir mevki” olarak tanımlanmakta ve bu ehemmiyeti sebebiyle, “Bu yüzden ekseriya onda rekabet vukua gelmekte ve mağlup olması hali müstesna mülkü rakibine teslim eden çok az kimse görülmekte olduğu” bildirilmektedir (Haldun, 1988:479). Bu sûretle, Haldûn, İktidar (Mülk) kavramını “bütün dünyevi hayırları (menfaatları), bedeni arzuları ve nefsani hazları şumûlüne alan zevkli ve şerefli bir mevki” olarak tanımlamakla, şan ve iktidarı birbirinden farklılaştıran Russell’dan ayrılmış olmaktadır.
Bu târiflerden, iktidâr’ın en umûmî mânâsıyla, “iktidar mercileri” diyebileceğimiz bâzı kişiler ve/veya kümelerin başka kişiler ya da kümeler üzerindeki sistematik belirleyici etkisi olduğu ve ayrıca, sâdece, onun en yüksek şekli olan devlet iktidârından başka anlamlara geldiği de anlaşılmaktadır diyebiliriz; nitekim, belirli bir fikrin, bir hayat tarzının, bir estetik beğeninin, ‘gardrob’ olarak da tanımlanabilecek belirli bir giyim-kuşam ve ‘kuaför’ olarak tanımlanabilecek belirli bir saç-sakal modasının v.b., bir irâde ile kabûl ettirilmesi, benimsetilmesi de bir iktidar türüdür.
İktidar’ı sâdece siyasî iktidar ile tahdit etmeyip en geniş kapsamında değerlendiren ve onun evrensel bir tecrübe olduğunu, hemen hemen her erişkin insanın, büyük veya küçük ölçüde, kısa bir ân veya uzun bir zaman onu elinde bulundurduğunu söyleyen A. Berle, ister çocuklarının odasındaki anne üzerinde, veya bir işyerinin müdürü üzerinde veyahut ister bir şehrin belediye reisi veya bir imparatorluğun diktatörü üzerinde olsun, iktidarın görüldüğü her yerde ve her seviyede uygulanabilecek, görülebilir beş tane tabiî iktidar kanunu olduğunu ileri sürmekte ve bunları şöyle tâdât etmektedir:
Bir: İktidar, istisnasız, beşer teşkilatındaki bir boşluğu doldurur. Kaos ve iktidar arasındaki bir boşluğu, her zaman iktidar doldurur.
İki: İktidar, istisnasız şahsîdir. Sınıfların, elitlerin ve grupların, fertler üzerinde toplanan gücün yürütülmesinde katkıda bulunmak üzere, teşkilât işlemine yardımcı olabilirlerse de, “sınıf iktidarı”, “elit iktidarı” veya “grup iktidarı” diye bir şey yoktur.
Üç: İktidar, istisnasız, bir fikir veya felsefe sistemine dayanır. Böyle bir sistem veya felsefe bulunmazsa, iktidar için elzem olan müesseseler, güvenilir olmaktan çıkarlar, iktidar tesirini kaybeder ve sonunda, iktidarı elinde tutan kimse devrilir.
Dört: İktidar, müesseseler kanalı ile yürütülür ve mü- esseselere dayanır. Bu müesseseler, varlıklarıyle iktidarı sınırlar, kontrol eder ve sonunda, iktidarı bahşederler veya geri alırlar.
Beş: İktidar, istisnasız, bir sorumluluk sahası ile karşılaşır ve bu sorumluluk sahası içinde hareket eder. İktidar ve sorumluluk, devamlı bir şekilde, husumet veya işbirliği içinde, çatışma veya bir tür diyalog içinde, teşkilâtlı bir şekilde veya teşkilâtlanmamış olarak biribirlerini etkilemek suretiyle, iktidarın dayandığı müesseseleri oluşturur veya oluşturmak isterler.
İktidar, insan dünyasının her ânında bir ihtiyaç; bilumum maddî münâsebetlerin tek başına temsilcisi mesâbesindeki iktisâdî faaliyetleri ve her şeyi için şart olmaktadır; ama insan, bir de mânevî dünya sâhibidir ve o sebeple de iktidar ihtiyâcı duyar, çünkü, en mükemmel ve en ideal fikirler dahi, kendilerini kuvveden fiile çıkaracak gücün desteği olmadan sırf ve sâdece mükemmel ve ideal olmalarından dolayı bu varlık âleminde tecessüm edemeyecekleri gibi, o güç olmadan varlıklarını da sürdüremezler; işte, bunu sağlayacak örgütlü gücün adı “iktidar”dır. Nitekim, dinî davetin (dahi – D.H.) “asabiye” denen bütün siyâsî iktidarların en temel kaynağı olan güç olmadan tamamlanamayacağını söyleyen İbn Haldûn’un kastettiği de budur[1], “Peygamberlerden silâhlı ve kuvvetli olanları muzaffer ve silâhsızları makhur ve perişan olmuşlardır” diyen Makyavel’in (1932:1) kastettiği de ve kezâ “Siyasî işlerde olduğu gibi dinî meselelerde de, ancak fiilî güçle desteklenen bir otorite başarı getirebilir” diyen Rosenthal’in kastettiği de, (Rosenthal, 1996:158) “Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez.” diyen Hobbes’un kastettiği de (Hobbes, 1995:127): İktidar, “bu-âlem”de ayakta kalabilmek için lâzımı gayri müfârik bir şarttır.
