Aydınlanma felsefesi ile birlikte başlayan kırılma dönemi modernitenin zaferi ile sonuçlanmış; modern zamanlarda insan için tasarlanan, Batı toplumları kaynaklı “insani dünya söylemi” bir küçük grup adına insanlığa sadece giderek artan ve dayanılmaz hale gelen vahşet ortamı ve acılar – zulümler sunmuştur. Bu dönemde üretilen bir takım felsefeler de insani sorunlara ilişkin çözümler getirememiş; 20. yüzyılda yaşanan ve 21. yüzyıla da artarak sarkan zulüm ve adaletsizlikler karşısında Batı’dan ve Doğu’dan gelen her türlü insani söylem ve çıkış yetersiz kalmıştır.
Artık dünyanın gittikçe daha fazla karmaşıklaştığını görüyoruz. Bu karmaşıklaşmaya bilerek neden ve kaynak olan Batı kaynaklı emperyalizm güçleniyor ve yaygınlaşıyor; dünyanın büyük çoğunluğu ezilen ve zulüm gören insanlardan oluşurken, yeni güç dengeleri kuruluyor veya kurulmaya çalışılıyor. Artık yakın geleceği bile göremiyor, yakın gelecekteki güvenliğimizden bile emin olamıyoruz; sadece biz mi, kimse olamıyor.
Batının tarihi incelendiğinde yaşanan bu insanlık dışı vahşet ve zulümleri fazla yadırgamamak gerekir. Batı uygarlığının içinde bulunduğu açmazlar, onun kendini sorgulamasına izin vermiyor, aksine onu daha da saldırgan ve vahşi hale getiriyor.
Batı medeniyetinin fikir yapısına ve yaptıklarına içerden iki ana eleştiri kaynağı vardır: Postmodernist eleştiri ve sol muhalifler. Her iki kaynakta da öteki, yani batı dışı toplumlara yapılanlar, onların durumları da eleştirinin an konuları içine alınır. Dini grupların ve samimi hıristiyanların eleştirisi ise Batı dışı dünyayı kapsamaz, çünkü din anlayışlarında Batı dışı dünya “öteki” dir. Hristiyanlık anlayışında “öteki” ana unsura hizmet etmekle yükümlüdür.
Batı medeniyetinin ana sürdürücüsü bilim ve akılcılığa (rasyonalizm) en güçlü ve haklı eleştiriler postmodern akımın düşünürleri tarafından yapılmaktadır. Bakın postmodernizm bilim ve rasyonellik için nasıl bir değerlendirme yapıyor1:
“Batı’da gelişen bilim ve rasyonel araştırma, ‘hakikat’i araştıran tarafsız bir pratik olarak görülemez. Batı bilimi ve Batı rasyonalitesinin, sömürgeci, cinsiyetçi, ırkçı veya hükmedici sonuçlar üretmesi veya bilim insanlarının dünyanın başka yerlerinde üretilen bilgi türlerini ‘bilgi’ saymayıp küçümsemesi bir tesadüf değildir. Bu durum, (Batılı) bilimin ve rasyonalitenin ‘kötüye kullanılmasıyla’ açıklanamayacak ölçüde yapısal olan bir soruna işaret eder. Bilim ve rasyonalite, Batı’ya özgü tarihsel koşulların bir ürünüdür; bu nedenle, bizatihi kendi yapısında kaçınılmaz olarak bu tahakkümcü eğilimleri barındırır.”
Yukarıdaki değerlendirmeler ‘bilimin ardındaki zihniyetin, varlık anlayışının, dünya görüşünün bilimin amaç ve işlevini belirlediği’ kanaatimizle uyumluluk göstermektedir2.
Batı medeniyetinin ardındaki varlık anlayışı, kısaca “İsâ, yeryüzündeki Tanrı’dır; öyleyse Tanrı dışında başka varlık da vardır, o varlık yeryüzünde Tanrısal bir hale sahiptir” şeklinde ifade edilebilir. Bu kabulleniş “Tanrısal varlık olma haline sahip olan insan, öteki varlığa (öteki insanlara ve doğaya) hükmetmeli, onları kendisi için kullanmalıdır” anlayışını doğurur. Bugünkü bilimin ve teknolojinin ardındaki zihni yapı budur. İşte bu anlayışın bilgi ve bilimin ardına koyduğu “insanın eşyaya ve diğer insanlara hâkimiyet fikri”, bilimin, bilim üretiminin teknolojiyi yaratma amacını doğurmuştur. Bu amaca doğruca ulaşma da her iş ve anlayışta rasyonelliği gerektirir.
Batı zihniyetinde bilimin hedefi eşyayı kontrol etmek, dünyayı ve hatta evreni dilediğince kullanmak olduğuna göre, yapılan bilim, ortaya tahakküm edici bu muazzam teknolojiyi çıkarmıştır. Dikkat edin teknolojinin yönü de, onu oluşturan bilimi yaratan Batı’ya yöneliktir; teknolojinin yönü Batı insanının refahı, mutluluğu, gücü ve hâkimiyeti tarafına doğrudur. Batılı, bu muazzam teknolojinin sadece Batı insanı için olduğunu kabullenir. Diğerleri ona uymalıdır. Diğerlerinin işi, başka düşünce sistemleri üzerinde durmak veya düşünmek değil, ona ait olanı kabullenmek ve olabildiğince bir parça olarak Batı içinde kalmaya gayret etmek olmalıdır.
İslâm tasavvurunda ise “Varlık” tektir; mutlaktır, o da Yaratandır; Tanrı’dır. Diğerleri, Tanrı’dan başka olanlar, O’nun yarattıkları, kendisinden bir mesafe ile farklılaştırdıkları, isimleri ile tecelli ettikleridir. Tanrı’nın sözüne göre yaratılışta amaç “bilmek” tir. Bilen insan evreni, eşyayı ve kendisini okuyarak bilir. Bildiği de aslında “Hâkikat” olur; yani, mutlak varlık Tanrı-Allah olunca, bilinen de “Allah” olur. Allah severek yarattığına göre, Allah’ı bilen sevgiyi de yaşar. Böylece, sevgiden bilmeye, yaratılış amacına da ulaşılmış olunur. Bizdeki bilimin amacı eşyayı ve insanı bilerek ve severek Tanrı’ya ulaşmaktır. Bilim, tahakküm için değil, hakikati bilmek için yapılır. Hal böyle olunca bilim üretmenin amacı da, eşyaya ve varlığa hâkim olmak yerine, eşyayı ve varlığı tanıma, gerçeğini bilme ve anlama. Bilenin ve anlayanın da onu severek muamele etmesi istenmektedir. Böyle olunca, yani insanlara –tahakküm etme isteği yerine, sevgi yönelince, insanlar arasında mutlak varlığa nispet etmeleri bakımından fark kalmaz; öteki olmaz. Bilim yaptıkça, bilgi edindikçe bu maksada daha mükemmel yaklaşılır. Kısaca postmodernizmin eleştirilerindeki kaynak ile bizim medeniyetimizin sahip olduğu “bilimin ardındaki varlık anlayışı” örtüşmekte, ötekinin, yani bizim bakışımızdan postmodernistlere haklılık sağlamaktadır.
Peki Batı’daki sol muhalifler bilim için ne diyor, şimdi de ona bakalım1:
“Bilimi ayırt edici kılan, şeyleri bilmenin biricik yolu olması değildir. Hepimiz sezgilerimiz, tecrübelerimiz, somut yaşantılarımız ve sanatsal tahayyülümüz yoluyla pek çok şey biliriz. Üstelik, farklı yollarla bildiğimiz bu şeyleri, bilim belki de hiçbir zaman açıklayamayacaktır. Bilimi ayırt edici kılan, oluşturduğu hipotezleri dış dünyadaki kanıtlar karşısında sınaması ve iddialarını mantıksal bir tutarlılık içinde formüle etmesidir. Bilimi, uygulanabildiği sınırlı alanlarda diğer bilgi türlerinden ayıran ve daha güvenilir kılan bu özelliklere sahip oluşudur. Kendi başına bu özellikler nasıl olup da bilimsel pratikte sıkça karşımıza çıkan tahakkümcü eğilimlerin kaynağını, bilim insanlarının da içinde yer aldıkları cinsiyetçi, sınıfçı ve emperyal kurumlarda aramak daha doğru olacaktır.”
Bu değerlendirmede bilim metodolojisi üzerinden yola çıkılıyor ve bilim masumlanıyor; sorunun bilim de değil, bilim uygulayıcılarında olduğu savı öne sürülüyor. Yalın olarak bakarsak, yukarıda değindiğimiz bilimin ardındaki zihniyet sorununu bir kenara koyarsak, bu yapılanın teknik olarak doğru bir değerlendirme olduğunu düşünebiliriz. Ama sorun metodoloji de değil, kaynaktadır, zihniyettedir. İçerden olunca, ne bilim ne de uygulayıcıları o zihniyetten ayrı davranamazlar ki.
Yukarıda yer alan her iki eleştirel değerlendirmede de doğruluk payları olduğu açıktır. Ancak, dikkat edin, bu eleştirel bakışlar dünyanın yaşadığı sorunlara, acılara, haksızlıklara, sömürülere çözümler üretememekte, sadece entelektüel tespitler düzeyinde kalmaktadır. Zaten onlar da bu durumlarını kabul etmekte ve yadırganmaması gerektiğini düşünmektedirler. Neden? Çünkü her iki bakış açısının da kaynağında yine aynı zihniyet içinde olma, o zihniyetten dünyaya ve hayata bakma hali vardır; metodolojinin sınırlarını o zihniyet çizmektedir. Bunlar Batı’ya içerden bakıştır, eğer çözüm üretmeye kalkarlarsa kendi varlıklarını inkar etme ya da yok etme niyeti haline düşerler. Kısacası bu doğru tespitlerden hareketle insanlığa çözümler sunabilmek mümkün olamamaktadır. Yani Batı’nın, değerler üzerinde yaptığı iç eleştirilerden oluşan entelektüel çabalarla insanlık için bir çözüm beklememek gerekir.
Sonuçta artan adaletsizlikler, dünyada yaygın olarak yaşanan zulüm ve vahşet, büyük çoğunluğu oluşturan dünyanın ezilen insanları ve milletleri arasında aynı şiddette adaleti ve huzuru aratıyor. Bütün dünya zemini yeni ideolojilerin çalışma alanı olacak derecede duyarlı ve hiddetli; yeni uygarlıkları arayacak kadar da yüreği açık. Tarihte böyle dönemler vardı. Mensubu olduğumuz uygarlık dairesi içinde, geçmişte sadece teoride kalmayıp uygulamada da yaşanan insani değerlerin yeniden yorumlanmasına mutlaka çok ihtiyaç var. Bu sadece içinde bulunduğumuz kültür dairesinde değil, dünyanın da kültürel ve insani sorunlarının çözülmesi yönünde büyük bir ihtiyaçtır.
Türkler, tarihlerinin en sıkıntılı günlerini yaşıyor; milli ve ahlaki değerleri tahrip ediliyor, maddi ve insani yoksulluk gittikçe yayılırken, toplumun engin bir geçmiş ve birikimle inşa ettiği değerleri toplum hayatından özenle ve kararlılıkla siliniyor; egemen güçlerin istediği genel bir sıradanlaşma yaygınlaşıyor. Ancak, bugünkü günde yaşananlara, sosyal medyadaki hareketliliğin yönüne bakarsak; Türk toplumunun, henüz içselleştirilmemiş olsa da, köklü milli kültürü sayesinde, bilerek ya da bilmeyerek haksızlık, zulüm ve zorlanan sıradanlaşmaya karşı milli duyarlılığını diriltilmeyi ve yeniden inşayı hararetli bir şekilde beklediğini gözlüyoruz. Genel toplum kitlelerinin orta-yoksul yapısı, milli eziklik ve ahlaki değerlere saldırı, bu kitlelerin yeni uygarlık modelleri için çalışılacak önemli bir zemin olduğunu göstermektedir.
Doğru okunan toplum yapı ve dinamiklerinin doğru yöntemlerle kurgulanması durumunda inanılmaz bir başarı ve “tarihin önemli fırsatlarından birisi” nin yeniden tasarlanması ve hayata geçirilmesi imkânları vardır.
Bir Türk Felsefesi, tarihin yeni bir dönüm noktasında daha olduğu kanaati ile yeni bir medeniyet tasarımı ve dönüşümü fikri, Türk Kültürünün yeni ve insani bir “medeniyet modeli” çıkarabileceği ülküsüyle ortaya konulmalıdır. Tam da bunun zamanıdır. Daha önce de yazdığım gibi “milli” nitelikli aydınlarımızın, öncelikle uğraşmaları ve geliştirmeleri gereken iş, mevcudun gün yüzüne alınması ile bir “Türk Felsefesi” oluşturmak olmalıdır.
Dipnotlar
1Postmodernizm ve Rasyonalite, bgst Yayınları, İstanbul, 2008, s:11-12
2http://www.kirmizilar.com/tr/guncel-yazilar3/270-neden-bilim-batı-da-üretilebiliyor-dünya-görüşü,-zihniyet,-bilim.html