Bir Ses Mimarı; Yahya Kemâl Beyatlı

Sâliha MALHUN

Kostantiniyye… Estefanya… Gulgule-i Rûm… Dersaadet… İslâmbol… yâni İstanbul…

Ne vakit Rumeli Hisârına baksam, Yahya Kemâl’in derin bir teessürle hüzne daldığı ufuklar kurcalar gönlümü. Her ne kadar üstâdın Üsküb’e, çocukluğuna, doyamadığı annesine baktığını hissetsem de, benim gözlerim Boğaziçi’nde kaybolmuş ilk tekkeyi, ilk şehitleri ve Şehitlik Kuyusu’nu aramaktadır. Fâtih’in boğazın gözcüleri olarak vazifelendirdiği şehitleri.

Yahya Kemâl’in annesine ve Üsküb’e duyduğu özlem, sıradan bir anne evlât münasebetinin verdiği yetimliğin yakıcılığından çok derinde, onun âgâh oluşundaki esrarda yatıyor biraz da. “Homo Sapiesn” ya da “Ubermensch”. Hayır, söylemek istediğim tam bu renkte keskin bir mâkâm değil. Nevâ gibi belki, benlik atomunun çekirdeğinde bütün nefhaları parçalayan, toparlayan döndüren Hakk’ın semtinde, huzurunda durulan o makâm.. Belki Üstâdın Itrî’de gördüğü, işittiği, anladığı o belde. Varlığın oluş sırrı, yâni öz.. yâni kök…

Çünkü bir şâirin Itrî’yi dinlemek için nefes nefese varılan o meşhur hikâyedeki ânı sâdece yazacağı şiir için bir ön hazırlık ilhâmları olarak düşünmek, bir ömür hakîkati kalbinde ve kaderinde derin bir tecrübe ile yaşamış ve aramış şair için tahlilsiz bir analiz olur. Zirâ hakîkati aramak, Michelangelo’nun mermerin içindeki meleği görüp taşı kazıması gibi, eşyânın ardındaki sırrı hissedip, hakîkatin rengi ve kokusuna, sesine, tadına yönelmesi değil midir?

Yahya Kemâl de böylesi bir özlemle yönelmişti ufuklara. Ufuk ki sâlikin seyrangâh, teselligâh, tecelligâh, kıblegâh ve girizgâhıdır ulu sefere. İnsan ki seferi en fazla ünsiyet ettiği yeredir. İnsan bir uçurumdan düşer gibi indirilmiştir ve nice bin asırlar geçse de hep uçurum ağzında yürümektedir.

                                                                                                          

İnsanın yazgısını okuyacak dil herkesçe çözülmüş ve anlaşılmış bir dil değildir. Phryg alfabesi gibi sağdan sola, yukarıdan aşağıya onlarca kelime de geçse elinize, bir tek cümle yapısı kurmak için dahî yeterli değildir. Ne ki mitoloji, düşünce ve din, sayıların ve kelimelerin bittiği yerde sezgileriyle zaman duvarında yol alabilmektir.

Ayasofya’nın âyinlerini hûşû içinde dinlemiş eski şairler şimdi I. Mustafa Hân’ın türbesi olan vaftizhânede kim bilir hangi düş masalında gezmişlerdi. haçlı yağmasından önce kırmızı mermerin üzerinde duran ihtişamlı altın taht, sabah âyininde bir çıngırak seremonisi eşliğinde şehir ve mâbedle birlikte u/yanırdı. Ayasofya’nın loş sarnıçlarına sarkıtılan taze meyve sepetleri, üzümler yerini kan ve kükürt, asit ve kan kokusuna bırakınca, elbetteki Gulgule-i Rûm’un kalbi yeni hakîkat vârislerine tâyin edilmesi mukadderdi.

Kaderin ince ağlarının kozmik âlemdeki bu seyrini iyi tâkip etmek gerekir. Üstâd Yahya Kemâl bu seyrin sıkı tâkipçilerindendi. Bu seyr, bilinçli olarak çıkılan bir keşif gezisi değil, bilâkis, farkında olunmadan çekilen kozmik kökün çekirdeğine idi.

