Bir Şiirin Hikayesi

Mehmet Ali KALKAN

Emmim Ali;
Adını aldığım Mehmet Ali dedemin küçük kardeşi…
Uzun boylu, iri yarı, iri elli bir emmi. Burnu normalden büyük gelirdi bana.
Hoşsohbetti…

Mehmet Ali Dedem Yemen’de savaşmış, Mekke-Medine’ye gitmiş ‘’yarı hacı olduk’’derdi. Köyde dini konularda tereddüde düşen dedeme gelirdi. Aynı zamanda bir eski usturayla hasta olanları (!) hacamat yapar, sırtlarını çizerdi… Evde Kuran okur, okutur, tarlasından arta kalan zamanları da caminin mektebinde geçirirdi.

Köye gelen bir yabancı köy kahvesine gelip dedemi sormuş, işte bu kardeşi diye emmimi göstermişler.
‘’Ağamla işleri bölüştük, onu arayan caminin mektebinde bulur, beni arayan gayfede. ‘’ demiş emmim.

1950’li yılların başı.
Köyün yolu imece ile yapılıyor. Emmimin oğlu Hasan’da yol inşaatında çalışıyor. O vakitler iş makineleri yok, kazma, kürekle, manivelayla yol yapmaya çalışıyorlar. Arazi engebeli, dağlık, kayalık. Kazmalarda gariplik yüklü, kazmalar fakirliğe vuruyor. Yolun üzerinde kalan kocaman bir kayanın etrafını boşaltıyorlar. Kaya kurtuluyor ama emmimin oğlu Hasan taşın altında kalıp rahmetli oluyor.
Rahmetli olan Hasan Emmi’nin hanımı başka biriyle evleniyor, iki ve dört yaşındaki iki torununa bakmak babası Ali Emmi’me ve Küçük Anama kalıyor. Küçük Anam Ali Emmi’min ikinci hanımıydı.

Emmim bir koca adamdı.
Torunlar büyüdüler şehre işe yerleştiler.
Cemile küçük anamda vefat edince iyice yalnız kaldı.

Ali Emmim şehire gelince bizde kalırdı. Ama mekanı köydü elbette…
Şehir’e geldiği bir gün sinemaya gitmek istedi, bir yerden duymuş Battal Gazi filmi gelmiş. Sinemaya gittik neredeyse seyircilerin tamamı çocuk bizde çocuktuk tabi. Filmin heyecanlı yerinde çocuklar ayağa kalkınca emmim hiddetle ayağa kalkıyor, elindeki bastonuyla çocukların oturmalarını sağlıyor. Cüneyt Arkın olağanüstü şeyler yapınca çok hoşuna gidiyor ‘’adamda iman guvatı va canım’’ diyordu.

Emmim uzun yıllar evlenmek istedi, kısmet olmadı bir türlü. Bir gün ablam arkadaşlarıyla pazara giderken ‘’Yav bana bi hanım bulamadınız’’ diye laf atıyor. Ablam da hazır cevap ‘’biz arkadaşlarla pazara gidiyoruz emmi, oradan bir bakalım’’ deyince ‘’ bazardan pırasa mı alcaz, emme de yaptın ha’’.
Televizyonda şarkı, türkü söyleyen hanımların yanlarında saz heyetlerini görünce hayret ederdi. Emmimin gençliğinde radyodan gelmişler saz çalacak insan aramışlar emmim gitmemiş. ‘’ Arada perde olcak sanyodum, büle olsa kitmezmidim.’’diye hayıflanıp dururdu.
Şehri gezer gelir sonra da
‘’Eskiden şehire gelince bir iki kokana ya olur ya olmazdı. Hinci sağdan beraber kokana’’ derdi.

Köyde her hanede birkaç merkep, at, öküz, koyun, keçi olurdu. Araba olmazdı. Köyden sabah ezanında bir otobüs geçer, şehre gelir, öğleden sonra da köye dönerdi.
Liseli yıllarımda bu otobüse bindim köye gittim. Tarlaya uğradım. Emmimin tarlası bizim tarladan bölme, hemen yanında. Baktım emim kendine bir seki yapmış üzerinde oturuyor. Başında kasketi, omzunda ceketi, tabakası yanında, ağzında bir üçüncü sigarası. Yanında da kocaman bir radyo.
Hemen elini öptüm, sohbete başladık. Yaz günü, hava da çok sıcak. ‘’Ta ıscakla sürcekmiş ıradyo söyledi.’’deyince ‘’ Emmi onların söyledikleri pek doğru çıkmıyor.’’ ‘’Gaç yıllık kocaman bu radyo yalan mı söylecek.’’
– Hava çok sıcak emmi.
– He ya böyün cehenneme bi papaz ta attıla.
Müthiş bir laftı, hep bir yerlerimde bu söz asılı kaldı… bu cümlede bir medeniyet tasavvuru vardı. İslamın büyüklüğü, güzelliği vardı, günahkarların yanacağı, ateş vardı. Ortalığı sıcaktan buram buram terleten sıcaklık vardı.
Yıllar sonra bunu bir şiirde kullanmıştım.