Ancak, bütün iktidar nevi’leri içinde hiç şüphesiz, en yükseği, Devlet Erki ile sağlanan, veya onunla eş-anlamlı olan Devlet İktidârı’dır. İnsan nasıl ki düzensiz yaşayamaz ise, düzen ideasının en üst seviyede sağlandığı ve müesseseleştiği ortam da Devlet İktidârı ile te’mîn ve idâme ettirilebilen Devlet Düzeni olmaktadır. Bunun içindir ki, Kant’ın “Ebedî Barış Risâlesi”ne atıfta bulunarak, Şeytan’a inanmadığını belirtmesine rağmen, “bir şeytan halkının bile devlete ihtiyacı vardır” diyen Otfried Höff haklı (Höff, 2000:323-338); haklı çünkü gerçekten de “şeytanlar halkı” diye bir toplum veya topluluk var ise, mutlaka, şeytânî de olsa, bir düzeni ve o hâlde bu düzeni kuran ve devam ettiren bir de kudret menbâı, adına devlet densin ya da denmesin, fonksiyon olarak devlet ne yapıyor ise onu yapan bir iktidar olmalıdır.
Fakat, iktidar, sâdece “güç ile hâkim olmak” değildir; bu, olsa-olsa O’nun en alt basamağıdır, istikrarsızdır ve binâenaleyh, her ân varlık ile yokluk arasında sallanır. Bunun içindir ki, asıl olarak iktidar, benimsenen, onaylanan, ibrâ edilen, rızâî mutakâbata dayanan teşkîlâtlı güçtür. Yönettikleri tarafından ibrâ edilmeyen her iktidar için her doğan gün, kâbuslarla dolu bir cehennemdir; bunun içindir ki, en şedîd, en zâlim bir hükümdarın dahi, tebaasının rızâî itâatine ihtiyacı olduğunu beyân eden Makyavel, halka yapılacak fenâlık ve zulümlerin – adetâ, bir kolu kör testere ile değil de keskin bir kılınç darbesiyle kesercesine (D.H.) – bir defada yapılıp bitirilmesini, buna karşılık iyilik ve ihsanların ise tebaanın akıllarında kalmasının ve iktidâra râm olmalarının sağlanması için azar-azar yapılmasını tavsiye etmektedir ki[2], mücerret mânâda ahlâkiliği tartışmaya açık olmakla berâber siyâsetin pratiği açısından çok doğru ve bir o kadar da faydalı bir prensip olduğu şüphesizdir.
İktidar çok çetrefilli bir mevzû; çok câzip ve aynı zamanda çok da tehlikeli: Câzibesi şundan ki insanoğlu fıtratan güç ve kudrete, iktidâr’a mütemâyildir; tehlikesi de şundan ki, kendisine sâhip olanlara büyük bağışlarda bulunan iktidar, lâyık olmayanların başını yemekte tereddüt etmeyen bir canavara dönüşmektedir; yâni, iktidâr’a sâdece sâhip olmak yetmemekte; orada tutunabilmek daha da büyük bir mes’ele teşkîl etmektedir. Ama, tabiatiyle, orada tutunabilmek için önce oraya yükselmek gerektir.
Milliyetçilik Üzerine Bir Derkenar
Bu yazıda, Mustafa Çalık’ın tâbiriyle, “telâffuzu ne kadar kolaysa grameri de bir o kadar zor ve çetrefilli, hrkesin konuşabildiği, ama çok az insanın konuştuğunun dayandığı strüktürü bilebildiği ve anlayabildiği bir dil…” (Çalık, 1998:3) olan milliyetçiliğin târifi gibi heyûlânî bir teşebbüste bulunmak yerine, daha evvelki bir yazımdan biraz uzunca bir iktibasta bulunmakla iktifâ edeceğim (Hocaoğlu, 2000:12):
Milliyetçilik’in, yaygın kanâatin aksine hiç de “işte öyle bir şey” olmadığı ve biânenaleyh, tektip (üniform) ve tek- tür (homojen) bir târifinin yapılamayacağı, O’nunla alâkalı kavramlarla karşılaşıldığında bir kere daha anlaşılmaktadır; sâdece birkaç nümûne: Etnik, sivik, primordial, naif, latent (zımnî), manifest, partizan, eleştirel, banal, militan, emperyalistik, agresif, yırtıcı (predatory), bölgesel (sectional nationalism), küresel, devletçi, milletçi, tepkisel, iyi, kötü, izolasyonist, pozitif, negatif, dönüştürülmüş (transferred), eksiztansiyel, kognitif, ırkçı, dinî/dindar (religious) milliyetçilikliker; kültür milliyetçiliği, kriz milliyetçiliği; devlet kurmaya yönelik milliyetçilik, devlet kurtarmaya yönelik milliyetçilik; millîcilik, milletçilik, ulusçuluk, ulusalcılık; dünya milliyetçiliği; Yeni Milliyetçilik (Theodore Roosevelt), Batı Milliyetçiliği, Doğu Milliyetçiliği, Avrupa Milliyetçiliği v.s.
Ezcümle; Milliyetçilik, hiç bir babayiğidin – aklından zoru yoksa – “canım işte öyle bir şey” diyerek ceffel kalem bir çırpıda bütün tazammun ve şumûlü ile tanımlamayı taahhüd edebileceği bir “şey” değil; muhtemelen hiçbir zaman da olamayacak. Bu yüzdendir ki, ancak kısmî ve ortalama tanımlara girişilebilir. Bir deneyelim: Milliyetçilik idesinin temelleri öncelikle bir “hissetme”, bir “âidiyet” duygusudur; bir olgusal gerçekliktir; yâni O, en azından başlangıç kademesinde “cogito” ile elde edilen, akıl ile inşâ edilen bir sun’î ürün değildir; bir eksiztansiyel hâldir. Milliyetçilik, bir âidiyettir, bir sadâkattir, bir aşktır. Aşk’ı kim târif edebilir? Elbette hiç kimse! Aşk, kalbimizde çarpan ve damarlarımızda akan bir “şey”dir; hissedilen ve yaşanan bir “şey”dir; târif edilen bir şey değil.
Denecektir ki “âit olma; ama neye?”. İmdi: İnsan önce kendisine âittir; herşeyin merkezinde Ben vardır; sonra derece-derece, kademe-kademe Ben’e yakın olanlar; yâni aynı kökten gelenler, aynı dilden konuşanlar ve ilâahir gelir. Haldûn’un tefekkür dünyasına armağanı olan “Neseb Asabiyesi” ile kastettiği de budur; kendimize yakın olanlara karşı içimizde tabiî ve fıtrî olarak hissettiğimiz bağlılık! Ben, bütün varlık küresinin merkezine oturur, onun etrafını ilk önce işbu “yakınlar”dan oluşan ve tabakalar hâlinde üstüste yığılan ve aslında büyütülmüş bir Ben’den başkası olmayan “Biz” küresi sarar. Kimdir işbu yakınlar? Aşağıya doğru “yârınki Ben” olan evlâtlarımız, yana doğru kardeşlerimiz, geriye doğru anamız, babamız, atalarımız; onları çevreleyen aynı soydan gelenlerimiz; sonra birlikte inşâ ettiğimiz bütün bir tarihî süreçte aynı müşterekleri paylaştığımız ve kollektif hâfıza ile bizi birbirine bağlayan maddî ve mânevî her şey ve herkes; vatan denen kutlu toprağımızla, dirilerimizle olduğu kadar her ân aramızda yaşayan ölülerimizle birlikte.
Bütün bunsur ve elemanlar, müşterek hâfıza ile ortak bağ kurduğumuz ve tarih içerisinde inşâ ettiğimiz diğer tabakalara doğru yükselir ve “Büyük Biz” küresine ulaşılır; işte bu, “Millet”tir ve Milliyetçilik denen o pek ele avuca sığmaz, her târif denemesinin zorlanmasına sebebiyet veren vâkıa da bir yandan O’ndan beslenirken diğer yandan O’nu besler.
Ne var ki, işbu hissetme, Milliyetçilik’in ekzistansiyel tabanı olup, ondan sonrası kognitif seviyedir; bir bilinç ürününe terfî etmiş, bir kültürel ve siyasî projeye münkalib olmuş, bir yandan Millet adlı o güçlü ve fakat amorf malzemeye istinad eden ama diğer yandan da onu sürekli olarak yenileyen, inşâ eden, daha rafine, daha vürtüoz hâle getiren Kognitif Milliyetçilik.
(Devamı var)
[1] İbn Haldûn bu husûsu şöyle anlatmaktadır [Mukaddime., C: I, III/VI (Süleyman Uludağ tercümesi., C: I, s.488-489)]
[2] fenalık namına her ne yapılacaksa hep birden yapılmalıdır; fenalık ne kadar az devamlı olur, az tadılırsa umumda o kadar az iz bırakır. Bilâkis iyilikler yavaş yavaş yapılmalıdır ki, iyice telezzüz edilsin” [Makyavel., Hükümdar., Bölüm: VIII (Haydar Rıfat tercümesi., s.71-72)]
[i] ‘Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely.”
[ii] “So that in the first place, I put for a general inclination of all mankind, a perpetual and restless desire of power after power, that ceases only in the death.”