Bu, öylesine bir seyrdir ki insan bir ân baktığında, başını bir gök adasında, ayaklarını ise sisler içinde yerde görebilir.

Şairin duyduğu ses, koku ve konuştuğu dil, bir ömür çöller ve yollarda bulduğu kelimelere âdeta kendisinin bürünmesidir.

Şairin sözü insana hikmeti ve bir çok zenaati öğreten İdris Peygamber (a.s) gibi, zaman duvarında bir kaybolup bir beliren ve ancak âriflerin gönlüne ilhâm edilen, belki bizlerin idrakten âciz kaldığımız garip mesajlar gibidir. Bu mesajı kendi gönlümüzde lâyıkıyle idrâk edemediğimiz takdirde, sözün sâhibini de anlamış olamayız. İnsanın bir şeyi idrâk edebilmesi, anlayabilmesi için, onu içine, özüne alıp bir miktar onunla hemhâl olması, ona karışması gerekir.

Günümüz şairleri, ya keşişlere mahsus bir münzevilikle azizlerin nefesini koklamakta, kendilerince bir bilgi mahzeni hâline getirdikleri o mahzenlerde genç nesli anlam karmaşası ve kelime karanlığında boğazlamakta, yahut ekran güzeli ve podyum şairi olarak özünü ve sözünü pazarlamaktadır.

Oysa bir bilgi tezgâhı, rahlesi, tekkesi kadar, hakîkatin bizâtihi kendisi olma iştiyakında bir hayat tarzına sahip olan kişidir şair. Münevver ya da aydın olmak için Schopender okumak bir çözüm değildir. Müslüman Türk san’atkârının kalbi Derrida’nın çilesinden daha fazla bir gâmı barındırır. Müslüman san’atkâr elbette kendinde bir giz taşıyacaktır. Ancak bu giz, bir münevver ve kalem mes’uliyeti içinde onu insanlığa gizli kılmayacak, bilâkis, insanlığın hâfıza ve idrak mahzenlerini yeniden uyandırıp aydınlatacaktır.

Yahya Kemâl de, bu kabil bir san’atkârdır. San’atkârlığın da ötesinde o bir düşünce ve fikir işçisidir. Onunla ufku arasındaki ontik bağı çözümlememiz için bizim de kendi varlığımızın ve ruhumuzun derinliklerinde bir nebze dolaşmak ve kendimizi tanımaya başlamamız gerek. Bu oldukça külfetli bir iştir. Zîra Yahya Kemâl’ı anlamak için, onun baktığı ufuklarda biraz gezinmek gerekmektedir.

Üsküp, bir Osmanlı vilâyeti. Tıpkı eski çağ parşömenleri gibi birbiri üzerine geçmiş, slinmiş şehirler, altında Bursa ve Üsküdar üzerinde İsâ Bey Câmiî’ni ve evlâd-ı fâtihân-ı barındırır. Bir şehrin varlık kozası, bu palimsest gözlerde hemen öyle kolayca açılası değildir. Şehrin anahtarı da, kapısı da şairin hafızasındaki o gizli âlemdedir. Derrida’nın saklı heterojen peçesinin altında değildir bu hâfıza kuyusu.

Bu topraklarda irfan ateşinin beyinlerde ve yürekte bir şimşek gibi çaktığı ilk şair belki de Namık Kemâl’dir. Öyle olmasa bir çok şair, ağabeylerinden devr aldıkları bu ontik ateşi bir ömür isimlerinde, gönüllerinde bir semender gibi taşırlar mıydı? Esâsında Yahya Kemâl ve emsâli genç şairlerin Namık Kemâl’de buldukları ateş, hürriyet ateşinden ziyâde bir kök ve yürek yangınıydı. Fakat köklü bir aileden gelip, bir ömür köksüz bağsız, evsiz, çocuksuz, yuvasız yaşayan bu soy şairin gençliğinde ayağına dolanan köksüzlük kasırgasının onu savurduğu Paris sokaklarında bulduğu şey; “kendini, köklerini bilmiyor olmak” değil miydi?