’Günahlar ateşe atıldığı an
Ya güneş kavrulur ya da ben işte…’’

* * *
Torunlar dedede saklı olurmuş ya
Bin yıl sonraydı.
Torun aşıktı seviyordu. Kadın beklemiş beklemiş torunun da kendisine yar olmayacağını anlayınca kendi yolunu çizmişti, evlenecekti. Oysa birlikte ne hayaller kurmuşlardı. Evlilikleri gül bahçesi olacaktı, dünya daha bir güzelleşecekti. Ufukta sadece güzellikler vardı… Olmadı… Sitemler yerini hırçınlığa, hırçınlıklar yerini boşluğa bıraktı.

Ufukta beklerken aşka gülistan
Ya kaşın eğrilir ya da ben işte
Günahlar ateşe atıldığı an
Ya Güneş kavrulur ya da ben işte.

Kadın günden güne değişmeye başlamıştı. Bazen öyleydi bazen böyle. Her zaman göründüğü gibi olamıyordu artık. Dalıyor, şaşırıyor, dediklerini unutuyordu. Evlenmeliydi, çoluk çocuğa karışmalıydı, torun eveliyor geveliyor bir sonuca varamıyordu, bırakmıyordu da. Ama kadının talibi de vardı…

Arşını başka mı sanki Halep’in
Görünüşün başka, başka mesrebin
Ateş ortasında kalan akrebin
Kuyruğu kıvrılır ya da ben işte

Kadın bir koroda şarkı söylüyordu. Şarkı formu Hacı Arif Bey’le başlamıştı. Mesela şöyle diyordu Hacı Arif Bey.

Olmaz ilaç, sine-i sad-pareme
Çare bulunmaz bilirim, yareme
Baksa tabiban-ı cihan, çareme
Çare bulunmaz bilirim, yareme.

Hacı Arif Bey Kürdilihicazkar Makamını da tertip etmişti. Bir gün sarayda padişah ‘’şu şarkıyı oku’’diye emredince ‘’ben onun babasından çok saygı gördüm, o şu şarkıyı oku diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir.’’ Der hapsedilir.

Sanatçılar böyleymiş eskiden.
Bir solo şarkı okudu kadın.

Gurub etti güneş, dünya karardı.
Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı
Felekte böyle matemler arardı.
Gül-i bağ-ı emel soldu sarardı

Alkış, alkış, alkış… Kadın seyircilere selam veriyordu. Reverans mı ne ondan yapıyordu. Torun bir yana saçlar bir yana savuruyordu.

Şavklar asılmış gümrah sesine

Sevdan düğümlenmiş her hecesine
Alkış rüzgarında delicesine
Ya saçın savrulur ya da ben işte

Aşk, bir şeydi, çok şeydi, her şeydi. Yanmaktı. Dağ dağ tutuşmaktı. Gözünü açtığında sevdiğini görmekti. Kapattığında da. Her şey sevdiğiyle güzeldi. Hava oydu, ateş oydu, toprak oydu, su oydu… damarlarında gezinen oydu. Aşkı yaşıyordu. Leyla ölmemişti oradaydı, mecnun ölmemişti içindeki çöllerde geziniyordu, buradaydı. Bazılarını kalıba sokarlardı, havasını keserlerdi, nice gelen asırlara saklarlardı. Ama o kalıba sokulanlar, mumyalananlar ah bir aşkı bilseydi. Yeniden doğrulurlardı yerinden.

Erir aşkı bilse buzlar arından
Volkanlar dökülür şah damarından
Asırlar ötesi can pazarından
Ya mumya doğrulur ya da ben işte…

Gökte yıldızlar vardı. Adları Zühre, Zuhal, Merih… gökte yıldızlar çoktu. Gece bir yorgansa yıldızlar da yorganın işlemeleriydi. Kıpır kıpırdılar. Ama ay bir taneydi.
…. Dolunaya çevrilmişti.
‘’Mah yüzüne bir mikap çek ben yandım eller yanmasın ‘’ diyordu ya türkü de işte öyle…
Ama elde yanacaktı.

Birbirlerini hep düşünüyorlardı. Ama gece tam on ikiyi vurduğunda daha bir düşüneceklerdi. Düşünüyorlardı. Şimdi o da bitecekti. Birbirlerine söz vermişlerdi biliyorlardı ki akreple yelkovan gece on ikide üst üste geldiğinde hayallerinde beraberlik vardı.

Aşık Reyhani şöyle diyordu.
‘’ Diyarbakır Van’ı geçti
Ahım asumanı geçti
Akrep yelkovanı geçti
Kim tersine kurdu beni?’’

Şiir şöyle bitiyordu.

Nice yıldız saklar bende asuman
Sen ki dolunaysın dolunay yaman
Gece yarısından yürürken zaman
Ya bir gün devirir ya da ben işte

***

Emmim vefat ettiğinde iç cebinden mendile sarılmış oğlu Hasan’ın bir tutam saçı çıkmıştı.

Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen