Bir medeniyet coğrafyasında yaşanan kültürün öğelerinin, değerlerinin ve kaynaklarının felsefenin diliyle anlatılmasını “mili felsefe”, daha doğru bir ifadeyle milli felsefe yapmak olarak değerlendirebiliriz. İslam dininin kabulü sonrası hayata geçirilerek büyük bir medeniyet yaratan muazzam kültürel unsurları devamlılık halinde İslam öncesi kadim Türk kültürünün ana unsurlarına bağlayarak dünyanın bugünkü haline bir “Türk felsefesi” olarak sunmak, bu sayede de hayatımızı yeniden şekillendirebilmek, duran ya da Sezai Karakoç’un ifadesiyle durdurulan medeniyetimizi yeniden tasavvur ettirilebilmek elbette mümkündür. Ancak, varlık, bilgi ve değerleri bize göre sorgulayacak ve yorumlayacak olan, bize bir büyük medeniyetin kaynaklarını ve imkânını yeniden sunacak olan; kozmolojiden, tarihe, biyolojiden ilahiyata, edebiyattan, iktisâda, san’atdan siyasete bir Türk Felsefesi’ni oluşturma işinin önünde hiç te küçümsenmeyecek engeller de vardır. Bu engelleri, yakın geçmişte cemiyetimizin oluşumu boyunca ortaya çıkan zihni ve yapısal sorunlar ile içerden entelektüel sorunlar olarak iki ayrı gruba ayırabiliriz.
Cemiyetin oluşumunda ortaya çıkan zihni ve yapısal sorunlar, modern cemiyet yapımızın gelişimi sırasında hem ekonomik ilişkiler hem de fikir hayatı olarak edilgen bir halde kalmamız nedeniyle ortaya çıkan ve halen Türkiye’de hakim konumda olan fikir ve düşünce hayatındaki çarpıklıktır. Konuyu gerilere gidip, bugüne doğru gelerek açıklayalım.
Bilindiği gibi Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, 19. YY’dan itibaren Avrupa’da ortaya çıkan ve hızla yaygın kabul gören aydınlanma hareketlerine koşut olarak dünya ölçeğinde ticaret yapılması sayesinde biriken sermaye ile yeni bir ekonomik hayatı insanlığın önüne getirdi: Kapitalizm. Bu yeni ekonomik yapı, ekonomik ev sdiyasi-idari ilişkileri belirleyen güç olarak yeni bir sosyal-ekonomik sınıfı, “burjuvaziyi” doğurdu. Burjuvazi, hem sermaye hem sanayii hem de ticaret alanına sahip oldu, üretim araçlarına sahip oldu, ana üretici durumuna ulaştı, bu haliyle de siyasi ve idari yönetimde belirleyici oldu. Ekonomik gücü ve siyasi – idari etkinliği giderek büyüyen burjuvazi, yapısını ve tesirini korumak ve arttırmak için yeni kaynaklar bulmak maksadıyla dünyanın öteki tarafına adeta saldırdı, sömürgeler oluşturdu; emperyalizm bütün ağırlığı ile insanlığın üstüne çöktü.
Kapitalizm, ana yapısını ve tüm varlığını bugünkü Batı ülkelerinde geliştirdi. Kapitalist burjuvazi, hem ana topraklarında kabul görmek, hem gücünü ve etkinliğini muhafaza edebilmek, hem de sömürgeci-emperyalist ilişkilerini yayabilmek ve ona haklılıklar kazandırabilmek için milli bir karakter içinde oluştu; Milli Burjuvazi. İngiliz, Fransız, Alman ve hatta diğer Batılı ülke burjuvazileri daima milli bir karakter taşır.
Emperyalizm, yani Batı, sermeyesini arttırmak, ekonomik kaynaklarını güçlendirmek için öteki ülkelere ve cemiyetlere sömürgeci bir zihniyetle davranmak zorundaydı, öyle de yaptı. Tabii bunun için önce öteki cemiyetlerin içinde kendisi ile işbirliği yapacak yerel unsurları ticari ve kısmen de siyasi yolla güçlendirdi, o topraklarda kendisi ile işbirliği içinde olacak bir burjuvazi yarattı; İşbirlikçi Burjuvazi.
Sömürge veya yarı sömürge ülkelerindeki işbirlikçi burjuvazi, işlevi gereği kendi coğrafyasının sömürülmesine aracı olma görevinde olduğundan, kapitalist ülke burjuvazisinden farklı olarak kendi kültürüne yabancı ve karşı olmalı, milletin, halkın değerlerine karşıt ve tahrip edici işlev görmeliydi. Bunların yapılabilmesi için de halkın güçsüzleştirilmesi, birkaç siyasi, dini, etnik ve ekonomik karşıtlıklara ayrılması ve hiç durmadan değişik nedenlerle çatıştırılması gerekiyordu. Böylece hem toplumsal uyanış, farkındalık, halkın birlik ve beraberliği önlenecek, hem ekonomik ve siyasi yapı istenildiği gibi oluşturulabilecek hem de siyasi iktidarlara gerektiğinde boyutu darbelere kadar varan müdahaleler yapılabilecekti. İşte bu işlevi görecek, yukarıda sıralananları hayata geçirecek bir ara sınıf gerekiyordu; o da yaratıldı: Küçük Burjuvazi.
Türkiye, bu sürecin en berrak yaşandığı örnek coğrafyalardan birisidir. Küçük burjuvazi içinde de, onun hizmetinde olduğu işbirlikçi burjuvazi içinde de birçok örnek isimler cemiyetimiz tarafından iyi bilinmektedir, iyi tanınmaktadır. Küçük burjuvazi, üniversitelerde, diplomaside, edebiyat ve san’at’da, ticaretde, bir ölçüde sivil ve askeri bürokraside oluşturulmuş orta-üst gelir durumuna sahip, milli değerlerden yoksun ve hatta ona düşmanlık ölçüsünde karşıt bir sosyal tabakadır. Bu tabakanın ne kendi kültür değerleri vardır, ne de -Batı zihniyetinin doğrudan kaynaklarına dayanmadıkları için- Batı’ya ait kültür değerleri vardır. Onlar sadece sıradan bir modernite hayranlığına sahiptirler. Bu hayranlığa “çağdaş olma” veya “çağdaşlaşma” denilir; ölçüsü ise “Uygar Batı” dır. Ana zihniyet yapısının asli kaynaklarından gelmeyen bir hayranlığın doğurduğu davranışlar ise tabii olarak modernitenin ve pozitivizmin kötü taklitçiliğinden öteye geçemeyecektir.
Yukarıda tanımlanan haliyle Küçük Burjuvazi’ye işlevselleğini yerine getirebilmesi amacıyla bir taraf olma, bir konumlanma, bir kimlik gösterme hali gerekiyordu. Onlar, Batı’daki örneklerinin tam tersine milli değerleri korumak ve geliştirmekle değil, onları, halkın değerlerini unutturmakla, böylece Türkiye’deki siyasal ve ekonomik ilişkileri haliyle devam ettirmekle görevli oldukları için konumlanmaları da Batı’da olduğu gibi muhafazakârlık ve milliyetçilik olamazdı. Sömürgelerdeki ve yarı sömürgelerdeki bu zihni ve davranışsal yapıya “sol” yakıştırması yapıldı.
Şimdilerde bölücülerden, liberallere her türlü küçük burjuvazi unsuru Türkiye’de “sol” olarak bilinir. Ne yazık ki, dünyaya, işgal altındaki sömürgelere örnek bir Milli Mücadele’nin Başbuğu Mustafa Kemal tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi de burjuvazinin çatı örgütü haline dönüşmüştür. Dönüp bakın lütfen, Türkiye’de sermayeyi ve montaj sanayisini elinde tutan holdingler, ismi hepimizce bilinen o büyük zenginlerin (işbirlikçi burjuvazi) milli olan her hangi bir desteğine ve çabasına rastlayabilir misiniz? Bunlar hep kimlerin yanında durmuşlardır? Bunlar, kimlere san’at, edebiyat, hizmet ödülleri verirler? Vakıflarıyla kimlere, nelere destek olurlar? Bienallerinde, festivallerinde kimleri, neleri Türkiye’ye getirerek tanıtırlar? Türk Yurdu’nda, “kırmızılar” da, ya da benzer diğer milli platformlarda yazılarını okuduğunuz, duyurularını aldığınız ilim, fikir ve san’at insanlarından bu kesimce desteklenen bir tane örnek verebilir misiniz? Elbette hayır! Onlar ortaya bir küçük burjuvazi çıkardılar, onların aydın zihniyetleri de “yarı sömürge aydın zihniyeti” olarak oluşturuldu1. İşte bu zihniyet milli olabilecek, isminde Türk olabilecek her şeye ve her akıma karşıdır, karşıtlıkları da tahrip etmek, yok etmek üzerine kurgulanmıştır. Arkalarındaki büyük sermaye ve batılı inanılmaz destek onları çok güçlü ve etkili kılmaktadır. İşte bu durum, Türkiye’de neşv-ü nemâ bulacak milli hareketler için büyük bir sorun, üzerinde durulması, düşünülmesi, bilimsel yöntemlerle çözümlemeler yapılması gereken ciddi bir engeldir.
Gelişmiş Batı sermayelerinde burjuvazinin “sağ muhafazakâr” olması, sistematik eleştirinin sol muhalefetten gelmesi, bizde ise işbirlikçi burjuvazi ve onun küçük burjuvazisinin “sol muhafazakâr” olması, eleştirinin ise daha çok milli kanattan gelmesi ya da en azından beklenmesi yaşanan bir sosyal gerçektir. “Türk Felsefesi” oluşturma çabalarına bir engel de yukarıda değindiğimiz yaman çelişkinin sağ – muhafazakâr kanatta oluşan şaşırtmalarıdır. Bu kanat, esasında orta sağ olarak tanımlanabilecek bu büyük nüfus, sermayeyi “ekmek kapısı”, bu itibarla “velinimet” gibi görüp, tam da işbirlikçi burjuvazinin istediği şekilde bir kanaate sahiptir. Yine bu grup, “burjuvazi”, “kapitalist”, “emperyalist”, “sömürü” gibi işlevsel tanımlamaları “sol jargon” kabul edip, ayırt edici eleştiriye toptan karşı çıkabilmektedir. Hatta, milli duruşlu aydınlarımızın çoğu, toplumu modernitenin yarattığı kavramlarla değerlendirme, tanımlamalar yapma, sonra da bize ait olan zihniyetin bakışıyla analizlere tabi tutma imkanını kullanmamaktadır. Halbuki, bize modernitenin gerçekleri dayatıldı, yarı sömürge yapıldık ve uzun yıllardır edilgen olarak yaşatılıyoruz; sosyal, ekonomik, siyasi, bilim ve san’at hayatımız tümüyle suni bir şekilde biçimlendirilmiş durumda; ne Batılı olabildik ne biz olabildik ! O biçimlendirmeyi önce biçimlendirmenin içinden görmek, sonra kendi zaviyemizden çıkışı aramak gerekmez mi? Kutsal kitabımızda ve kadim töremizde mal – mülk, zenginlik, sosyal dayanışma, sosyal adalet, alın teri, emeğin terinin kurumadan hakkının verilmesi, kul hakkı böyle mi anlatılıyor? Böyle mi olsun isteniyor?
Oluşmuş işbirlikçi burjuvazi ve küçük burjuvazi sorunu mevcut İslamcı yaklaşımla sanki biraz hırpalandı gibi görünüyordu. Ama kısa sürede çözüm üretildi: Dindar zenginler, müslümanın zengin olanının peygamberce sevilmesi anlayışı, Anadolu Kaplanları, siyaset destekli yeni yetme orta çaplı zenginler…
Küresel bir güç var karşınızda, o çözümlerini bazen size karşı, bazen de sizinle birlikte yapıyor. Bir başka yazının konusu olması gerekir, ama tek bir cümleyle belirtelim: “İslamcı” diye addedilen sermaye, İslamcı ya da ideolojik bir sermaye değildir. Onlar bizim gibi cemiyetler için emperyalizmin bir çözümüdür. Bu sermayede özünde işbirlikçi burjuvazinin ortağıdır. Anadolu Kaplanları tanımı, işlevsel olarak mevcut ekonomik sistem için kağıt kaplanlardan öteye bir anlam ifade etmemektedir. Zaten sosyal alana nasıl müdahale edileceğini bilebilecek entelektüel düzeyleri de olmadığından, onlar Türkiye’nin halkı için “bak, çalışınca herkes zengin olur” dedirtmeye yarayan, cürümleri mevcut siyasi iradeye destek olmaktan öteye geçemeyen yararlı çocuklardır. İşte bu düşünceyi aşamamış muhafazakârların hayata ve dine karşı safdil görüşleriyle takındıkları haller, yeni hayat tarzları geliştirilecek bir Türk Felsefesi önündeki engellerden birisidir.
Bir Türk Felsefesi geliştirilmesinin önündeki ikinci grup engeller, yani “içerden entelektüel sorunlar”, söz ettiğimiz felsefi işlevi ve medeniyet tasavvurunu oluşturacak aydın grubun taşıdığı sorunlardır. Bunların başında, Türkiye’de bilim ve sözde bilim, bilim – ilim, bilim – felsefe ilişki tanımlamalarının tam olarak yapılmayışı, ayırt edici kriterlerin ortaya konulmamış olması gelir. Böylece biz, neyin bilimsel neyin de sözde bilim olduğunu, sosyal bilimler ile fen bilimlerinin arasındaki ilişki, birliktelik ve ayrılıkları tam olarak göremiyor, ortak zeminlerde buluşamıyoruz. Fizikçi, matematikçi, biyolog, sağlıkcı ile ilahiyatçı, sosyolog, tarihçi, edebiyatçı, dilci, felsefeci ve nihayet eğitimci konularını ortak maksatlara yönelik olarak bilgi kaynaştırması içine sokamıyorlar. Fenciler bilimi kendilerinin yaptıklarını, çünkü yaptıklarının nesnel bilgi işi olduğunu savunup, öznel bir çaba olarak gördükleri sosyal bilimlerin bilgilerini kendi bilgileri ile tartışmaya almaya yanaşmıyorlar. Sosyal bilimciler de toplumsal ve insani konuların bütünüyle farklı bir alan olduğunu düşünüp, fen ve sağlık bilimcilerini kendi alanları içinde, entelektüel düzeyde de olsa, çalışabilir kabul etmiyorlar, onların çabalarını ve ürünlerini küçümseyip, dikkate ve ciddiye almıyorlar. Peki o zaman, bilimlerin tamamını kapsayan ve anlamlandıran bir ortak işlev olarak kabul edilen felsefe nasıl yapılacak? Felsefe işini kim yapacak? Felsefe işini sadece alanı felsefe olanlar mı yapacak? Bilim, hem öznesinde hem nesnesinde insanı esas alır. İnsan ve hayat konu alınınca bilimlerin bir zeminde ortaklaşması gerekir, böylece düşünce hayatı kaynaşır, kaynaşmanın zenginliğinde de felsefe yapılır. Öyleyse Türk düşüncesi hem fen bilimcilerinin bilimci muhafazakârlığından hem de sosyal bilimcilerin insan davranışında her şeyi biz biliriz mağrurluğundan kurtulmak, hepsi bildiklerinin manasında buluşmak durumundadırlar. Türkiye’de henüz fen ve sosyal bilimleri bir zeminde buluşturarak evreni birlikte okutacak araştırma merkezleri, ensititüler, üniversite birimleri ya da güçlü sivil kurumlar yoktur. Bu tip zeminlerin olmayışı da Türk düşünce hayatı için çok büyük eksikliktir.
Bir Türk Felsefesi oluşturma çabasının önündeki engellerden birisi de bu çaba içinde yer alabilecek aydınlarımızın detayda oyalanma riskidir. Onlar, önce temel kaynakların, tarihi felsefe geleneklerinin ayrıntılarıyla iyice bilinmesini, çok güçlü bir kültür ve san’at hayatının doğması gerektiğini, ancak böyle bir ortamda felsefe yapılabileceğini söylerler. Elbette bu yoğun çaba gösterilmeli, bu zenginlik sağlanmalıdır. Ancak, sayın Kenan Gürsoy’un tabiriyle felsefe yolda olmak olduğuna göre, düşünce hayatındaki gelişim – zenginleşme, hali hazırda oluşturulmaya çalışılan mevcuda katılır, mevcut daima değişerek, gelişir, ilerler. Detayda çok zengin olmayı beklemek te milli felsefe çabalarının önünde bir engeldir.
Bir Türk Felsefesi oluşturmanın önündeki önemli bir engel de küçümsenmeyecek sayıdaki entelektüelin siyasal hayatla aktif biçimde iç içe olmalarıdır. Sayın Milay Köktürk’ün aşağıdaki anlatısı bu durumu oldukça açık bir şekilde gözler önüne seriyor. Yazımızı sayın Köktürk’ün ifadeleri ile bitirelim:2
“Yoğun bir dünya görüşü kavgasının yaşandığı, belli bir dünya görüşünü egemen kılmak için devlet aygıtının kullanıldığı Türkiye’de, bu kavga sona ermedikçe yahut entelektüeller bu kavganın dışına çıkmadıkları sürece, bu coğrafyaya özgü felsefi kurgular dizisinin ortaya çıkması zor görünmektedir. Bir ideolojinin kendi egemenlik vasıtası olarak devleti görmesi ve onu ele geçirmesi fikir dünyasını siyasallaştırır. Böylece fikir siyasetin silahı haline gelir ve bu da hemen kamplaşma doğurur. Sükûneti ve durup düşünmeyi öğütleyen hiçbir sese kulak verilmez. Siyasal taraftarlık basitçe ‘kendisini var kılan’ bir örgüte, partiye veya gruba taraftar olmak bakımından, hakikat arayışına değil üstün gelme tutkusuna taraf olmaktır. Bu da akılcı kültürün gelişimini engeller. Kör tercih anlamına gelen taraftarlık ortamında kutsal kavramlar bile güncel siyasetin kullanım gereci olur.
Bir Türk felsefesinin imkânı için önemli şartlardan biri, düşünen düşüncelerin, güncel politik ya da sosyal sorunlara gelip geçici ama her hal ve şart altında kolayca duygusal yahut düşünsel tepki doğuracak şekilde taraftar olmamaları, ilkesel olmayan çözümlerle zaman harcamamalarıdır…
Sanat, edebiyat ve felsefede, kamu otoritesince korunan ve imkân sağlanan, üzerine baskı kurulmayan, resmi ideolojinin propaganda vasıtası haline getirilmeyen, özgürce düşünen entelektüeller var olmalıdır….
… Batı uygarlığı tüm düşünsel yönelim seçeneklerini de tüketmiştir. Felsefenin her ne kadar toplumsal problemlere pratik çözümler üretme görevi ve böyle bir yönelimi olmasa da, çağını etkileyen sorunlara sırtını dönemez. Felsefe onları evrensel bir duruş noktasından çözümlemelidir. Buna aday olabilecek olan Türk felsefesi, yani Türk kültür coğrafyasının felsefenin diline tercüme edilen düşünüş tarzı, artık kendini yenileme yetisini kaybeden Batı felsefesinin yerine, insanlığa ‘iyi’ olanı teklif edebilir. Bugünün ve geleceğin dünyasının ‘gelin canlar bir olalım’ diyen bakış açısına ihtiyacı vardır.”
Dipnotları
(2) Milay Köktürk: Türk Felsefesinin Varlığı ve İmkan Problemi, Türk Yurdu, Mart 2011 – Yıl 100 – Sayı 283