Kendi olmak, henüz bilmediği karanlık bir renk içinde yüzünü ve sesini aramak kadar bunaltıcı bir çiledir şair için. Fakat Yahya Kemâl, yıkılmış ve toza batmış bir Osmanlı medeniyetinin bütün renklerini ve seslerini yutan bu karadelikten başını uzatma cesâreti göstermiş bahtiyarlardan ilkidir. Çünkü o, yokluğu ilk defa annesinin ihmâl edilmiş nâif ruhunda yaşamıştır. Annesi göklerin kapısını açmıştır çocukluğunda ona ve göklerin kapısı kapanmıştır üzerine onu kaybettikten sonra. Bir çocuğun henüz değerlendirmeden uzak, sâf bir dünya içinde şâhit olduğu o mistik âlem, o yurt renkleri, gündüz düşleri, sesleri ve kokularıyla sabî ruhun ergenliğe uyanmasıyla birlikte kaybolmuştur. Esasında Yahya Kemâl’i sabîliğin saf diyarından gurbete fırlatan ve onu sarsarak uyandıran asıl travma ve şok, annesini kaybetmesiyle birlikte tezahür etmiştir. Şair, acı bir elemle başka bir dünyaya uyanmıştır. Bu, belki de insanoğlunun yeryüzüne indirilişi kadar eski ve acılı bir maceradır!

Çocukluğunda sıkça gidip ağladığı Rifâî Tekkesi özünde çok derin bir hakikati barındırmaktadır. Esâsında insan bir kelimenin kökünü araştırdığı kadar, meşrebine ait kumaşı da tetkik etmeli, nasıl bir kumaştır, hususiyetleri nelerdir. Rifâi Hazretlerinin ontik kumaşının tevazu, edep, nezâket, merhamet, hizmet ve kanaatten örüldüğü kadar, kendi zamanının asrîsi olması, giyimi, kuşamı ve düşüncesiyle bu minvalde ayrılması, daha doğrusu ayrılmasının bir hizmet ve irşât gereği olduğu nazarlardan kaçmamalı.

Bu yenilikçi ya da bulunduğu toplumun taassuba batmış toplumuyla, Bâtıl ya da Batı’ya hayran olmuş kör taklitçi münevverlerini medeniyet ve asliyet sâhiline çıkarmak için lüzumlu bir metod gereği idi. Çünkü kendi medeniyetini ezber ve taassuptan kurtaramamış bir şairin kuşanacağı hiçbir renk ve sesleneceği bir soluğu da olamaz.

Kendi kök bilgisini panteizm, şamanizm, atalar ruhu içinde yer ve gök arasında cisimlendirmeye kalkmak cahilliğin de ötesinde insanın kendi özüne bir hakaret ve ihanetinden başka bir şey değildir. Yahya Kemâl, ilkin bunu fark ettiğinde, bir tarih oluğundan boz bulanık akmakta olan nehirden, yeni bir yurt ve düşünce inşâsı kurmaya çalışmıştır. Başı ve sonu meçhul bir tarih sahnesi ortasında şairin ve münevverin kendine, vatanına, ülkesine bir anlam vermesi, verebilmesi başlı başına bir mücadele iken, hâlâ bunu görmeyip onun bir takım insanlık durumlarını, gönül işlerini gündeme taşımaya çalışmak, bir yerde Yahya Kemâl’i itibarsızlaşmaya çalışmak kadar, onun nezdinde bütün bir Türk düşünce tarihini ve geleneğini de gölgeleme alçaklığından başka bir şey değildir.

Eski harfler kaldırıldığı için cahil kalındığı gerçeğine inandırılan İslamcı münevverin fikrinin bir ucundan geçmediği bir gerçek var ki Cumhuriyet’ten evvel bir eserler yazılıyormuş, halk bir okuyor, yazıyormuş ki şaşarsınız! Mes’ele eski harfler midir? Osmanlıcayı sökmek, normal zekâya sahip bir insan için bir haftalık mes’ele iken bizi köklerimize, kaynaklarımıza yöneltmekten alıkoyan sebep bu mudur? Yahya Kemâl’i anlayabilmek, biraz da bu kabil suallere cevap bulabilmeye başlamakla mümkün. Çünkü bu, mes’eleleri anlamaya “niyet etmek” demektir. Gerisi tarihi kendi şartları içerisinde en makûl şekilde değerlendirmek ile mümkün.

Yahya Kemâl hayatı boyunca kitap neşretmeye fırsat bulamamış bir münevver. Bu, onun geriye bırakmak istediği fikir inşâsına ne kadar titizlikle çalıştığının bir göstergesidir. Ne ki onu herkes kendi bilgisi, görgüsü, meşrebi ve kemmiyeti nisbetince anlayıp idrâk edecektir. Bir tek kelime için dahî yıllarca beklemeyi göze almış bir mütefekkir hakkında yazarken, kelime ve cümle katliamına girişmek elbette ki bir nahakşinaslıktır! Bunun hesâbını da herkes toprak altında verecektir. Esâsında Yahya Kemâl Beyatlı da gelecek nesillere şuurlu olarak sadece gerekli bilgi ve çalışmaları bırakmıştır.

Bunun temelindeki hikmeti iyi düşünmek gerekir. Günümüz şairi, romancısı ve hikâyecisinin içine düştüğü hâkim bakış açısından kendi içine psikopatça düştüğü bir iç dökme kuyusu var ki, kendini kurtarabilene aşk olsun! Yahya Kemâl’in müşrik ya da nazikçe deist filân olduğunu söyleyen kişilerin evvelâ yalnız kendi içleriyle boğuştukları bu derin gayya kuyusundan çıkmaları gerekmektedir. Çünkü bir ömür harf tozuna batıp, sırtında imge küfesi taşımakla şair olunmuyor. Şairlik; yaratabilmekte, kendini her ân yeniden tanıyabilme ve tanımlayabilmektir.

Yahya Kemâl içine doğduğu toplumda, ben nasıl olsa savaşla tükenmiş bir medeniyetin mazlum ve bitmiş çocuğuyum diyerek kafayı vurup meczuplar gibi gezmemiş. Onun evsizliği, evi, ocağı, yurdu aramak üzre yola çıktığı içindi. Evi bulduğu zaman da bize getirmiş ve yaşamamız için hediye etmiştir. Yahya Kemâl bugünün iç dökme psikozu içinde debelenen dil cambazı şairler, yahut yenilgisini, muzdaripliğini kutsallaştıran ve övünç hâline getiren şairler gibi yapmaıp, dili ve sesiyle baştanbaşa medeniyet kesilmiş bir kelime ve ses mîmarı, kâmil-i mükemmildi.

Onu bir nebze anlamak için Nihad Sâmi Banarlı’nın bir ömür hocasının makalelerini, şiirlerini kitaplaştırmak için nasıl canhıraş çalışıp didindiğini, o yürek yanığını anlamak gerek. Yahya Kemâl’in sahip olduğu en büyük silâhı ve malzemesi kalemiydi. Kalemi; yâni sesi. Varlık nedeni imge küfesi taşımak yahut içdökme kuyularında ölüp dirilme ile ömür tüketenler için üstâdı anlamak ve anlatmak muhal! Elverir ki içi boşaltılmış kavramların dar kalıpları atılarak düşüncenin geniş bozkırlarında tekrar koşulabilmek için bu ses bütün âvâzıyla millet evlâtlarına lâyıkıyla anlatılıp, duyurulabilsin. Millet bu dilsizlikten ve köksüzlükten bir nebze kurtulabilsin. Kendi temelleri üzerinde yeniden durarak, mimâr, musikişinas, nakkâş, semazen, ebruzen, kemankeş ve şair olabilsin.

Kadirşinaslıkla efendim…
Yazar
Saliha MALHUN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen